18 Haziran 2007 Pazartesi

Siyer - 4

Hayber'in Fethi
(Hicret 'in 7. senesi Muharrem ayı sonlan / Milâdî 628)
Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzeybatısına düşüyor ve ona uzaklığı ise 100 mili (169 km) buluyordu.
Resûli Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş, burayı âdeta Yahudiliğin bir nevi merkezi hâline getirmişlerdi.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine, buradaki Yahudiler sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşitli iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre, Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu plânları Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
Yine, Resûli Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Sulh Anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, kuzey tarafı—ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı—henüz emniyetten mahrumdu. Hâlbuki, bu emniyetin temini,İslâmî gelişmenin sür'at kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
Aynı şekilde, Arab'ın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi!
İşte, bütün bu sebepler, Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.
Zaten, Cenâbı Hakk da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gönderdiği Fetih Sûresinde, Müslümanlara buranın fethini va'detmişti.
Medine 'den Hareket
Hayber Gazasına çıkmaya karar veren Resûli Kibriya Efendimiz, ashabına, hazırlanmalarını emretti.
Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferine katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz'ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber'de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu; "Hayber'e biz de sizinle gidelim!" diyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Allah yolunda, İ'lâyı Kelimetullah uğrunda bihakkın cihad edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganîmetten de bir şey verilmeyecektir!" buyurdu.567 Bunu, Medine'nin içinde halka ilân etti.
Hz. Resûlullah'ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk'in rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hattâ niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.Zaten, İslâm'da harbin ulvî ve nurânî gayesi de, İ'lâyı Kelimetullah'tır.
Resûli Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhâl toplandılar. Sayıları, 200'ü atlı olmak üzere bin 600 kişiyi buldu.568 Bunlar sâdece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine'den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hayber'de bulunduğu sırada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre'nin de bulunduğu Devs Kabilesinden 400 Müslüman ile Habeşistan'dan gelen Muhacir Müslümanlar da orada İslâm Ordusuna katılacaklardır.
Ayrıca, Medine'den hareket eden İslâm Ordusunda, Resûli Ekrem'in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte 20 kadar Müslüman kadın da vardı. Harb esnasında yaralanan mücâhidleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.569
Peygamber Efendimiz, Medine'de yerine Gıfarlı Siba b. Urfutat'ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
Nübüvvetin manevî boyasıyla boyanmış olan mücâhidler, pür şevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Amir b. Ekva, o andaki heyecan ve sadâkatini, "Allah'ım, Sen hidâyet etmeseydin biz doğru yolu bulamazdık, zekât veremezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca, Sen kalblerimize sekînet indir; çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebat ver!"570 şiiriyle dile getiriyordu.Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekva olduğunu öğrenince de, "Allah ona rahmet etsin!" buyurdu.571
Mücâhidler bir an durakladılar; zîra, bu dua, Âmir'in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
"O, ne sağırdır, negaib... "
Mücâhidler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlanyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, "Allahü Ekber! Allahü Ekber! Lâ ilahe İllallahu Allahu Ekber!" diyerek tekbir getirdiler.
Sahabîlerin bu hareketi üzerine Resûli Kibriya Efendimiz, "Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zîra siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah'a dua ediyorsunuz!"572 diye buyurdu.
Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: "Andolsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona vesveseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız (Her hâlinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır.)"573
Kalbimizin en gizli hâtırasını bilen, yalnız O'dur; bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
Resûli Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:
"Allah'ım!.. İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız kimselerin musallat olmasından Sana sığınırım!"574
İslâm Ordusu Reci 'de
Peygamber Efendimiz, ordusuyla Reci denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası, Hayber'le Gatafanların yurdu aracında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı: şöyle ki: Hayber Yahudileri, Gatafanlardan yardım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde gelip kalelerinde İslâm Ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûli Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mâni olmak için de, Gatafanlara, "Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber'in bir yıllık hurma mahsûlünün kendilerine verileceği" teklifinde bulunmuştu. Ancak, onlar kabul etmemişlerdi.
İşte, Resûli Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim, bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudîlerine hiçbir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.
İSLÂM ORDUSU, HAYBER ÖNLERİNDE
Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Reci'den Hayber'e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.
Peygamberimizin Duası
Resûli Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, "Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah!.. Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah!.. Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah!.. Ey rüzgârların ve savurduklarınn Rabbi olan Allah!.. Biz, Senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkın hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırız!"575 diye dua etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi.
Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat aletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca, karşılarında İslâm Ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve, "İşte, Muhammed ve ordusu!.." diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisin geri kaçıp kalelerine sığındılar.576
Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin tâ Medine'den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü, kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu, harb âletleri de oldukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Resûlullah, bütün bunları göze alarak, güya, gelemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki, gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
Onların bu şaşkınlığını ve gerisin geri pür telâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûli Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, "Allahu Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hâli ne kötü olur!"577 diye buyurdu. Hayber'in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.578
Düşman Cephesi
Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.
Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesinde toplandılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
ÇARPIŞMANIN BAŞLAMASI
Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesinden mücâhidlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslâm Ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.
İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla 50 kadar mücâhid yaralandı.
İkinci gün, Resûli Ekrem Efendimizin emriyle, İslâm Ordusu, karargâhını Reci mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücâhidler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
Peygamber Efendimiz ve mücâhidler, her sabah silâhlanarak Natat Kalesinin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Reci'e dönüyorlardı.
Peygamberimizin Hastalanması
Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün mücâhidlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir'i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer'e verdi ve mücâhidlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasîb olmadı.579
Yedi gün böylece devam etti.
Bu sırada, İslâm Ordusu bir şehid verdi: Mahmud b. Mesleme... Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir hâlde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.580
Amir b. Ekva 'nın Şehid Olması
Yine, bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Amir, Merhab'ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı hâlde İslâm Ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehid olarak vefat etti.581 Zâten, Efendimiz de, henüz Hayber'e varmadan önce, onun şehâdet mertebesine ereceğine işaret buyurmuşlardı.582
DEVSLİLERİN GELİP İSLÂM ORDUSUNA KATILMASI
Devs Kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret'ten önce, Mekke'de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslâmiyete davet edip durmuştu.
Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden 400 kadar Müslümanla Hicret'in 7. senesinde Medine'ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber'e gittiğini haber alınca da, Hayber'e gelip İslâm Ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş açtılar.583
Gelen 400 kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hüreyre de (r.a.) bulunuyordu.584 Orada Hz. Resûlullah'la buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre, Ehli Suffa'ya dâhil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenâbı Hakk, kendisine kuvvetli bir hafıza da ihsan ettiğinden, birçok hadîsi şerif rivayet etmiştir. "Benden fazla hadîs bilen, Abdullah İbni Ömer'dir. O, işittiğini yazardı; ben yazmazdım." demiştir.
SANCAK HZ. ALİ'DE
Muhasara devam ediyordu.
Serveri Kâinat Efendimiz, bir gün, "Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever, o da Allah ve Resulünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir."585 buyurdu.
Mücâhidleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nail olacak zât kimdi? Her mücâhidin gönlünde uyanan samimî arzu ve duygu, Hz. Fahri Alem'in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu ümit ve arzu ile geçirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimî arzusunu sâdece Hz. Ömer sonradan, "Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim, hiçbir zaman olmamıştır!"586 diyerek dile getirmiştir.
Her bir mücâhid, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebîyyi Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhâl getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından Hz. Resûlullah, "Ali nerede?" diye sordu.
Artık, Fâtih belli olmuştu.
Garibtir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı.
"Yâ Resûlullah, onun gözleri ağrıyor." dediler.
Resûli Ekrem buna rağmen, "Olsun! Çağırın, gelsin!" buyurdu.
Haberi alan Hz. Ali, derhâl huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri Fahri Kâinat'm mübarek duasıyla şifa buldu.587
Efendimiz, ayrıca, onun için, "Allah'ım!.. Sıcağın soğuğun sıkıntısını bundan gider!" diyerek de dua etti.
Hz. Ali derki:
"O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!"588
Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği hâlde bundan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi giyer ve asla üşümezdi.589
Hz. Resûlullah'ın ak sancağı artık Hz. Ali'nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Resulünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı! Her bir sahabî, aynı duygular içinde İslâm'ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.
Sancağını Hz. Ali'ye teslim eden Resûli Ekrem, bir de kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zûlfikâr'ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da, "Allah, sana fetih nasîb edinceye kadar çarpış, sakın arkana dönme!"590 diye emretti.
Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, "Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?" diye sordu.
Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
"Allah'tan başka ilâh ve ibâdet edilecek bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdette bulununcaya kadar onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalblerindekinin hesabı ise Yüce Allah'a aittir."591
Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, "Yâ Resûlallah, Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşacağım!" dedi.
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, "Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vekar içinde ilerle, sonra onları İslâm'a davet et; müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah'ın onlardan tek bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için birçok kızıl deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır."592 buyurarak, aynı zamanda İslâmî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.
Hz. Ali, Merhab 'la Karşı Karşıya
Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullah'm beyaz sancağıyla mücâhidlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesinin dibine dikti. Onları, İslâm'ın umdelerini anlatıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler, Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok yiğidi, mücâhidler tarafından yere serildi.
Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, "Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere arslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!" diye haykırıp övünüyordu.
Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, "Ben de, annemin bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!"593 diye cevap verdi.
Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, "Esedullah" unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zûlfîkâr'la ikiye bölünerek yere düştü.594
Manzarayı gören Hz. Resûlullah, mücâhidleri müjdeledi: "Sevininiz! Hayber'in fethi artık kolaylaştı."595
Bundan sonra mücâhidler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sâdece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudîyi öldürdü. Hattâ, bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları hâlde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar!596
Adamlarının teker teker yere serildğini gören diğer Yahudiler, gerisin geri kaçışmaya başladılar. Artık, düşman bozulmuştu. Ve Resûli Kibriya Efendimizin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücâhidler Natat Kalesine daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Akıbetin kötü olacağını gören Yahudiler, Natat'ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı!
Mücâhidler, Naim Kalesine doğru yöneldiler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
Naim Kalesinin düşüşünü, Sa'b b. Muaz Kalesinin teslimi takib etti.
MÜSLÜMAN OLUP ŞEHÂDET MERTEBESİNE EREN ÇOBAN!
Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına almıştı.
Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslâm Ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudîlerinden Amir'in, Yesar adını taşıyan Habeşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silâhlarına sarıldıklarını görünce, "Ne yapmak istiyorsunuz?" diye sormuştu.
Yahudiler, "Şu, kendini 'resul' diye ilân eden adamı öldürmek istiyoruz!" cevabını vermişlerdi. "Resul" kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an duraklamış, bu kelimenin âdeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.
Yesar sâdece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.
İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullah'ın huzuruna çıkageldi!
"Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?" diye sordu.
Resûli Ekrem, "İslâmiyete davet ediyorum. Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O'nun Resulü olduğuma şehâdete, Allah'tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum." buyurdu.
Yesar, bu sefer, "Peki, ben, dediğin gibi îman eder ve şehâdete bulunursam bana ne var?"
Resûli Ekrem, "Eğer bu îman ve bu şehâdet üzere ölürsen Cennet var!" dedi.597
Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.
Resûli Ekrem, ona bu îman ve şehâdet üzere ölürse Cennet'e gireceğini söylemişti. Amma Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
Bu sebeple, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu hâlimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine Cennet'e girer miyim?"
Resûli Ekrem'den, Yesar'ı sevince garkeden cevap geldi: "Evet, Cennet'e girersin!"598
Yesar bu sefer, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?" diye sordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir." diyerek Yesar'a yol gösterdi.
Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:
"Haydi, artık sahibinize dönünüz."
Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.599
Yesar 'in Şehid Olması
Islâmiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücâhid olmuştu. Mücâhidler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atılan taşlarla şehid oldu. Böylece, "bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan Cennet'e uçan Müslüman" unvanını aldı.600
Şehid Yesar'ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullah'ın bir ara yüzünü çevirdiğini farkeden sahabîler, merakla, "Yâ Resûlallah!.. Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?" diye sordular.
Resûli Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: "Şehid, vurulup yere düştüğü zaman Cennet hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve, 'Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öldürsün!' derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra şevketti. Allah'a hiç secde etmediği hâlde, Cennet hurilerinden ikisini, onun başucunda gördüm!"601
İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!
Bu hâdise, bize, hâl, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor.
Ayrıca bu hâdisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, îman ve İslâm'a davette insanlar arasında asla—içtimaî mevkii ne olursa olsun—fark gözetmiyordu. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevki
de idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor, Müslüman olup olmamasında—hâşâ—herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu; aksine, gayet ciddî bir şekilde ona İslâmiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
İslâm ve îmana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!

567 ibni Sa'd, Tabakat, c. 2, s. 106.
568 İbni Hişam, Sîre, c. 3, s. 364.
569 Ahmed Ibni Hanbel, Müsned, c. 5, s. 271.
570 ibni Kesir, Sîre, c. 3, s. 344345; Değişik ifadelerle bkz.: Buharî, Sahih, c.3, s. 48; Müslim, Sahih, c. 3, s. 14271429.
571 Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 343; Müslim, A.g.e., c. 3, s. 1428.
572 Buharî, A.g.e., c. 3, s. 50.
573Kaf,16.
574 Nesaî, Sünen, c. 8, s. 265.
575 Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 343; Ibni Kayyim, Zâdû'lMaad, c. 2, s. 148
576 Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 343; Ahmed Ibni Hanbel, Müsned, c. 3, s. 111.
577 Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 344; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 2, s. 109; Ahmed Ibni Hanbel, A.g.e., c. 3, s. 111.
578 Ahmed Ibni Hanbel, A.g.e., c. 3, s. 111.
579 İbni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 349; Ahmed İbni Hanbel, A.g.e., c. 5, s. 353.
580 ibni Sa'd, A.g.e., c. 4, s. 303.
581 ibni Sa'd, A.g.e., c 4, s. 303.
582 Müslim, Sahih, c. 3, s. 1428.
583 İbni Sa'd, A.g.e., c. 4, s. 327.
584 ibni Sa'd, A.g.e., c. 4, s. 328.
585 ibni Hişam, A.g.e., c. 2, s. 111; Buharî, Sahih, c. 3, s. 51; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, c. 3, s. 353.
586 Müslim, Sahih, c. 4, s. 1872.
587Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 340; Buharî, A.g.e., c. 3, s. 51.
588 Ahmed İbni Hanbel, A.g.e., c. 1, s. 99.
589 Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 6, s. 560.
590 ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 349; İbni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 110; ibni Kesir,Sîre, c. 3, s. 352.
591 İbni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 110; ibni Kesir, A.g.e., c. 3, s. 352.
592 Buharı, Sahih, c. 3, s. 51; İbni Kayyım, Zâdû'lMaad, c. 2, s. 149; İbniKesir, A.g.e,, c. 3, s. 351
593 İbni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 347; Ibni Sa'd, A.g.e., c. 2. s. 112; Taberî,Tarih, c. 3, s. 94; İbni Kesir, A.g.e., c. 3, s. 357.
594 İbni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 112; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, c. 4, s. 52.
595 Vakidî, Megazi, c. 2, s. 657.
596 İbni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 349350; ibni Kesir, A.g.e., c. 3, s. 359.
597 ibni Kesir, A.g.e., c. 3, s. 361.
598 ibni Kesir, A.g.e., c. 3, s. 362.
599 Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 359.
600 Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 359.
601 Ibni Hişam, A.g.e., c. 3, s. 359.



Netice
On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tesbit edildi:
Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudîlerin kanları dökülmeyecek.
Hayber'den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrimenkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silâhlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullah'a bırakılacak.
Hz. Resûlullah'a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resulünün eman ve himaye taahhüdünün hâricinde kalacaklardır.602
Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudîler, Hayber'den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: "Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!"603
Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabîler, burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsulâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak, bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından ortadan kaldırılabilecekti.604 Böylece, Yahudiler, İslâm Devletiyle ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdullah b. Ravaha Hazretlerini Hayber'e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulâtı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilâne muamele karşısında Yahudiler, "Bu adalet sayesinde yer ve gök ayakta duruyor!"605 demekten kendilerini alamazlardı.
Şehid ve Ölü Sayısı
Harb sonunda, bin 600 kişilik İslâm Ordusunun 20'nin üzerinde şehid vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan 20 bin kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93 'ü buluyordu.606
Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm Devleti hudutları dâhiline alınmış oldu.
HABEŞİSTAN MUHACİRLERİNİN HAYBER'E GELİŞİ
Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber'den ayrılmamıştı. Bu sırada Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.607 Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve, "Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber'le mi, yoksa kudum-u Cafer'le mi?.." diye buyurdu.608 Peygamber Efendimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmıştır.609
Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!
Medine'ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücâ-hid muhacirlerden bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, "Biz hicrette sizi geçmişizdir!" dedikleri duyulmuştu. Hattâ, bir gün, Hz. Cafer b. Ebî Tâlib'in, Habeşistan'a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esma, Hz. Hafsa'nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer'le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esma bint-i Umeys olduğunu öğrenince, "Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah'a (a.s.m.) sizden daha yakınız!" demişti.
Hz. Esma buna kızmış ve, "Hayır!.. Gerçek, senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullah'ın (a.s.m.) yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, câhillerinizi de va'z ve nasihat ederek yetiştiriyordu! Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve Resulünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık." dedikten sonra ilâve etmişti: "Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullah'a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!"O sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz geldi.
Esma bint-i Umeys, Hz. Ömer'in kendisine söylediklerini nakletti.
Resûl-i Ekrem, "Buna karşılık sen ona ne söyledin?" diye sordu.
Hz. Esma, "Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim." dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ'ya, "Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!" buyurduktan sonra ilâve etti: "Ömer ve arkadaşlarına bir hicret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!"610
Bunu duyan Habeşistan'dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.
Ganimetler
Hayber'de elde edilen ganîmetler, bu gazaya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber E-fendimizin yanında bulunan bütün sahabîlere taksim edildi.6" Zîra, Cenâb-ı Hakk, Hudeybiye Seferine iştirak edenlere, Hay-ber'in fethedileceğini ve kendilerine bol ganîmet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.612
Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca, Hayber'de gelip İslâm Ordusuna katılan Devs Kabilesine mensup 400 Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib'in (r.a.) başkanlığında Habeşistan'dan dönen ve Hayber'de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı.613
Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganîmet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.614
Hayber'in gayrimenkul malları, yâni arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların beşte dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytû'l-Mâl'e âit olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.615
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe'nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürdü.616
Ganimetler arasında, Tevrat'tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bunların kendilerine iadesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle, Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhâl geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hâdise, aynı zamanda, Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş mukaddes kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.
YAHUDÎLERİN, PEYGAMBERİMİZİ ZEHİRLEMEYE KALKIŞMALARI
Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslâm'a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir hareketle, haince bir tertiple cevap vermeyi, âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz ashabıyla birlikte istira-hate çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem'i mağlûb edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir tertibin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! EJu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam b. Mişkem'in karısı Zeyneb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca, Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve, "Ey Ebû'l-Kasım!.. Bunu sana hediye ediyorum!" diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabîler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabîlere, "Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!"617 diye buyurdu.
Herkes elini çekti. Sâdece Bişr b. Bera Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu.618
Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb'i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, "Neden bunu yaptın?" sorusuna şu cevabı verdi:
"Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!"619
Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip af-fetmiştir.620 Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki:
Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr'in veresesine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşler.621
HAYBER'DE YASAKLANAN ŞEYLER
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
Esir alınan kadınlara dokunmayı,
Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,
Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi,
Ganîmet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını.622
FEDEK YAHUDÎLERİYLE ANLAŞMA YAPILMASI
Peygamber Efendimiz, Hayber'in fethinden sonra Muhayyi-sa b. Mes'ud'u, İslâmiyete davet etmek üzere, Medine'den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri, birkaç kere şâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak buna muvaffak olamamışlardı.
Fedek Yahudileri, Resûlullah'ın elçisi Muhayyısa'nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları akıbete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamber Efendimiz onların bu teklifini kabul etti.
Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efendimize mahsus kılındı. Şâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zîra, Haşir Sûresinin altıncı âyetiyle, hiçbir askerî hareket yapılmadan barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyurulmuştur. Fedek'te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.623 Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Haşîm Oğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarf-ederdi.624
VADİ'L-KURA'NIN ALINMASI
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hayber'den ayrılıp Vadi'l-Kura'ya müteveccihen hareket etti. Burası, Hayber ve Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslâm'dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar etmişlerdi.
Vadi'1-Kura Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşında yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslâm'a davet etti; Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalblerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah'a âit bir iş olduğunu bildirdi.625 Vadi'l-Kura ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden 10 kadar adam öldürüldü.626
Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslâm'a davet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücâhidlere karşı koydular. Fakat mü-câhidlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.627
Burada, bol miktarda ganîmet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları usûlüne göre beş kısma ayırdı; dört payını mücâhidler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytû'l-Mâl'e ayırdı. Arazisi ise, Hayber'de olduğu gibi, orada bulunan ahaliye, mahsulâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı.628
TEYMA YAHUDİLERİNİN CİZYE VERMEYİ KABUL ETMELERİ
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vadi'l-Kura'da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslâm Ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla, yurtlarından ayrılmamış, topraklan da ellerinden gitmemiş oldu.629
HAYBER FETHİNİM ÖNEMİ
Hayber'in fethiyle hemen hemen Arabistan'daki bütün Yahudiler, İslâm Devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhüyle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetihle İslâmiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye Sulh Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş olunuyordu. Artık, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle, Kureyş müşriklerinin Müslümanlara her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber'in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudîle-rinse harb sanatını çok iyi bildikleri, harb malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslâm Ordusu karşısında mağlûb düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç hâlini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim, arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hayber'in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.
PEYGAMBERİMİZİN HZ. SAFİYYE İLE EVLENMESİ
Hayber fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safıyye de bulunuyordu.
Asıl ismi "Zeyneb" olan Hz. Safıyye, Benî Nadir Reisi Hu-yey b. Ahtab'ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri eşrafından olan Semevel'in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi b. Hukayk'ın oğlu Kinane'yle yeni evlenmişti. Hayber günü Rebi öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar tarafından da Kamus Kalesinin teslim olması sırasında esir alınmıştı.630
Esirler toplandığı zaman Dıhyetû'l-Kelbî, Resûl-i Ekrem E-fendimize gelip bir câriye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir câriye almasına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dıhye, Hz. Safiyye'yi beğenip almıştı.631
Fakat, Ashab-ı Kiram, Hz. Safiyye'nin Hayber Reisinin gelini ve BenîNadir'in en şerefli bir ailesinin kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Resûlullah'a gelerek, "Yâ Re-sûlallah!.. Benî Kurayza ve Benî Nadirlerin reisi Huyey'in kızı Safiyye'yi Dıhye'nin alması uygun değildir! Onu ancak sen almalısın!" diyerek itiraz ettiler.632
Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde Ashab-ı Güzin'in kalben rahatsız olacakları muhakkaktı. Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Dıhye'ye başka bir kadın almasını emir buyurdu; Hz. Bilâl'i de, Hz. Safiyye'yi getirmeye gönderdi.
Hz. Bilâl 'in Hz. Safıyye 'yi Getirmesi
Hz. Bilâl, Hz. Safiyye'yi, yine esir düşen amcası kızıyla alıp getirirken, onları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cesedinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryad ve figana başladı; yüzünü parçalayıp, başına topraklar saçtı.
Uzaktan durumu farkeden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. BilâPe, "Ey Bilâl!.. Senden merhamet ve şefkat duygusu sökülüp atıldı mı ki bu kadıncağızları ölülerinin yanından geçirdin?"633 buyurdu.
Hz. Bilâl, mahçub mahçub huzurda boynunu büktü ve, "Yâ Resûlallah!.. Zâtınızın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim." diyerek özür diledi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safıyye'yi arka tarafına almalarını emrederek üzerine de omuz atkısını örttü. Bunun üzerine sahabîler, Peygamber Efendimizin onu kendisine başkumandanlık hakkı [safıy] olarak aldığını anladılar.634
Peygamber Efendimizin harb sonrası bir prensibi de, mağlûb ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye ailesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir aileydi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası, İslâmiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabilecekti. Bir diğer husus da, Resûl-i Ekrem'in bazı evliliklerinde siyasî durumu göz önünde bulundurmasıydı. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerinden birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi, düşman ise İslâmiyete ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümmü Habibe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık görülür.
Hz. Safiyye 'nin Tercihi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safiyye'ye İslâm'ı anlattı ve, "Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edineceğim; şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni âzad ederim, sen de gider, kavmine kavuşursun!"635 buyurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden birkaç kutsî kelâm duyan Hz. Safıyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda kalbinin safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu: "Yâ Resûlallah!.. Siz beni İslâmiyete davet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı ar-zulamış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum! Yahudilikle benim hiçbir ilgim kalmamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber'de de artık ne babam ne de kardeşim vardır! Sen, beni küfürle İslâmiyetten birini seçmekte serbest bırakıyorsun! Allah ve Allah'ın Resulü, bana âzad edilmemden ve kavmimin yanına dönmemden daha sevgilidir! Ben onları tercih ediyorum!"636
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye'yi hürriyetine kavuşturdu ve onu Ezvac-ı Tâhirat arasına katarak şereflendirdi.637
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Safıyye ile Hayber'de gerdeğe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise, Hz. Safıyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak, Hayber'den 12 mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba'da muvafakat etti. Peygamber Efendimiz, "Sibar'da konmak istediğim zaman razı olmamanın sebebi neydi?" diye sorunca, Hz. Safıyye, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden korkmuştum. Onlardan uzaklaşınca emniyete kavuştum!"638
Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun bu bağlılığından memnun oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sahba mevkiinde Hz. Safıyye ile kendisine âit çadırda gerdeğe girdi.
Hz. Safıyye 'nin Rüyasını Anlatması
Peygamber Efendimiz, Hz. Safıyye'nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Sebebini sordu. Hz. Safıyye izah etti:
"Kinane, b. Rebi ile evlendiğim ilk gece bir rüya görmüştüm. Rüyamda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şâhid oluyordum. Bunu Kinane'ye anlatınca kızdı ve, 'Sen ancak Hicaz Hükümdarı Muhammed'e varmak istiyorsun!' diyerek yüzüme bir tokat vurdu. Onun izi kaldı."639
Hz. Ebû Eyyûb 'un Fedakârlığı
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının etrafında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, sabahleyin erkenden çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elinde kılıç, çadırın yanında görünce, "Yâ Eba Eyyûb!.. Nedir bu hâlin?.." diye sordu.
Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr sahabî, "Yâ Resûl-allah!.." dedi, "Harbte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybeden ve henüz yeni Müslüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğinden korktum da çadırını bekledim!"640
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mübarek tebessümleri arasında, "Allah, seni hayra erdirsin!" diye buyurdu ve arkasından ona şu duayı yaptı:
"Allah'ım!.. Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb'u koru!"641
MÜCÂHİDLERİN SABAH NAMAZINI KAÇIRMALARI
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ashab-ı Kiram'la Medine'ye yaklaşmıştı. Sabah namazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücâhidler, bütün gece yol aldıkları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla, Peygamber Efendimizin emriyle bir yerde konakladılar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Sabah namazı vaktinizi kim bekleyecek? Belki uyuyabiliriz." diye Ashab-ı Kiram'a sordu.
Hz. Bilâl ayağa kalkıp, "Ben beklerim yâ Resûlallah!.." dedi.
Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem Efendimizle mücâhidler uyudular.
O arada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çökmüş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uykuya daldı. Mücâhidlerin "İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn." demeleriyle ancak uyanabildi. Güneş doğmuş, her taraf aydınlanmıştı!
Resûl-i Ekrem Efendimiz, telâşla, "Ey Bilâl!.. Nedir bu yaptığın bize?.." diyerek sitem etti.
Hz. Bilâl, "Anam babam, sana feda olsun yâ Resûlallah!.. Senin ruhunu tutan Kudret, benim de ruhumu tuttu, bırakmadı!" deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, "Doğru söyledin!" buyurdu.642
Sahabîlerin uyuyakaldıkları vadiden çıkılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir!" buyurdu ve abdest aldıktan sonra Hz. BilâPe, "Ey Bilâl!.. Ezanı oku!" diye emretti.
Ezan okununca Müslümanlar toplandı.
Peygamber Efendimiz onlara, "Sabah namazının sünnetini kılınız." buyurdu.
Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz, "Ey Bilâl!.. Kamet getir." dedi.
Hz. Bilâl kamet getirdi.
Peygamber Efendimiz, imam olup namazı kıldırdıktan sonra, Ashab-ı Kiram'a döndü ve, "Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kaza etsin." diye buyurdu.643
MEDİNE'YE DÖNÜŞ
Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücâhidlerle birlikte tekrar Medine'ye doğru yol aldı. Uhud Dağı görününce, "Biz Uhud'u severiz, Uhud'da bizi!.." diye buyurdu. Ordusuyla Medine'ye girerken de, "Yâ Rabbi!.. Sen-dan başka mâbud yoktur; yalnız Sen varsın. Senin ortağın yoktur; bütün mülk Senindir. Bütün hamd de Senindir. Allahım!.. Biz, Sana yöneldik; günahlarımızdan tövbe ediyoruz. Biz, ancak Rabbimize ibâdet, Rabbimize secde, Rabbimize hamd ederiz. Rabbimiz va'dinde sâdıktır; kuluna (Muhammed'e) nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğratıp sindirmiştir."644 diye dua etti.*
Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazadan, hacdan veya bir umreden döndüklerinde, bir dağ başına çıkınca, yahut düz, yüksek bir sahaya varınca üç defa tekbir getirdikten sonra hep bu duayı yapardı.

602 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 110; Ibn-i Kesir, A.g.e., c. 3, s. 376-377; Halebî, Insanû'l-Uyûn, c. 2, s. 744.
603 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 352-371.
604 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 352.
605 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 369.
606 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 107.
607 Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
608 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 4, s. 35.
609 Müslim, A.g.e., c. 4, s. 1946.
610 Buharî, Sahih, c. 3, s. 53-54; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1947.
611 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 364.
612 Fetih, 18-19.
613 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 108; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
614 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 107.
615 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 363.
616 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 365-367.
617 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 352; Ebû Davud, Sünen, c. 4, s. 175.
618 Halebî, İnsanû'l-Uyûn, c. 2, s. 767.
619 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 352; Taberî, Tarih, c. 3, s. 95; ibn-i Kesir, Sîre,c. 3, s. 397.
620 Kastalanî, Mevahibû'l-Ledünniye, c. 1, s. 181.
621 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 107; Halebî, İnsanû'l-Uyûn, c. 2, s. 769.
622 İbn-i Hişam, Sîre, c. 3, s. 345.
623 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 368.
624 Muhammed el-Huderî, Nuru'l-Yakîn, s. 195.
630 ibn-i Hişam, Sîre, c. 3, s. 350; Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 8, s. 120.
631 Ebû Davud, Sünen, c. 3, s. 153.
632 Ahmed-i Ibn-i Hanbel, Müsned, c. 3, s. 102.
633 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 351.
634 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 351.
635 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s.123.
636 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s.121-123.
637 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s.121-125.
638 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s.122-123.
639 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s.351; ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 121.
640 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s.351; ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 126.
641 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 354-355
642 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 355.
643 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 355; ibn-i Kayyım, Zâdû'l-Maad, c. 2, s. 163.
644 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 123-124.



Kaza Umresi
(Hicret 'in 7. senesi Zilkade ayı / Milâdî 628)
Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiram'in Kabe'yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş müşrikleri mâni olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Anlaşmasıyla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.
Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla, Peygamber Efendimiz, bu bir sene zarfında birçok muvaffakiyet elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslâm'dan haberdar etmiş ve onları İslâm'a davette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslâmiyetle müşerref olmuşlardı. Ayrıca Hayber'i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadasında bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hâle getirmişti. Yine, İslâmiyetin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da birçok kabîleye askerî birlik göndererek onları itaat altına almıştı.
Bütün bunlardan sonra, Kabe'yi ziyaret ve umrenin îfası zamanı gelmiş bulunuyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilkade ayı girince, ashabına umre için hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferine katılmış bulunanlardan hayatta olanların hiçbiri geri kalmayacaktı.645
O sırada Medine'ye taşradan gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç birçok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, "Yâ Resûlallah!.. Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var." diyerek durumlarını arzettiler.
Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram, "Yâ Resûlallah!.." dediler, "Biz, sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiçbir şey bulamıyoruz ki!.."
Resûl-i Zîşan Efendimiz, "Ne olursa... İsterse yarım hurma olsun!" buyurdu.
MEDİNE'DEN AYRILIŞ
Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf b. Azbat'ı vekil bırakıp, umre için hazırlanmış bulunan iki bin civarındaki Müs-lümanla Medine'den Mekke'ye, Beytullah'a doğru yola çıktı.646 Müslümanlar yanlarında 60 kurbanlık deve sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca, Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya mâruz kalabilirler düşüncesiyle 100 at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harb silâhları da almıştı. Hâlbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sâdece yolculuk silâhı sayılan kılıç olacak ve o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise va'dinde hiçbir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah, neden böyle hareket ediyordu? Bu husus, sahabîlerin nazarından kaçmadı. Sordular: "Yâ Resûlallah!.. Müşriklerle, sâdece kınına sokulu kılıçla geleceğine dair ahdin vardı. Hâlbuki, sen silâh taşımaktasın!"
Hz. Fahr-i Âlem, sebebini izah etti: "Biz, bu silâhları Ha-rem'e, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz; fakat her ihtimale karşı yanımızda bulunduracağız!"647
Peygamberimizin İhrama Girişi
Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi: Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzama'yı ziyaret edeceklerdi! Hepsinden de mühimi, kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunan Kureyş müşriklerine İslâm'ın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu!
Zülhuleyfe mevkiine varılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Muhammed b. Mesleme'nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silâh yüklerini ve kurbanlık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.648
Artık, etraf Allah Resulü ve Müslümanların telbiye sadâla-rıyla âdeta sarsılıyordu:
"Lebbeyk, Allahümnne Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerike leke Lebbeyk! İnnel Hamde venni'mete leke ve'l-Mülk! Lâ şerike leke."649
Müşriklerin Korku ve Telâşı
Önden giden Muhammed b. Mesleme komutansındaki 100 atlı birliği ve beraberinde götürdükleri silâhlar, Merruzzehran mevkiinde müşriklerin birkaç adamı tarafından görüldü.
"Nedir bunlar?.." diye sordular.
Muhammed b. Mesleme, "Resûlullah'ın (a.s.m.) süvarileridir." dedi ve devam etti: "Kendileri de inşallah yarın sabah burada olacaklardır!"650
İhrama girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe, Iraklıların Zât-ı Irk, Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem...Adamlar şaşkına döndüler ve son sür'at yol alarak haberi Mekke'ye ulaştırdılar. Müşrikleri, bir korku ve telâş sardı. "Muhammed, üzerimize yürüyor!" diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.
Gerçi Hz. Resûlullah, Hendek Harbinden sonra, "Artık, onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz!" buyurmuşlardı; ama bu sefer, o gayeyle tertip edilmiş değildi. Sâdece, anlaşmada da belirtildiği gibi, Kabe'yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.
Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhâl Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler.
Peygamber Efendimiz, Merruzzehran 'da
Telbiye sadâlarıyla Zülhuleyfe'den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte Merruzzehran'a geldi. Oradan bütün silâhlan Batn-ı Ye'cec mevkiine gönderdi. Silâhlan beklemek üzere de Evs b. Havlî başkanlığında 200 kişiyi vazifelendirdi.651
Resûl-i Ekrem, Batn-ı Ye 'cec 'de
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ashabıyla yol alarak oradan Mekke'nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye'cec mevkiine vardı.
Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi. "Yâ Muhammed!.." dediler, "Herhalde sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyanetimiz, vefasızlığımız haber verilmiş değildir. Buna rağmen, Harem'e, kavminin yanına, böyle silâhlı mı gireceksin? Hâlbuki, oraya, yolcu silâhı olan kınlarına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin." Peygamber Efendimiz, meseleyi izah etti: "Harem'e kınlarında sokulu kılıçlardan başka silâhla girecek değiliz! Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir! Fakat, silâhların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim!"
Kureyş Baştemsilcisi Mikrez b. Hafs, aynı sözleri tasdik etti: "Senden beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır!"652
Mekke 'nin Boşaltılması
Durum, temsilciler tarafından sür'atle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nurânî bayramlarını yakından temâşâ etmemek için, Kureyşliler, Mekke'yi boşalttılar.653
PEYGAMBER EFENDİMİZ, MEKKE'DE
Hz. Resûlullah, müstesna bir ihtişam ve vekarla, devesi Kasva'nın üzerinde Mekke'ye girdi. Müslümanlar, etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz, bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe-i Muazza-ma'ya, Beytullah'a yaklaşıyorlardı. "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!" nidaları Mekke'nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nurânî sadâya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise bu kuydu yerlerde, dağ başlarında âdeta bu ulvî sadâya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı.
Kasva'nın yuları Şâir Abdullah b. Ravaha'nın elindeydi. Hz. Resûlullah'ın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:
"Ey kâfir oğulları!.. Resûlullah'ın yolundan çekiliniz! "Rahman olan Allah, onun hak peygamber olduğuna dair â-yetler indirdi.
"Bütün hayır ve iyilik Allah Resulünde ve onun yolundadır.
"En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!"654
Bu ulvî ve nurânî manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar, telbiyelerle Beytullah'a vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Haram'a girince, omuz ihramının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve, "Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde gösterecek olan kahramanları, Allah rahmetiyle yargılasın, esirgesin!"655 buyurdu.
Sonra, sahabîlere, Kâbe-i Muazzama'yı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf etmelerini emretti*656 Zîra, Kureyş müşrikleri, "Yanımızdan çıkıp gittikten sonra Muhammed ve ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır!" şeklinde dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.
Cenâb-ı Hakk, bütün bu dedikodularını sevgili Resulüne bildirdiği için, o da Ashab-ı Kiram'a güçlü ve kuvvetli görünmelerini emrediyordu.
Kabe 'yi Tavaf
Hâtemû'l-Enbiya Efendimiz, Kasva'nın üzerinde idi. Kas-va'nın yuları ise Abdullah b. Ravaha'nın elindeydi. Sahabîler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.Peygamber Efendimiz, Hacerü'l-Esved'in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istilâm etti; sonra da değneği öptü. Ashab-ı Kiram da aynı şeyi yaptı.
Ashab-ı Güzin, tavafın ilk üç devresinde, Peygamberimizin emri gereği, hızlı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.
Abdullah b. Ravaha, hem Kabe'yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye devam ediyordu:
"O Allah'ın ismiyle başlarım ki, dininden başka gerçek din yoktur O'nun...
"O Allah'ın ismiyle başlarım ki, Muhammed Resulüdür O'nun!..
"Çekilin, ey kâfir oğulları, Resûlullah'ın yolundan!.."657 Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:
"Ey İbn-i Ravaha!.. Sen, Resûlullah'ın önünde, Allah'ın Ha-rem'inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?" diyerek susmasını istedi.
Hz. Ömer'e şâirine bedel Resûl-i Zîşan Efendimiz, "Ey Ö-mer!.. Ona mâni olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok tesirlidir."658 diyerek cevap verdi; sonra da Abdullah b. Ravaha'ya dönerek, "Devam et, devam et, ey İbn-i Ravaha!.." dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer sustu.659
Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zîşan Efendimiz, Abdullah b. Ravaha'ya, "Allah'tan başka ilâh ve mâbud yoktur, bir olan O'dur, va'dini gerçekleştiren O'dur, Bu kuluna nusret veren O'dur, askerlerine kuvvet veren O'dur, toplanmış bulunan kabîleleri bozguna uğratan da yalnız O'dur."660 mealindeki duayı okumasını emretti.
Ashab-ı Kiram da, Hz. Resûlullah'ın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.
Müşriklerin Şaşkınlığı
Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah Efendimizle Ashab-ı Kiram'ı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı.
Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzama'yı üç kere tavaf ettiklerini görünce, "Demek, Medine'nin humması, sıtması onları zaîf düşürmemiş! Baksanıza, yürümeye kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!" (16) diyerek şaşkınlık ve hayretlerini izhar etmekten kendilerini alamadılar.661
Sa 'y Yapılması
Peygamber Efendimiz, Kabe'yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim'de iki rekât tavaf namazı kıldı; daha sonra sa'y yapmak üzere Safa Tepesine çıktı. Yine, devesi Kasva'nın üzerinde olduğu hâlde, Safa ile Merve Tepeleri arasında yedi kere sa'y yaptı. Merve'de, sa'y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve'de Hz. Resûlullah'la birlikte kurbanlarını kestiler. Yine, burada, as-habtan Hıraş b. Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin başını kazıdı. Sahabîler de başlarını tıraş ettiler.662
Böylece, Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye Seferinden önce görmüş olduğu rüya aynen çıkmış oluyordu!
Hz. Bilâl 'in Ezan Okuması
Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kabe'nin i-çine girmek istedi. Ancak müşrikler, "Bu, anlaşmamızda yoktu!" diyerek müsaade etmediler.
Öyle vakti girmişti. Kabe'ye girmesine müsaade edilmeyen Resû!-i Ekrem, Hz. Bilâl'e Kabe'nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl'in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşu ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Her birinin ağzından çeşit çeşit nahoş lâflar çıkıyordu: Ebû Cehil'in oğlu İkrime, "Allah, Ebû Cehil'e, bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur!" dedi. Müşrik Safvan b. Ümeyye, "Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü!" diyerek tedirginliğini ifade ediyordu. Hâlid b. Esid ise, hâdiseden duyduğu üzüntüyü, "Şükürler olsun Allah'a ki, babamı öldürdü de, Bilâl'in Kabe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!" diyerek ifade ediyordu. Bu arada, ezanı işitince hiçbir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.663
Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, Ashab-ı Kiram ise saf bağlamış, Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada eda edildi.
HZ. MEYMÛNE'NİN PEYGAMBERİMİZE NİKAHLANIŞI
Asıl ismi "Berre" olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü'1-Fadl ile Hz. Cafer'in hanımı Esmâ'nın kız kardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.664
Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu sebeple Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirle bahsederdi. Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine'den yola çıkıp Cuhfe'ye gelip konduğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O arada Efendimize, "Yâ Resûlallah!.. Meymûne bint-i Haris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?" diye teklifte bulundu. Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti.665
Resûl-i Ekrem, henüz Mekke'den ayrılmamıştı. Hz. Resü-lullah'ın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, "Deve de, üzerindeki de Resûlullah'-ındır!" diyerek memnuniyet ve sevincini izhar edip kendisini Efendimize bağışladı.666
Hz. Abbas da, bunun üzerine, Peygamberimizden 400 dirhem mehir alan Hz. Meymûne'yi ona nikahladı.667
PEYGAMBERİMİZİN, MEKKE'DE BİRAZ DAHA KALMAK İSTEYİŞİ
Peygamber Efendimizin, Hz. Meymûne'yle evlenmesinde Kureyş müşrikleriyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zîra, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muahedesine göre tesbit edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri gelenlerine, "İsterseniz, ailemle evlenme merasimini yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve tertipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de davet edeyim" diye teklifte bulundu. Fakat, Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Peygamberimizden Mekke'den çıkıp gitmesini istediler.
O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa'd b. Ubade vardı. Kureyş temsilcilerinin Re-sûl-i Kibriya Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl b. Amr'a, "Burası ne senin, ne de babanın toprağıdır. Vallahi, Resûlullah (a.s.m.) buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez." diyerek çıkıştı.
Bunun üzerine Kureyş'in iki temsilcisi seslerini kestiler.
Peygamber Efendimiz ise, bu manzaraya tebessüm buyurdular.668
Mekke 'de Kalma Müddeti Dolunca!
Hudeybiye Anlaşması gereğince, Mekke'de kalma müddeti olarak tâyin edilen üç gün dolmuştu.
Hayatı boyunca düşmanıyla dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği hâlde, ahdine muhalif düşmemek için Mekke'yi, Kâbe-i Muazza-ma'yı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke'yi fethetme zamanına günbegün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke'nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.
Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke'deki birçok akra-basıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. îman hakikatlerini ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru îslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nurânî bir manzara hâlinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hâriç, halktan birçok kimsenin gönlünde îman ve İslâm'a karşı sıcak bir ilgi, samimî bir istek uyanmıştı. Âdeta, mekke fethedilmeden evvel, halkından birçoğunun gönlü fethe hazır hâle gelmişti!
"Amca!.. Amca!.. "
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke'den ayrıldığı sırada, arkasından masum bir ses duydu: "Amca!.. Amca!.."
Dönüp baktılar. Sesin sahibi, "Şehidlerin Efendisi" Hz. Hamza'nın biricik kızı Ümame idi. Mekke'de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir "Beni kurtarın bu şirk diyarından!.." ifadesi ve mânâsı vardı! Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, "Beni bırakma!" diye bu biricik yavruyla birlikte imdat ditiyordu.
Kalbi şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine'ye beraberinde getirdi.669
Peygamberimiz, Şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke'den ayrıldıktan sonra Şerif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne'yle evlendi.670
MEDİNE'YE DÖNÜŞ
Peygamber Efendimiz, akşamleyin Şeriften ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine'ye geldi.671
Hz. Hamza'nın Kızı Ürname 'nin Hz. Cafer'e Teslim Edilmesi
Hz. Hamza'nın Selma bint-i Ümeys'ten doğan kızı Ümame, Mekke'ye getirilince, üzerinde münakaşa çıktı.
Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd b. Harise ile Hz. Hamza'yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetin-den sonra Hz. Hamza'nın çocuklarının velisi ve vasisinin kendisi olduğunu söyledi ve, "Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım!" dedi.
Hz. Cafer bunu duyunca itiraz etti: "Teyze de bir annedir. Zevcem Esma bint-i Ümeys, Ümame'nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım!"
Hz. Ali ise, buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. "Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim." dedi, "Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!"
Meseleyi neticeye bağlamak, Hz. Resûlullah'a kalmıştı:
"Ey Zeyd!.. Sen, Allah'ın ve Resulünün dostusun! Ey Ali, sen de benim kardeşim ve arkadaşımsın! Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin!" dedikten sonra, kararı şöyle verdi:
"Ey Cafer!.. Ümame'yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü, onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikahlanıp gelemez!"672
Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Cafer sevincinden birden ayağa kalktı; Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeye başladı.
Resûl-i Ekrem, "Ey Cafer!.. Nedir bu yaptığın?.." diye sorunca, Hz. Cafer izah etti: "Yâ Resûlallah!.. Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necâşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi!"673

646 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 120.
647 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 121.
649 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 121; Ibn-i Kesir, Sîre, c. 3, s. 435.
650 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 121.
651 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 121.
652 Taberî, Tarih, c. 3, s. 101; Ibn-i Kesir, Sîre, c. 3, s. 436.
653 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 121; Ibn-i Kesir, A.g.e., c. 3, s. 436; Halebî,Insanû'l-Uyûn, c. 2, s. 780.
654 İbn-i Kesir, A.g.e., c. 3, s. 432. M5 ibn-i Hişam, Sîre, c. 4, s. 12-13. Şeriat örfünde buna "remi" denir.
656 ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 2, s. 123; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, c. 1, s. 306; Müslim, Sahih, c. 2, s. 923.
657 İbn-i Kesir, A.g.e., c. 3, s. 432.
658 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 123; Halebî, A.g.e., c. 2, s. 784.
659 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 122.
660 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 122.
661 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 122.
662 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 122.
663 Vakidî, Megazi, c. 2, s. 738.
664 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 137; ibn-i Abdi'l-Berr, el-istiab, c. 4, s. 1915-1916.
665 İbn-i Abdi'l-Berr, A.g.e., c. 4, s. 1916.
666 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 132; ibn-i Kesir, Sîre, c. 3, s. 439.
667 İbn-i Kesir, A.g.e., c. 3, s. 439.
679 Ibn-i Kayyim, Zâdû'l-Maad, c. 2, s. 171; ibn-i Kesir, Sîre, c. 2, s. 443.
670 ibn-i Hişam, Sîre, c. 4, s. 14; Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 2, s. 122, c. 8, s. 133- 134.
671 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 122.
672 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 159-160.
673 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 160.



Hicretin 4. Senesinin Diğer Mühim Bazı Hadiseleri
Hz. Ömer 'in Türebe 'ye Gönderilmesi
Peygamber Efendini, Havazin Kabilesinden dört oymağın, Medine'ye takriben 10 km. uzaklıkta bulunan Türebe Vadisinde bir araya geldiklerini haber aldı. Bu oymaklardan biri olan Sa'd b. Bekr Oğullan, Hayber Yahudilerinin Hicret'in 6. yılında Medine'ye yapacakları baskında kendilerine yardım edecekleri va'dinde de bulunmuşlardı.
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, Hicret'in 7. senesi Şaban ayında Hz. Ömer'i 30 kişilik bir askerî birliğin başına kumandan tâyin ederek Turebe'ye gönderdi.
Düşman, mücâhidlerin kendilerine doğru gelmekte olduğunu haber almış ve kaçmıştı. Oraya varan İslâm birliği kimseye rastlayamadı.
Hz. Ömer, emrindeki birlikle buradan ayrılarak Medine yolunu tuttu. Cedr denilen mevkie geldiklerinde kılavuz, orada bulunan Has'am Oğullan üzerine yürümesini teklif edince, Hz. Ömer, "Resûlullah (s.a.v.), onlarla çarpışmamı emretmemiştir!" diye cevap verdi.
Hiçbir çarpışma olmadan Hz. Ömer birliğiyle Medine'ye döndü.674
Hz. Ebû Bekir'in Havazinlilere Gönderilmesi
Bir bakıma Hz. Ömer'in Türebe'ye yaptığı seferi tamamlamak mahiyetini taşıyan bu seferde, Peygamber Efendimiz, yine Şaban ayında, Hz. Ömer döndükten sonra, Hz. Ebû Bekir'i, Necd bölgesindeki Havazinliler üzerine yürümek için vazifelendirdi. Beraberindeki askerî birlikle Havazinlilerin yurduna varan Hz. Ebû Bekir, onlara ansızın bir baskın düzenledi. Bazılarını öldürdüler, bazılarını da esir aldılar; bir kısım ganîmet de ele geçirerek Medine'ye geri döndüler.675
Eban b. Said b. As 'm Müslüman Olması
Eban b. Said b. Âs, Peygamber Efendimizin akrabası idi. Soyu, Efendimizle üçüncü dedesi Abdûlmenaf ta birleşiyordu.
Babası Ebû Uhayha, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerindendi.
Hudeybiye Seferinden önce idi.
Eban, ticaret maksadıyla Şam'a gitmişti. Orada karşılaştığı bir Hıristiyan papazına, "Ben Kureyşliyim! İçimizden biri çıktı; Peygamber olduğunu söylüyor. Senin bu husustaki fikrin nedir?" diye sorar.
Papaz, "Onun ismi nedir?" der.
Eban, "Muhammed'dir." cevabını verince, Papaz, "Dur, sana onu tarif edeyim." diye söyler ve Resûli Ekrem Efendimizin şekli ve şemalini, sıfatlarını, babasının, dedesinin soyunu tek tek anlatır.
Eban, Peygamberimizin aynen anlattığı gibi olduğunu söyleyince de Papaz, "Öyle ise, vallahi, o önce Araplara, sonra da yeryüzüne hâkim olacaktır! Sen, o sâlih zâta benden selâm söyle!" der.
Bunun üzerine Eban, Mekke'ye gelir ve birtakım araştırma ve soruşturmalardan sonra Hicret'in 7. yılı başlarında İslâmiyetle şereflenir.676
Hz. Ömer'in, Cemile binti Sabit'le Evlenmesi
Hz. Ömerü'l Faruk, Hicret'in 7. yılında, Medineli Müslümanlardan Sabit b. Aklah'ın kızı Cemile'yle evlendi.
Önceki ismi Asiye olan Cemile Hâtûn, Peygamber Efendimiz hicretle Medine'ye gelince, ona ilk bîat edip Müslüman olan 10 kadından biri idi.
Hz. Ömer, evlendikten sonra onun ismini beğenmeyip, Cemile diye değiştirdi. Ancak o, bunu kabul etmek istemedi. Annesinin kendisine taktığı isimle yâd edilmesini arzu ediyordu.
Durumu Peygamber Efendimize iletti. Hz. Resûli Ekrem ona, "Bilmez misin ki, muhakkak, Allah, Ömer'in dili ve kalbi iledir." dedikten sonra, 'Senin ismin Cemile'dir!" buyurdu.
Hz. Ömerü'l Faruk'un (r.a.) Âsim adındaki oğlu, bu Cemile Hâtun'dan dünyaya gelmiştir.677

674 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 2, s. 89-117; Taberî, Tarih, c. 3, s. 99; ibn-i Kesir, Sîre, c. 3, s. 418.
675 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 117; Taberî, A.g.e., c. 3, s. 99; Halebî, insanû'l-Uyûn, c. 3, s. 191.
676Ibni Esir, Üsdû'lGabe, c. 5. s. 417.
677 ibni Sa'd, A.g.e., c. 5, s. 15, c. 8, s.12; ibni Esir, A.g.e., c. 5, s. 417.



Hicretin 8. Yılı
Hz.Zeyneb'in Vefatı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret'in 8. senesine kızı Hz. Zeyneb'in vefatı hadisesiyle girdi.
Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice'yle evliliğinin kızlardan ilk meyvesiydi. Garibtir ki, Peygamberimizin İbrahim hâriç, diğer erkek çocukları İslâm'dan evvel ve henüz küçükken vefat ettikleri hâlde, kızları muhterem babalarının risâlet devresine yetişmişlerdir. Yine, Hz. Fâtıma hâriç onlar da Resûl-i Ekrem hayattayken vefat etmişlerdir. Hz. Fâtıma ise, Resûl-i Kibriya'nın beka âlemine irtihalinin teessürüyle ancak altı ay yaşayabilmişti.
Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz 30 yaşlarında iken dünyaya gelmişti.678 Annesi Hz. Hatice'yle birlikte îman etmişti. Peygamber Efendimize risâlet 40 yaşında verildiğine göre, Hz. Zeyneb, Müslüman olduğunda henüz 10 yaşlarında bulunuyordu demektir.
Hz. Zeyneb'in kocası Ebû'l-Âs b. Rebi, Hz. Hatice'nin kız kardeşi Hâle'nin oğlu idi. Zâten evlilikleri de Hz. Hatice'nin arzusu üzerine olmuştu.
Ebû'l-Âs, henüz bu evlilik sırasında Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, Hz. Zeyneb'in onunla evlenmesine muhalefet etmedi. Çünkü, henüz o sıra Cenâb-ı Hakk tarafından bu tarz bir evliliği yasaklayıcı hüküm gelmemişti.679
Hz. Resûl-i Ekrem, Medine'ye hicret ettiği hâlde, kocasının müsaade etmeyişi sebebiyle değerli kerîmesi Hz. Zeyneb, Mekke'de kalmak zorunda bırakılmıştı. Ancak, rahmet-i İlâhî, Ebû'1-Âs'ı Bedir Muharebesinde Müslümanların eline esir düşmekle Hz. Zeyneb'in imdadına yetişiyordu. Resûl-i Zîşan Efendimiz, esirler arasında bulunan Ebû'1-Âs'ı fidye almaksızın serbest bırakınca, o da bu taltife bir karşılık olsun diye düşünmüş olacak ki, Hz. Zeyneb'i, Mekke'ye varır varmaz, Medine'ye, muhterem pederinin yanına göndermişti.
Hicret'in 7. yılında Ebû-As da Medine'ye gelerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyneb'i tekrar kendisine mehirsiz geri verdi.680
Hz. Zeyneb vefat edince, kalbi şefkat ve merhamet dolu Resûl-i Kibriya Efendimiz, kerîmesine iç gömlek yapılması için beline bağladığı fotasını çıkarıp yıkayanlara verdi ve namazını da bizzat kendisi kıldırdı.681 Sonra, kazılan kabrine düşünceli ve teessür içinde indi. Biraz durduktan sonra, sevinç içinde dışarı çıktı ve, "Zeyneb'in zaîfliğini düşünüp, ona kabir sıkıntısı ve hararetini hafifletmesi için Yüce Allah'a yalvardırm; O da bu dileğimi kabul buyurdu!" dedi.682
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyneb'i, ilk defa üzerinde taşındığı sedirle kabre koydu; kabre de damadı, Hz. Zeyneb'in kocası Ebû'l-Âs b. Rebi'in yardımıyle indirdi.
Vefat Sebebi
Hz. Zeyneb, Mekke'den Medine'ye deve üzerinde hevdeç içinde hicret ederken, Zîtuva mevkiinde, Kureyş müşriklerinden iki kişi mızrakla vurup onu bir kayanın üzerine düşürmüşlerdi. Bu hâdise çocuğunun düşmesine sebep olmuştu. Akan kan yüzünden hastalanmıştı. Vefatına sebep olarak bu hastalık zikredilir.683

678 İbn-i Hacer, el-isabe, c. 4, s. 312.
679 İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 306.
680 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 8, s. 33.
681 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 8, s. 36.
682 İbn-i Esir, Üsdû'l-Gabe, c. 8, s. 131.
683 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 2, s. 309; ibn-i Seyyid, Uyûnû'l-Eser, c. 2, s. 177.



Üç Meşhur Şahsiyetin Müslüman Olmaları
(Hicret 'in 8. senesi Sefer ayı)
Peygamber Efendimizle Müslümanların, Hz. Zeyneb'in vefatıyla, Hicret'in 8. senesine üzüntüyle girdiklerini söylemiştik. Ancak, bu acı olayı tatlı hâdiseler takib edince, üzüntü ve keder de ortadan kalkıyordu. Bu üzücü hâdiseden hemen sonra, Arab'ın üç meşhur şahsîyeti olan siyaset dahîsi Amr b. As, harb dahîsi684 Hâlid b. Velid ve Osman b. Talha, Medine'ye geldiler ve Hz. Resûlullah'ın peygamberliğini tasdik ederek İslâm dairesine girdiler.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Amr b. Âs, Hicret'in 7. yılında Habeşistan'da, Habeş Necâşîsinin telkin ve tavsiyesiyle Müslüman olmuş ve orada Peygamberimiz adına Necâşîye bîat etmişti.685 Bu gelişi ise, Hz. Resûlullah'a bizzat bîat etmek ve Müslüman olduğunu bildirmek içindi.
Üçünün Bir Araya Gelişi
Necâşînin telkiniyle Müslüman olan, Arab'ın siyaset dahîsi Amr b. Âs, Habeşistan'da bundan sonra fazla durmak istemiyor ve Resûl-i Ekrem'e bizzat bîat etmek üzere Medine yolunu tutuyordu.
Arapların kabul ettiği diğer dahîler şunlardı: Acele davranmayıp, işlerin neticesini beklemekte ve uslulukta Muaviye b. Ebî Süfyan, ânında karar vermekte Muğire b. Şu'be, büyük küçük her işte üstün görüşlü olmada Ziyad b. Ebih. 685 ibn-i Hişam, Sîre, c. 3, s. 290; Taberî, Tarih, c. 3, s. 103.
Bu sırada Mekke'den, yine aynı gayeyle iki kişi daha çıkmıştı: Hâlid b. Velid ve Osman b. Talha... Kader, bu üçünü, Hadde denilen mevkide bir araya getiriyordu.
Amr b. Âs, Hz. Hâlid b. Velid'e, "Ey Ebû Süleyman!.. Nereye ve ne için gidiyorsun?" diye sorarak maksadını öğrenmek istedi.
Hz. Hâlid anlattı: "Doğru yol artık apaçık belli oldu, mesele aydınlığa kavuştu: Bu zât, şüphesiz peygamberdir! Vallahi, ben hemen gidip Müslüman olacağım! Bundan sonra bekleyip durmam mânâsız! Zaten, aklı başında olanlardan İslâmiyete girmeyen pek kimse de kalmadı."686
Amr b. Âs, rahat bir nefes aldı. "Vallahi, ben de Muham-med'in yanına gitmek ve Müslüman olmak istiyorum!" diyerek, aynı maksadı paylaştıklarını söyledi. Sonra da hep beraber Hz. Resûlullah'ın huzuruna çıkıp Müslüman olmak istediklerini bildirmek üzere Medine'ye vardılar.
Üçü de Peygamberimizin Huzurunda
Bir zamanlar, "Bütün Kureyş Müslüman olsa, ben yine Müslüman olacağımı sanmam!" diyen, Peygamberimizin en şiddetli düşmanlarından, hattâ bir ara vücudunu ortadan kaldırma fırsatını bile arayan Amr b. As... Yine, bir zamanlar, müşrik ordularının başında, Müslümanlara karşı olanca cesaret ve maharetiyle çarpışan, İslâm Ordusunun Uhud'da mağlûbiyeti tatmasına sebep olan Hâlid b. Velid ve bir başka şahsiyet Osman b. Talha... Şimdi, bütün kötü niyetlerini bir tarafa bırakarak, hattâ unutarak, geçmişte yaptıklarının mahcubiyeti içinde Resûl-i Kibriya Efendimizin huzurunda bulunuyorlardı.
Müslümanlarda sevinç dalga dalga idi. Resûl-i Ekrem'in Müslümanlara söylediği ise şu idi:
"Mekke, ciğerparelerini kucağınıza attı!"687
Manzara ulvî olduğu kadar, ibretli ve ders de verici idi. İslâm'ın kılıçla, tahakküm ve zorla, tehdit ve korku ile yayılma-dığının, bilâkis ruh ve gönüllere tesir ederek, onları manen fethederek, kendini onlara beğendirerek intişar etmiş olduğunun açık seçik bir ifadesiydi bu kutsî manzara... Savaştan, kılıçtan, kavgadan korkmayan bu bahadırlar, hiçbir zorlama, hiçbir korku, hiçbir tehdit ve hiçbir aldatma olmadan, gönüllerinden gelen samimî bir arzuyla Hz. Resûlullah'ın huzurunda diz çökmüş duruyorlardı.
Gerçi, zor ve zulüm ile zahirî bir hâkimiyet, bir tahakküm kısa bir zamanda elde edilebilir; ama bu hâkimiyet geçici olur, devam etmez, ruh ve vicdanlara da tesir etmez. En büyük ve devamlı hâkimiyet ise, bütün fikirleri, kalb ve ruhları tesiri altına alarak ve kendini onlara zahiren ve bâtınen beğendirmek suretiyle elde edilen hâkimiyettir. İşte, bunu, İslâmiyet nâmına Peygamber Efendimiz gerçekleştiriyordu.
TEKER TEKER BÎAT...
Önce Hâlid b. Velid, Peygamber Efendimize sadâkat elini uzattı ve Müslüman olarak saadet dairesine girme eşsiz şerefine erişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, böyle bir bahadırın İslâm'la müşerref olup kendi safında yer almasından dolayı Allah'a hamd ve senadan sonra Hz. Hâlid'e, "Ben, zâten senin akıllı biri olduğunu biliyordum; bu akıllığının seni er geç hayra kavuşturacağını da ümit ediyordum!"688 dedi.
Ancak, Hz. Hâlid, o anda huzurunda bulunduğu Hz. Resû-lullah'a karşı geçmişte yapmış olduklarından dolayı mahçub ve mahzun idi. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu. Yaptıklarının kalbine ve ruhuna yüklediği ağır vebal yükünü üzerinden atıp, manen hafiflik ve huzura kavuşturacak bir yol arıyordu. Server-i Kâinat Efendimize bu hâlini arzetti: "Yâ Resûlallah!.. Sana karşı yapılmış olan harblerin hepsinde bulunduğumu biliyorsun. Benim bu husustaki vebal ve günahımın affı için Allah'a dua etsen..."
Resul-i Ekrem, "Ey Hâlid!.. İslâmiyet, kendisinden evvel işlenmiş olan bütün günahları siler, temizle." deyip, Hz. Hâlid'i manen rahatlattı. Arkasından da, "Allah'ım!.. Hâlid'in, kullarını Senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün gayretlerinden dolayı, yüklenmiş olduğu günahlarını affeyle!"689 buyurdu.
O andan itibaren Hz. Hâlid, güç ve kuvvetini ve harb dehasını İslâm Dininin yücelip yayılması, Hz. Resûlullah'ın muhafazası ve Müslümanların huzur içinde yaşayıp çoğalmaları için kullanacak ve bu uğurda gösterdiği kahramanlıklardan dolayı da Peygamber Efendimizden "Seyfullah [Allah'ın Kılıcı]" unvanını almaya hak kazanacaktır.
Sıra Osman b. Talha 'da
Hz. Hâlid b. Velid'den sonra, Peygamber Efendimizle soyu dördüncü dedesi Kusay'da birleşen Osman b. Talha, Müslüman olduğunu söyleyerek Resûl-i Ekrem'e bîat etti.690
Amr b. Âs 'in Bîatı
Müşriklere birçok siyasî taktik verip öğreten ve Müslümanlara en çok eziyet eden, Benî Sehm Kabilesine mensup Amr b. Âs da, mahçub ve o âna kadar yaptıklarının pişmanlığı içinde Peygamber Efendimizin huzurunda bulunuyordu. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu.691
Kendi tabiriyle, Resûl-i Ekrem Efendimize "şartlı bîat" etmek istiyordu; geçmiş günahlarının ve İslâm'a karşı yaptıklarının affı şartıyla...
Peygamber Efendimiz de, "Bîat et ey Arar!.." dedi ve ilâve etti: "Şüphesiz, İslâm, daha önce olmuş olanları siler, yok eder. Hicret de daha önce olanları siler, yok eder."692
Bu sözler, mahçub mahçub duran Amr'ın gönlünü rahatlattı. Daha dün, Hz. Resûlullah'a düşmanlıkta en şiddetliler arasında yer alan, hattâ "Bütün Kureyş Müslüman olsa ben yine olmam!" diyecek kadar ileri giden Amr, ruh, kalb, akıl ve bütün latifeleri îman nuruyla nurlandıktan sonra ise, "İnsanlardan hiçbiri, bana Resûlullah'tan (a.s.m.) daha sevgili ve daha yüce olmamıştır!"693 diyecektir.
Hz. Resûlullah'a bîat ettikten sonra, Amr b. As, Mekke'ye geri döndü.694
Resûl-i Ekrem, ileride göreceğimiz gibi, Hz. Amr b. Âs'ı birçok askerî birliğin başında vazifelendirecek ve Cenâb-ı Hakk onun eliyle İslâm'a birçok zafer kazandıracaktır. En meşhur fethi de Mısır fethi olacak; bu sebeple de "Mısır Fâtihi" diye anılacaktır. Şöyle demiştir:
"Vallahi, Müslüman oluşumuzdan beri mühim işlerde Resûlullah (a.s.m.), beni ve Hâlid b. Velid'i, ashabının hiçbirinden ayırmadı."655

686 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 290; Halebî, İnsanû'l-Uyûn, c. 2, s. 778.
687 Halebî, A.g.e., c. 2, s. 778.
688 ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 7, s. 395; Ibn-i Kesir, Sîre, c. 3, s. 453.
689 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 395. ba İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 5, s. 448. 691 İbn-i Kesir, A.g.e., c. 3, s. 449.
692 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 291; ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 4, s. 259.
693 Müslim, Sahih, c. 1, s. 112.
694 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 3, s. 291.
695 İbn-i Kesir, A.g.e., c. 3, s. 449.



Mute Muharebesi
(Hicret 'in 8. yılı Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 629)
Peygamber Efendimiz, sâdece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslâm'a davet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara peyk ve tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslâm'ı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) Valisine de, ashabtan Haris b. Umeyr elEzdî Hazretlerini nâmei hümâyunla göndermişti. Busra, o sırada bir beylik idi. Valisi ve ahalisi ırkan Arap oldukları hâlde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans'a tâbi bulunuyorlardı.
Elçi Haris Hazretleri, Dimaşk nahiyelerinden Belka'a bağlı Müte köyüne varınca, Bizans Kayserinin Şam valilerinden olan Şürahbil b. Amrû'lGassanî'nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Haris'in Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrendiği hâlde, onu hunharca öldürmüştü.705
Elçisinin şehid edildiğini haber alan Resûli Zîşan, pek ziyade müteessir oldu. Sahabei Güzin de fazlasıyla üzüldü. Zîra, o âna kadar Resûli Kibriya Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti.706 Haris, Hz. Resûlullah'ın şehid edilen ilk ve son elçisidir. Bu bakımdan, bu vahşîce cinayet çok büyük bir mânâ taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Resûlullah'ı ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hâdiseydi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslâm'a karşı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi, devletler arasında carî "Elçiye zeval olmaz." temel prensibini de ihlâl etmişti.
Hâdiseyi değerlendiren Resûli Ekrem Efendimiz, derhâl bir ordu teşkil etti; üç bin mücâhidden meydana gelen bu ordunun başına da, kendi âzadlısı olan Zeyd b. Harise'yi tâyin etti.
Resûli Ekrem, Zeyd b. Harise'yi kumandan tâyin ettiğini belirttikten sonra da, "Zeyd şehid olursa, yerine Cafer b. Ebû Tâlib geçsin! Cafer şehid olursa, Müslümanlar aralarında münasip birini kendilerine kumandan seçsin!"707 diye buyurdu.
Feraset sahibi Müslümanlar, bu ifadelerdeki ince mânâyı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, "Yâ Resûlallah, keski sağ kalsalar da kendilerinden faydalansak!" derken, Hz. Resûlullah hiçbir cevap vermeyip sustu.
Ya, sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar?.. Onlar da akıbetlerinin Hz. Resûlullah'ın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri hâlde, yola çıkmada zerre kadar tereddüt göstermediler, emri Peygamberî'ye ruhu canla itaat ettiler. Evet, onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı! Ama bu ölüm, normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm, onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehidlik... Gönüllerinde yatak tek gaye, İ'lâyı Kelimetullalı; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdet idi. İşte, onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi!
İSLÂM ORDUSUNUN MEDİNE'DEN UĞURLANIŞI
Üç bin kişilik İslâm Ordusu, bir vücut hâline gelmiş, harekete hazır bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz, beyaz bir sancak bağlayıp Komutan Hz. Zeyd'e verdi ve, "Haris b. Umeyr'in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslâm'ı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ; etmezlerse, Allah'ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!"708 diye emretti.
Bu tavsiyeden bile, İslâm Ordusunun intikam duygusundan uzak, İslâm'ı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâlâ anlamak mümkündür!
Mücâhidleri uğurlamaya Resûli Ekrem'le birlikte birçok Müslüman da Seniyyetû'lVeda'ya [Veda Yokuşuna] kadar gelmişti. Resûli Ekrem burada durdu ve mücâhidlere, "Ben, size, Allah'ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda Allah'ın ismiyle savaşınız! Ganimet mallara hıyanet etmeyiniz! Ahde vefasızlık göstermeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz! Kadınları, yaşlanmış pîri fânileri katletmeyiniz! Ağaçları kesip yakmayınız! Evleri yıkmayınız! Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş birtakım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!"709 diye emir ve tavsiyede bulunduktan sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd b. Harise'ye şunları emretti:
"Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma!
"Sonra, onları Muhacirler yurdu olan Medine'ye hicrete davet et! Dâvetine icabet ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!
"Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanlardan göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün kendileri hakkında da uygulanacağını, harb ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!
"Eğer Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye davet et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allah'ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!
"Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah'ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah'ın hükmüne göıre teslim alma; fakat, kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen, Allah'ın, onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin!
"Eğer muhasara altına aldığın kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah'ın ve Resulünün emanını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resulü adına eman verme! Fakat, kendi emanını, babanın emanını ve arkadaşlarının emanını ver! Çünkü, siz, kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu eman sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resulü adına vermiş olduğunuz eman sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha hafiftir."710
Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûli Kibriya Efendimiz, mücâhidlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, "Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ salim geri çevirsin!" diye dua ettiler.
Medine'ye dönen Resûli Kibriya Efendimizi ise, Abdullah b. Ravaha (r.a.), "Geride kalan, hurmalıkta kendisine veda ettiğim zâta; o en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selâm olsun!"711 diyerek selâmladı.
Artık, İslâm Ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine'den uğurlanmıştı. Hz. Fahri Âlem'in bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak, başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sinedeki yürekler, Hz. Resûlullah'ın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sînesine süzülen bu mücâhidler, kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa, Suriye hududunda bulunan, reisliğini Şürahbil b. Amr'ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat, hayır!.. Bu, işin sâdece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans İmparatorluğunun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu!
ŞÜRAHBİL'İN HAZIRLANMASI
Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücâhidler, uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam edij/orlardı.
Bu sırada Şürahbil'in kulağına, "İslâm Ordusunun Medine'den hareket ettiği" haberi ulaştı.
Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius'a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi'lKura'ya gelip konmuş bulunan İslâm Ordusuna karşı da, kardeşi kumandasında bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücâhidler, vuku bulan çatışmada Komutan Sedus'u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil'in gözünü korkuttu.
İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm Ordusu, Vadi'1Kura'dan ayrılarak Şam topraklarından Maan'a gelip konakladılar. Mücâhidler, burada korkunç bir haberle irkildiler: "Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan 100 bin askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harb âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş!"
Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de, Hz. Zeyd, mücâhidlerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:
"Resûlullah'a (a.s.m.) yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim; bize savaşacak er göndersin ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim!"712
O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki, konuşma sırası ona gelmişti. Bu, hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir kahraman olan Abdullah b. Ravaha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusuna, "Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzuyla yola çıktığınız şehidliktir! Biz, insanlsırla, ne sayıca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah'ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz.! Gidiniz, çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!.."713 diye kahramanca cevap verdi.
Mücâhidler, bu samimî ve yürekten sözleri, sanki Abdullah b. Ravaha'dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. îman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nurânî birer alev hâlini aldı ve "Vallahi, Ravaha'nın oğlu doğru söylüyor!" diyerek, cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
HESAPLAŞMANIN BAŞLAMASI
Tarih, Hicret'in 8. yılı, Cemaziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Müte Meydanı idi.
Bir tarafta 100 bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans Ordusu; diğer tarafta, üç bin kişilik, görünüşte hasmına kıyasla gayet az ve harb malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm Ordusu... Birincisinde her şey var, bir tek şey yok; ikincisinde ise düşmana nisbetle hiçbir şey yok, sâdece bir tek şey var: îman... Uğrunda her şeylerini feda etmek duygusuyla harekete geçen, dinlerinin sahibi Allah'a îman ve O'nun yardımına olan itimat!
Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garib bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir avuç insanı görünce, hâdiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki, kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil'i de tekdir etti.
Ne var ki, Kayser, iki şeyi birbirine karıştırıyordu: Görünüş ile hakikati... Evet, görünüşte gerçekten Bizans Ordusu gözleri kamaştırıcı bir haşmete sahipti; ama hakikatte bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslâm Ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silâhça güçsüzdü; ama hakikatte bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmanın, büyük ruhun ve haşmetli mânânın olagelmiştir.
İki taraf, artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak manasızdı.
İslâm Ordusunun kumandanı Hz. Zeyd b. Harise, Resûli Kibriya'nın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma, şimşek çakışları sür'atinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryadları ve harb naraları birbirine karıştı.
Hz. Zeyd'in Şehâdeti
Bir elinde beyaz sancak, düşmanla göğüs göğüse, kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine mâruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanlan etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve feda etmenin manevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.714
Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd'in şehid olduğunu gören, Hz. Resûlullah'ın talimatı gereği sancağın yeni sahibi, yeni kumandan Hz. Cafer, bir ok sür'atinde sıçrayarak o mübarek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.715 Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak, safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd'in şanlı, şerefli akıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış; olsun! Kuvvetliymiş; ne çıkar? Yiğit, her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zâten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyle yerine getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı?.. Olsun; ebedî bir hayat var ya!.. Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeler kazanmak az şey mi?
Hz. Cafer de Şehid Düştü
Kumandan Hz. Cafer gibi, her mücâhid aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kutsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm Ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslâm Ordusu kârlı çıkacaktı. Galib olursa, hem maddî hem manevî zaferi elde etmiş olacaklar; mağlûb olup şehid olurlarsa, manevî zaferi şanlı, şerefli bir destan hâlinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telâşları, endişe ve tereddütleri yoktu.
Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddit gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
Ne var ki, Hz. Cafer'in de mukadder akıbeti yaklaşıyordu. İnen hain bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayâlinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ'lâyı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resuller Resulünün teslim ettiği İslâm'ın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübarek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kollarıyla sarıldı.716 Artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi!.. Bu ne haşmetli îman, bu ne büyük ideal, bu ne kutsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hâdiseyi Hz. Cafer (r.a.) bizzat yaşıyordu; evet, bizzat yaşıyordu.
Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Cafer'i de Hz. Zeyd'in kavuştuğu şehidlik mertebesine çıkardı.717 Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının vücuduna baktıklarında, 90'dan ziyade mızrak, ok ve kılıç yarası görüyorlardı.718
Sancak, Abdullah b. Ravaha 'nın Omuzunda
Kumandanlık sırası Abdullah b. Ravaha Hazretlerine gelmişti.
Atının üzerinde, ak sancak omuzunda, düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis, bu vaziyette iken bile onu vesvese ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiçbir zaman yanından ayrılmayan nefsi... Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:
"Ey nefsim!.. Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden razı olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm! Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden 'İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.' diyen ağlamaklı sesler yükseliyor. Anladığım kadarıyla, sen pek Cennet'ten hoşlanmamış görünüyorsun! Yıllardır, hâlâ itminana ermemişsin! Ey nefsim, sen şimdi öldürülmezsen, daha hiç ölmeyecek misin ki?.. İşte, ölüm gelip çattı; arzu etmediğin hâlde!.. Eğer o iki kişinin yaptığını yapar, şehidliği tercih edersen, en isabetli işi yapmış olursun! Eğer gecikirsen, bedbaht olursun!"719
Nefsini mağlûb eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi; parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı koparttıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan îman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek lokma almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu... Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki, Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, "Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün!" diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.720
Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı yüce makama erişti.721
İSLÂM ORDUSUNUN DAĞILMASI
Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm Ordusu, düşman karşısında dağıldı. Mücâhidler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada birkaç mücâhid şehid oldu.
Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullah'ın azız sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah b. Ravaha şehid olunca, Ebû'lYeser Ka'b b. Umeyr eline alarak mücâhidlerden Sabit b. Akrem'e vermişti. Bu sahabî de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplanmaya çağırmıştı. Mücâhidlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez tarafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan sahabî Sabit b. Akrem, toplananlara, "Ey mücâhidler topluluğu!.. Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!" diye seslendi.
Mücâhidler, "Biz, seni kumandan seçtik, biz sana razıyız!"722 dediler.
Ne var ki, Sabit Hazretlerinin, gözü bir başkasındaydı: Orduya, İslâm'daki sadâkat ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid b. Velid'di bu!.. "Ben bu işi yapamam!" diyen Sabit b. Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid'e, "Ey Ebû Süleyman!.. Gelip, alsana şu sancağı!.." diye seslendi.
Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid, bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
"Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın! Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun!"723
Evet, Hz. Hâlid'in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat, çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm Ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sabit b. Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid'e tekrarladı: "Al, Resûlullah'ın şu bayrağını!.. Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin!"
Sonra da Hz. Hâlid'in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, "Hâlid'i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?" diye seslendi.724
Gözlerini bu kahraman sahabînin üzerinden ayırmayan mücâhidler, hep bir ağızdan "Evet!.." dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullah'ın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlıyarak yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık kumandan, Hz. Hâlid'di!
Peygamber Efendimizin, Muharebe Safhalarını Haber Vermesi
Bütün bunlar olup biterken, Resûli Kibriya Efendimiz, harbe iştirak etmeyen ashabıyla birlikte Medine'de bulunuyordu. Medine neresi, Müte neresi?.. Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbin göze sahip Resûli Kibriya için kısaldı ve âdeta harb, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşçasına çarpışmanın safahatını ashabına teessür içinde teker teker anlattı: "Zeyd b. Harise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah'tan af dileyiniz! Sonra sancağı Cafer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah'tan af dileyiniz! Sonra sancağı Abdullah b. Ravaha aldı. O da şehid oldu! Bu kardeşiniz için de Allah'tan af dileyiniz!"725 Sonra da, mübarek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:
"Abdullah b. Ravaha'dan sonra, sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte, şimdi tandır tutuştu, harb kızıştı! Allah'ım, sen ona yardım et!"726
Bu durum, Cenâbı Hakk'ın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir!
KUMANDAN HÂLİD B. VELİD
Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini, yayından kopmuş oklar hâlinde mücâhidler takib ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da birçok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
Hz. Hâlid'in Taktiği
Bilindiği gibi, o zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi: Sabahleyin, herkes işine gücüne gider gibi, asker silâhını kuşanır, harb meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı; akşam olunca da, yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
Hz. Hâlid, kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Hâlid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harb sanatında, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mahirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, birtakım plânların ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.
Gün doğusuyla birlikte İslâm Ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm Ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı: "Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmiş. Baksanıza, şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir."
Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli bir ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor, birbirlerine "Ne yapacağız!" der gibi manâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.Düşman birlikleri ise, karşılarında yeni sımalar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zanına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
Kahraman ve maharetli Hz. Hâlid, bu taktiğiyle düşmanın manen sarsıldığını farkedince, vakit kaybetmeden mücâh idlere hücum emri verdi. Yeniden harbe girmişçesine şiddetli hücuma geçen mücâhidler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ'lâyı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O, görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu, çâreyi kaçmakta buldu! Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.
Allah'ın, Müslümanları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid'in elinde tam yedi kılıç parçalandı. Yedi kılıç parçalanırken, kim bilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
Mücâhidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, Yüce Allah'a hamdetti. Onun hamdine mücâhidler de, kendilerine umulmadık bir anda bu fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
Hz. Hâlid'in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücâhidler, kendilerinin aşağı yukarı 4050 misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak, henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın, bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslâm'ın izzetini, şerefini, sânını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zâten, düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sâdece seyirci kaldı, belki de sevindi.
Böylece, Hz. Hâlid'in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş ve bir avuç İslâm mücâhidi, düşman diyardan, tereyağından kıl çekercesine geri çektirilerek yok olmaktan kurtarılmıştı.
Bu, Yüce Allah'ın gerçekten büyük bir lûtfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm Ordusu sâdece 15 kadar şehid vermişti.730
MEDİNE'YE DÖNÜŞ
Hz. Hâlid, Allah'ın yardımıyla mahvolmaktan kurtardığı ordusuyla Medine'ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm Ordusunu takib etme cesaretini bulamamaları, elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücâhidler, Medine'ye, parlak bir zaferi kazanmanın vekar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada, mücâhidlerden Ya'la b. Ümeyye, önden giderek, henüz ordu Medine'ye varmadan Hz. Resûlullah'ın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûli Kibriya, "İstersen, olup bitenleri, ben sana anlatayım!" buyurdu ve harb safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya'la, "Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen mücâhidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın!"731 dedi.
Resûli Kibriya Efendimiz ise, "Allah, yeryüzünü (aradaki mesafeyi) ortadan kaldırdı; ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm!"732 buyurdu.
Peygamberimizin, Hz. Cafer'in Şehid Olduğunu, Ailesine Haber Vermesi
Hz. Cafer'in Müte'de şehid olduğu gündü.
Resûli Kibriya Efendimiz, harbin safahatını anlatıp üç kumandanın şehid olduğunu Ashabı Kiram'a haber verdikten sonra, Hz. Cafer'in evine gitti.
Hz. Cafer'in hanımı Esma binti Ümeys, her şeyden habersiz, işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Ey Esma!.. Cafer'in oğulları nerede?" diye sordu.
Hz. Esmâ'nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullah'ın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûli Kibriya Efendimiz, onları bağrına bastı, öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte o anda, Hz. Esmâ'nın yüreği dağlanır gibi oldu. "Yâ Resûlallah," dedi, "anam babam sana feda olsun! Sen niçin ağlıyorsun? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?"733
Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi: "Evet, onlar bugün şehid oldular!"734
Hz. Esmâ'nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar, başına toplandılar. Hz. Resûlullah'ın ona emri şu oldu:Daha sonra Efendimiz, Hânei Saadetine geldi; zevcelerine, "Cafer Ailesi için yemek yapmayı ihmâl etmeyiniz." buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Cafer'in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi. İslâm'da ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
Peygamber Efendimiz, Hz. Cafer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.736
Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Cafer'in kesilen iki eline karşılık, Cenâbı Hakk'ın ona iki kanat verdiğini ve Cennet'te, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona "Caferi Tayyar" denilmiştir.737
Peygamber Efendimizin, Zeyd b. Harise 'nin Kızının Bakışına Dayanamayıp Ağlaması
Henüz, İslâm Ordusu Müte'den Medine'ye dönmemişti.
Hz. Resûlullah, bir ara, harbte şehid olan Zeyd b. Harise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûli Kibriya'nın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.
Sa'd b. Ubade Hazretleri, "Yâ Resûlallah, nedir bu?.." diye sordu.
Efendimiz izah etti: "Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir."738
İslâm Ordusunun Karşılanışı
Oldukça sıcak bir gündü.
Hz. Resûlullah'ın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen, artık Zeyd Ordusu değil, "Seyfullahi'sSarim [Allah'ın Keskin Kılıcı]" unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid Ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret âbidesini andıran mücâhidler, üç kumandan dâhil 15 kadar mücâhidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâm'a parlak bir zafer kazandırmanın vekar ve sevinci içinde, Medine'ye, semâda süzülen parlak yıldızlar misâli akıyorlardı.
Bu sırada Resûli Ekrem, Ashabı Kiram'a, "Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım!" buyurdu.
Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhâl bu emre itaat edip mücâhidleri karşılamak üzere âdeta Medine'yi tamamen boşalttılar.
Kâinatın Efendisi de, bu mücâhidleri karşılamaya çıkıyordu; onlara "Hoş geldiniz." demeye gidiyordu. Çocuk çocuk herkes onun etrafını yıldız misâli sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, ktıtsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Cafer'in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi; yoluna öylece devam etti.
Medine'nin Cüruf mevkiinde, mücâhidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
Bu arada, mücâhidlerin kulağına bazı nahoş sözler geldi: "Allah yolunda savaşmaktan kaçan kaçaklar!.."739 Mücâhidler, işittikleri bu sözlerden üzüntü duydular; durumu Hz. Resûli Ekrem'e şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi, "Sizler, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!"740 buyurarak onları teselli etti.
Hz. Resûlullah'ın bu sözleri üzerine, Müslümanlar da, mücâhidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.



Beni Mürre, Zatü'sSelasil ve Sifü'lBahr Seferleri
(Hicret 'in 8. senesi Sefer ayı)
Hendek Muharebesinde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû Süfyan b. Harb kumandasındaki 10 bin kişilik ordunun 400'ünü Benî Mürreler teşkil etmişlerdi;696 ayrıca, Resûli Ekrem Efendimizin Hicret'in 7. yılında kendilerini cezalandırmak için gönderdiği Beşir b. Sa'd kumandası altındaki 30 kişilik mücâhid birliğinin 28'ini de şehid etmişlerdi.697
Resûli Ekrem Efendimiz, bu İslâm düşmanı kabileye de gereken dersi vermek istiyordu. Bunun için Galib b. Abdullah'ı 200 kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.
Galib b. Abdullah, emrindeki mücâhidlerle Benî Mürrelerin çok yakınına kadar sokuldu. Orada mücâhidlere bir hitabede bulundu. Özetle, "Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü, Resûlullah (a.s.m.), 'Benim kumandanıma itaat eden bana itaat etmiş, ona itaatsizlik eden de bana itaatsizlik etmiş olur.' buyurmuştur. Buna binâen, siz, her ne zaman bana itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize itaatsizlik etmiş olursunuz."698 dedi.
Mücâhidler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoğunu öldürdüler, kadın ve çocuklarını da esir aldılar; birçok deve, sığır ve davarı ise ganimet olarak ele geçirdiler.
HZ. ÜSAME'NÎN, BİR ADAMI MÜŞRİK SANARAK ÖLDÜRMESİ
Hz. Üsame b. Zeyd, Mirdas b. Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu, Kumandan Galib b. Abdullah'a anlattı.
"Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam 'Lâ ilahe illallah.' dedi."
Galib b. Abdullah, "Peki, bunun üzerine kılıcını kınına soktun mu?" diye sordu.
Hz. Üsame, "Hayır.. " dedi, "Vallahi, boyun damarını kesmedikçe vazgeçmedim!"
Mücâhidler hep birden, "Vallahi," dediler, "sen, emredilmeyen kötü bir iş yaptın; 'Lâ ilahe illallah.' diyen bir adamı öldürdün!"
Hz. Üsame, yaptığına son derece üzüldü.
Galib b. Abdullah bundan sonra emrindeki mücâhidlerle Medine'ye döndü.
"Adamın Kalbini Yardın mı? "
Medine'ye gelince, Hz. Üsame, hâdiseyi Peygamber Efendimize anlattı.
Resûli Kibriya, hiddetle, "Ey Üsame!.. Demek, sen, 'Lâ ilahe illallah.' demiş olan bir adamı öldürdün, ha!.." diye buyurdu.
Hz. Üsame, mazeret beyan etti: "Yâ Resûlallah!.. O, ancak silâhtan korktuğu için 'Lâ ilahe illallah.' demiştir!"
Resûli Ekrem Efendimiz, bu mazeret beyan edişe daha da hiddetlendi; "Bari, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi yoksa yalandan mı söylediğini öğrenseydin ya!.." buyurdu.700
Hz. Resûlullah'ın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Üsame der ki:
"Resûlullah (a.s.m.), bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, 'Keski, o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım!' diye içimden temenni ettim."701
Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki, Hz. Üsame'nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalâğa ile ifadesidir. Hz. Üsame, bu adamın kelimei tevhidi getirmesine ehemmiyet vermeyip öldürürken, "Kâfirlerin, Bizim azabımızı gördükleri zamandaki îmanları kendilerine fayda vermeyecektir."702 mealindeki âyetin zahiriyle istidlal etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz, sâdece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi.
"Size, selâm veren ve Müslümanlık şiarını [alâmetini] gösteren kişiye, 'Sen mü'min değilsin!' demeyiniz."703 mealindeki âyeti kerîme de bu hâdise üzerine nazil olmuştu.
ZÂTÛ'SSELÂSİL SEFERİ
(Hicret 'in 8. senesi Cemaziyelahir ayı / Milâdi 629)
Bazı Arap kabîleleri, Müte Harbinin neticesini Müslümanlar için zahirî bir mağlûbiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki, Medine'ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kuzaa, Beliy, Cüzzam, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.741
Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhâl Amr b. As Hazretlerini yanına çağırdı ve, "Ey Amr!.. Silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini üzerine giy ve hemen yanıma gel!" buyurdu.
Hz. Amr, hemen gidip silâhını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı.
Resûli Ekrem, "Ey Amr!.." dedi, "Seni selâmete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum!"
Hz. Amr, "Yâ Resûlallah!.. Ben zengin olayım diye Müslüman olmadım; hiçbir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum!" diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Resûli Kibriya Efendimiz, "Ey Amr!.. Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalasına ne güzel yaraşır!"742 diye buyurdu.
Resûli Ekrem Efendimizin Amr'ı tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr'm, Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Babaannesi Beliy Kabîlesindendi. Amr'ı göndermekle, onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu!
Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâm'a davet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensâr'dan müteşekkil 300 mücâhidle Medine'den yola çıktı. Müşrik kabilelerin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine, ashabtan Rafı b. Mekis'i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine'ye gelen bu sahabî, durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûli Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensâr ve Muhacir'in ileri gelenlerinden birçok kimse vardı.
Resûli Ekrem Efendimiz, Amr b. Âs'la buluşup hep birlikte hareket etmelerini de Hz. Ebû Ubeyde'ye sıkı sıkıya tembih etti.743
Takviye birliği sür'atle yol alarak Hz. Amr'in yardımına yetişti.
Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, "Sizin de kumandanınız benim!.. Çünkü, Resûlullah'a haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim!" dedi.
Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri, kendi birliğine kumandanlık etmek istedi ve, "Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım; sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!"744 diye karşılık verdi.
Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullah'ın tembihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi. "Ey Amr!.. Resûlullah'ın (a.s.m.), Medine'den ayrılırken en son sözü, 'Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilâfa düşmeyiniz.' emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim."745 dedi.
Böylece, başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr b. As Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücâhidlere o kıldırmaya başladı.746
Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sert idi. Mücâhidler, ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de Kumandan Hz. Amr, buna kat'iyetle müsaade etmedi. Bu durum, ashabın itirazına sebep oldu.
Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince, Hz. Amr b. As, "Sen, beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?" diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, "Evet..." dedi.
Bunun üzerine Hz. Amr, "O hâlde, neye emrolundunsa onu yap!"747 dedi.
Hz. Ömer, bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr'a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mâni oldu ve, "Bırak onu; istediğini yapsın. Resûlullah (a.s.m.), onu ancak harbteki mahareti sebebiyle başımıza kumandan tâyin etti. Mademki o şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz."748 diye konuştu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.
Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücâhidlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücâhidler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiçbir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti; fakat, yakılmadığı takdirde düşman, mücâhidlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti: Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi; ancak onlar da bir müddet sonra mücâhidlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.749 Harb sanatını iyi bilen Komutan Amr (r.a.), kaçanları, "Mücâhidlere bir pusu kurulmuş olabilir." ihtimalini göz önüne alarak takibten vazgeçti. İslâm Ordusu, gayesine ulaşmış olmanın huzurunu içinde Medine'ye döndü.
Amr b. Âs 'in Peygamberimize Suali
Mücâhidlerle Medine'ye dönen Kumandan Amr b. Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:
"Resûlullah (s.a.v.), beni askerî bir birliğin başında Zatü'sSelâsiPe göndermişti. Askerî birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu.
'"Resûlullah'ın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer'in başına kumandan tâyin ederek göndermezdi.' diye içime doğdu.
"Hemen Resûlullah'ın yanına varıp, 'Yâ ResûlullahL Halkın sana en sevgilisi hangisidir?' diye sordum.
"'Âişe'dir.' buyurdu. '"Erkeklerden kimdir?' diye sordum. '"Âişe'nin babasıdır.' buyurdu. '"Ondan sonra kimdir?' diye sordum.
'"Ondan sonra Ömer'dir.' buyurdu; birtakım erkeklerin daha isimlerini saydı.
"Kendi kendime, 'Artık bu sorumu tekrarlamayayım!' dedim ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum!"750
Hakikatı hâlde, Amr b. Âs Hazretleri, Ashabı Kiram'in büyüklerindendi. Fakat, o vakit sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zât ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabaka vardı. İşte, bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.
SİFÛ'LBAHR SEFERİ
(Hicret 'in 8. senesi, Receb ayı)
Resûli Ekrem Efendimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı Muhacir ve Ensâr'dan müteşekkil 300 kişilik bir birliğin başına kumandan tâyin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.751 Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te'dip edip gereken dersi vermekti. Mücâhidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.
Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeye kalkan mücâhidler, nihayet Sifû'lBahr'e [Deniz Sahili] vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada, Rezzakı Zülcelâl, denizden, dalgalarla, kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.752 Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler. Hiç kimseyle karşılaşmayan mücâhidler, Medine'ye döndüler. Mücâhidler, Peygamber Efendimize, deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular. Peygamber Efendimiz, "O, Allah'ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır." buyurdu ve ilâve etti: "Yanınızda, o balığın etinden bir şey varsa, bize de yedirseniz!.."
Mücâhidlerden bir kısmı, yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de bir parça verdiler. Efendimiz ondan yedi.



Mekke'nin Fethi
(Hicret'in 8. senesi Ramazan ayı Cuma/Milâdî 630 Ocak)
Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kabe'nin bulunduğu şehir... O Kabe ki, "çok mübarek ve âlemlere hidâyet olan Bayt'tir."754 Mübârekiyeti ve hidâyete vesile oluşu Tevhidi İlâhî'nin mücessem bir delili olmasından ileri gelmekte. İlk banisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa etmişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat temelleri sabit kalmıştı. Ebû'lEnbiya [Peygamberlerin Babası] lakabıyla anılan Hz. İbrahim, Allah'ın emir buyurmasıyla, oğlu Hz. İsmail'le birlikte, bu temel üzerine Kabe'yi yeniden inşa etmişler ve Kabe "tevhid" inancının yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.
Ancak, yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancından uzak yaşayan, hattâ bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu.
Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.
Gayretullah'a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim'in ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalb ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübarek mabedin ve bu mabedin içinde bulunduğu Mekke'nin bir an evvel müşriklerin kirli ellerinden kurtarılması gerekiyordu. Hz. Fahri Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu. Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü, Müslümanlar henüz az ve zaîf bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gücüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik, Medine'nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.
Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslâm'ın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde, bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi.
Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygamber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenâbı Hakk'ın müsait şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.
Nihayet, Hicret'in 8. yılında İslâm olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslâm'ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudileri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskocaman Bizans İmparatorluğuna Müte Harbiyle gözdağı verilmişti.
Bütün bunlar, İslâm'ın ve Müslümanların, önüne geçilmesi imkânsız, büyük bir kuvvet hâlini almış olduğunu ortaya koyuyordu.
Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve gerekli imkânları Cenâbı Hakk ihsan etmişti.
Ancak, ortada bir mâni vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler 10 sene birbirleriyle harb etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.Ahde vefada zirve noktada bulunan Resûli Kibriya Efendimiz, bu kutsî gayesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.
Zahirî Sebep
Kalblerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüzden geçen her arzuyu bilip cevap veren Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zâten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki sene evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.
Cenâbı Hakk, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Anlaşmasının bir maddesi, Kureyş'in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himayesine girebilme hakkını tanıyordu.755 Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa Kabîlesi, Hz. Resûlullah'ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir Kabîlesi ise müşriklerin himayesini kabul ederek onların tarafını tutmuştu.756
Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı. İhtimal bu düşmanlık neticesidir ki, eskiden beri Peygamberimizin dedesi Abdûlmuttâlib'le anlaşmalı ve müttefik bulunan Huzaalılar, Hz. Resûli Ekrem'in safında yer alınca, Benî Bekirler de müşriklerin himayesine girmişlerdi.
Nübüvvet nurunun Mekke'de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabîle, bu nur sayesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çekiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhüne kadar devam ediyordu. Ancak, bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyorlardı. Bahaneler arayarak hâdise çıkarma yoluna gidiyorlardı.
BENİ BEKİRLERİN, HUZAALILARA SALDIRMASI
Bir gün, Benî Bekir Kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Resûlullah'ı hicv ve tahkire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekir Oğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.757 Kureyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Bekirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Sulh Anlaşması gereğince emin bulunan Huzaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunmayan Huzaalıları, tâ Mekke'nin içine kadar kovalarlar, Harem'de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Neticede, çarpışma, Huzaalılardan 23 kişinin öldürülmesiyle son bulur.758
Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silâh gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat, bunu Peygamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.759 Ancak, Huzaahlar, bunları tanımışlardı.
Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat, bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hattâ korkuyorlardı.
Peygamberimizin, Durumu Haber Alması
Aradan sâdece üç gün geçmişti.
Huzaalı Amr b. Salim, beraberinde kabilesinden 40 kişiyle Medine'ye gelerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arzetti ve yardım talebinde bulundu.
Peygamber Efendimiz, hâdiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.761
Kureyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neticeler doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!
...Ve Allah, bu hâdiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâbei Muazzama'da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zahirî sebep kıldı.
Müşriklere Verilen Ültimatom
Resûli Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:
"Yâ Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir Kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!"
Kureyş 'in, Teklifleri Reddetmesi
Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, akıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Peygamberimizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de te'yid etmiş oldular. Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya başladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe îmandan mahrum kalblerini bir korku sardı. Hz. Resûlullah'ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyân'ı Medine'ye gönderdiler. "Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat." dediler.762
EBÛ SÜFYAN, MEDİNE'DE
Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Peygamberimizle görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Anlaşmasının yenilenmesini, hattâ müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. Ancak, son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak olamayacaklardı. Çünkü, Resûli Ekrem, daha henüz Ebû Süfyan, Medine'ye gelmeden, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:
"Ebû Süfyan, Hudeybiye Anlaşmasını takviye etmek ve mütâreke müddetini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nail olmadan öfkeyle geri dönecektir."763
Ebû Süfyan ve Kızı
Ebû Süfyan, Medine'ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkmadan önce, Ezvacı Tâhirat'tan olan kızı Hz. Ümmü Habibe'nin evine gitti.
Baba henüz îman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûli Ekrem'in pâk zevcesi... Ebû Süfyan, Hz. Resûlullah'ın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan, "Kızım," dedi, "anlayamadım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?" diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, "Bu, Resûlullah'ın (s.a.v.) minderidir. Sen ise şirk içindesin! Senin gibi birisinin Resûlullah'ın minderine oturmasına gönlüm asla razı olamaz!"764 diye cevap verdi.
Evet, Allah ve Resulünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin üstündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatınyla değiştirilemez; onlara muhabbet, şâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü, insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resulüne olan samimî muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddî hürmettir.
Ebû Süfyan, kerîmesinin bu hareketi üzerine, "Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!" diyerek kızgınlığını ifade etti.
Hz. Ümmü Habibe, "Hayır!.. Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyeti nasîb etti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun!" dedikten sonra ilâve etti: "Babacığım!.. Senin gibi, Kureyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslâmiyete uzak kalır?"
Ebû Süfyan'm kızgınlığı daha da arttı. "Yazıklar olsun sana!.." dedi, "Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapageldiklerini bırakıp Muhammed'in dinine gireceğim, öyle mi?" dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe'nin yanından öfkeyle ayrıldı.765
Ebû Süfyan 'in, Peygamberimize Müracaatı
Kerîmesi Hz. Ümmü Habibe'nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Resûlullah'ın yanına vardı.
"Ey Muhammed!.." dedi, "Hudeybiye Muahedesini yenile ve mütâreke müddetini de uzat!"
Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan!.. Sen bunun için mi geldin?" diye sordu.
Ebû Süfyan, "Evet, bunun için geldim!"
Resûli Ekrem, "Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz! Yoksa siz, bir hâdise çıkarıp onu bozdunuz mu?" diye sordu. Ebû Siifyan, bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve, "Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen muahedenin yenilenmesini istiyoruz." diye, "hiçbir şey olmamış gibi" konuştu.
Resûli Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sustu.766
Ebû Siifyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl kurtulabileceğini de bir türlü kestiremiyordu.
Hz. Resûlullah'tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir'e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.
Hz. Ebû Bekir, "Bu benim değil, Resûlullah'in bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!" diye cevap verdi.
Ebû Süfyan, "Öyle ise, beni himayene al ve bunu halka bildir." dedi.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah'a sadâkatini bir kere daha belgeledi. "Benim himayemde bulunanlar," dedi, "Resûlullah'ın himayesinde bulunanlardır!"767
Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer'e başvurdu; "Muahedeyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!" dedi.
Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle, "Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?" dedikten sonra ilâve etti: "Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullah'tan şefaat dilemeyeceğim! Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım!"7''8
Ebû Süfyan 'in, Hz. Osman ile Hz. Ali 'ye Başvurması
Kendi kendine "Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim!" diye mırıldanıp Hz. Ömer'in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman'ın yanına gitti. "Ey Osman!.." dedi, "Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile ve müddetini uzat! Çünkü, sahibin seni hiçbir zaman reddetmez."
Hz. Osman, "Benim himayemde bulunanlar, Resûlullah'ın (a.s.m.) himayesinde bulunanlardır."769 diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifade etti.
Ebû Süfyan'ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanıyordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali'ye başvurdu. "Benim en yakım akrabamsın! Bu akrabalık hakkı için, Resûlullah'a gidip, bu muahede işinin yenilenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!" dedi.
Hz. Ali'nin de cevabı diğer Ashabı Kiram'ınkinden farklı olmadı. "Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!.." dedi, "Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm(a.s.m.) bir işe karar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu, Resûlullah'ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!"770
Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile, "Peki, ey Ali, bana bu hususta bir öğüt ver!" dedi.
Hz. Ali, "Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey bilmiyorum! Ama sen, Benî Kinanelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için, himayene aldığını ilân et! Sonra da yurduna çık git!" dedi.
Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı. "Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!" diyerek Hz. Ali'nin yanından ayrılıp Mescidi Nebevî'ye vardı.771
Ebû Süfyan, manen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi halledememenin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescidi Nebevî'de ayakta dikildi ve, "Ey insanlar!.. Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himayeme aldım; haberiniz olsun!" dedikten sonra ürkek ürkek ilâve etti: "Muhammed'in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum." Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efendimizin yanına vardı. "Yâ Muhammedi.." dedi, "Zannetmem ki, bu himaye sözümü reddedesin!"
Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan!.. Bunu sen söylüyorsun, ben değil!" buyurdu.
Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke'nin yolunu tuttu.
Ebû Süfyan, Mekke 'de
Mekke'ye varan Ebû Süfyan'a Kureyşliler, "Neler yaptın, anlat bakalım!" dediler. Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mahcubiyet ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.Kureyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı!
FETHE HAZIRLIK
Resûli Ekrem Efendimiz, artık kat'î kararını vermişti: Sefere çıkılacak. Ancak bu kararını, daha doğrusu, Kureyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini, son derece gizli tutmak istiyordu. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi. Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvuruyordu. Çünkü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil!.. Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslâm'a kayabilirdi. Böylece de îman nîmetini elde etmiş olabilirlerdi! O hâlde, düşmanı tamamen imha etmek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.
Bu sebepledir ki, Mekke Seferinde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hattâ, Hz. Âişe Vâlidimize sâdece, "Yol hazırlığımı yap." demekle yetiniyordu. Ayrıca, bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü, Mekkei Mükerreme gibi mübarek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbei Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmeksizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi:
"Allah'ım!.. Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hâle getir! Beni, birdenbire görüp işitsinler!"774
Hattâ, Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katade Hazretlerini askerî bir birlikle İzam Vadisi tarafına gönderdi.775 Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.
İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûli Ekrem Efendimiz, bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmalarını emir buyurdu.776
O zamana kadar Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, "Allah'a ve âhiret gününe inanan, Ramazan başında Medine'de hazır bulunsun!" diye haber gönderdi.777
Nebîyyi Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabîle, Ramazan ayı başında Medinei Münevvere'ye gelmeye başladı.
Medine 'den Hareket (Ramazan ayının ilk günleri idi.)
Gönülleri Allah ve Resulünün muhabbetiyle coşup taşan 10 bin mücâhid, Medine'de hazır bekliyordu.778 Bunların 700'ü Muhacirlerdendi. Beraberlerinde 300 at vardı. Ensâr'ın mevcudu ise dört bin idi. Onların da yanında 500 at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen Müslümanlar teşkil ediyordu.
Resûli Kibriya Efendimiz, Medine'de yerine Ebû Rühm Külsüm b. Husayn'ı vekil bıraktı.779
Bu haliyle İslâm Ordusu, hareket için Hz. Resûlullah'ın emrini bekliyordu.
Müşriklere Gönderilen Haber İslâm Ordusu harekete hazır bekliyordu.Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Mikdad b. Esved'e şu emri verdi:
"Sür'atle gidiniz! Hah Bahçesine vardığınızda, hayvan üzerinde, yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getiriniz!"780
Bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, üç sahabî, son sür'at yol alıp Hah Bahçesine vararak orada kadını buldular.
Kadına, "Yanındaki mektup nerede?" diye sordular.
Kadın, "Benim yanımda mektup filân yok!" diye cevap verdi.
Bunun üzerine kadının devesini ıhdırdılar. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar, fakat mektup nâmına bir şey bulamadılar.
Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, "Allah'a yemin ederim ki," dedi, "Resûlullah (a.s.m.), hiçbir zaman hilâfı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü başını arar, elbiseni çıkartırız!"
Kadın, "Siz Müslüman değil misiniz?" dedi.
Mücâhidler, "Evet, Müslümanız; ama Resûlullah (a.s.m.), bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi." diye konuştular.
Kadın, kurtuluş çâresinin kalmadığını anlamıştı. Mücâhidlere, "Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz." dedi.
Sahabîler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali'ye uzattı.781
Vazifeli sahabîler, mektubu alıp Hz. Resûlullah'a getirdiler.
Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, "Bedir ashabı"ndan olan Hatıb b. Ebî Beltaa tarafından, müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı!782
Peygamber Efendimiz, derhâl Hz. Hatıb'ı huzuruna çağırdı. Hz. Hatıb gelince, mektup kendisine okundu.Resûli Ekrem, "Bu mektubu tanıdın mı?" diye sordu. "Evet, tanıdım!" dedi."Bunu sen mi yazdın?" Hz. Hatıb inkâr etmedi: "Evet, ben yazdım!" Peygamber Efendimiz, "Bunu niçin yaptın?" diye sordu.
Hz. Hatıb izah etti: "Yâ Resûlallah!.. Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Kureyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke'de ailem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok. Ben, bunu, Kureyş ileri gelenlerini bir minnet altında bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım! Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah'a ve Resulüne olan îmanımda sabitim!"783
Peygamber Efendimiz, "Doğru söyledin!" buyurdu; sonra ashabına dönerek, "O, size doğru söyledi! Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz." dedi.784
Kendisini zabtedemeyen Hz. Ömer, "Bırak yâ Resûlallah, şu münâfıkın boynunu vurayım!" dedi.
Resûli Ekrem müsaade etmedi ve, "O, Bedir Muharebesinde bulunmuştur! Ne bilirsin; belki Allah, Bedir Harbine katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, 'Siz istediğinizi yapınız; Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vâcib olmuş, siz de Cennet'e girmeye hak kazanmışsınız.' buyurmuştur." diye konuştu. Manzara karşısında Hz. Ömer'in gözleri doldu ve, "Allah ve Resulü her şeyi daha iyi bilir!" dedi.785
Bu hâdise üzerine Cenâbı Hakk, şu âyeti kerîmeyi inzal buyurarak mü'minleri ikaz etti:
"Ey îman edenler!.. Benim de, sizin de düşmanınız (olanları) dostlar edinmeyin! (Kendileriyle aranızdaki) sevgi yüzünden onlara (Peygamber'in maksadını) ulaştırırsınız (değil mi)? Hâlbuki onlar, Hakk'tan size gelene küfretmişlerdir. Peygamber'i de, sizi de Allah'a îman ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıkarıyorlardı onlar... Eğer siz, Benim yolumda savaşmak, Benim rızamı aramak için çıkmışsanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâlâ muhabbet mi gizleyeceksiniz? Hâlbuki, Ben, sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yaparsa, muhakkak ki hak yolun tâ ortasından sapmış olur!"786



İslam Ordusu Mekke Yolunda
Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûli Kibriya Efendimiz, tek kalb gibi çarpan 10 bin kişilik muazzam İslâm Ordusuna hareket emri verdi.
Medine'den çıkış Ramazan'ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûli Ekrem ve mücâhidler oruçlu idiler.787
Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak fazlasıyla yorucu ve zahmetli idi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabeleyle de karşı karşıya kalabilirlerdi. Hâlbuki, harbte güç, kuvvet lâzımdı. Oruç, mücâhidleri bir noktada takatsiz hâle getiriyordu. Ancak, kendi başlarına hareket edemezlerdi. Bu sebeple, Hz. Resûlullah'ın ne yapacağını bekliyorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti?
İslâm Ordusu, Kudeyd mevkiine gelince, Peygamber Efendimiz, ikindi namazından sonra orucunu açtı ve ashabına da açmalarını emretti.788
Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katade de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman gelip İslâm Ordusuna iltihak etti.
Yine bu sırada Mekke'den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İslâm Ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine'ye göndermesini emretti; sonra, "Ey Abbas!.. Sen Muhacirlerin sonuncususun!" buyurdu. Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmadı.
Yolda Müslüman Olanlar
Hz. Resûlullah kumandasındaki İslâm Ordusu, bütün ihtişamıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Resûlullah'in huzurunda İslâm'la şereflenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye idi.789
Resûli Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifade ederek onlardan yüz çevirdi; zîra, bunlar, kendisiyle peygamberliğinden önce gayet samimîyken risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi, kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan b. Haris, Peygamberimizi ve Müslümanları ağır dille hicvederdi.
Yine, Efendimizin akrabası olan Abdullah b. Ebî Ümeyye de, ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.790
Ancak, bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi; Efendimize, onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat, Resûli Ekrem Efendimiz, yine, "Onların ikisi de bana lâzım değildir!" diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu.
Resûli Ekrem'in bu sözlerini duyan Ebû Süfyan b. Haris, elinde küçük oğlu Cafer olduğu hâlde, "Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helak oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum!" diye konuştu.
şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin mübarek gönlü bu sözlere dayanamadı. Onları huzuruna davet ederek affetti. Böylece onlar da İslâmiyetle şereflendiler.791
Ordunun Savaş Düzenine Girişi
Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas... Ensâr'ın ise, 12 bayraktan vardı. İslâm Ordusunda ayrıca Eşcaların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda 14 de sancaktar vardı. Bunların üçü Müzeynelerin, ikisi Eşlemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka'b Oğullarının, ikisi ise Süleymlerin idi.
İslâm Ordusu, Merruzzahran 'da
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Merruzzahran'da konakladı.793
Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece muvaffakiyetle sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.
On Bin Ateş
Merruzahran Vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzerlerine gelişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücâhide ateş yakmalarını emir buyurdu.794
Bir anda 10 bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke'ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet... Aralarından göç etmeye mecbur bıraktıkları Kâinatın Manevî Güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında 10 bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu, ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu doğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak değildi, bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesine inkişaf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek istedikleri nur, nasıl böylesine kısa zamanda kendilerini sönük bir durumda bırakan azamet peyda etmişti. Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
İşte, Kureyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu 10 bin ateşlik muazzam manzarayla işin farkına vardı ve Mekke'nin çepeçevre sarıldığını anladılar.
Peygamber Efendimizin, Koyun Güttüğünü Söylemesi
İslâm Ordusu henüz Merruzzahran'dan ayrılmamıştı.
Resûli Ekrem Efendimiz, İrak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı sahabîlere emretti ve, "Size, onların kararmış olanlarını toplamanızı tavsiye ederim; çünkü, en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!"795 buyurdu.
Sahabîler merakla, "Yâ Resûlallah!.. Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?" diye sordular.
Resûli Ekrem, "Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de Ecyad'da (Mekke'de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib'in) koyunlarını otlatırdım."796 diye cevap verdi.797
EBÛ SÜFYAN, PEYGAMBERİMİZİN HUZURUNDA
Bu arada, son derece korkup telâşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan'la birkaç kişiyi, durumu öğrenmek üzere vazifelendirdiler.798
Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti, bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke'den çıktılar; İslâm Ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mücâhidler tarafından yakalandılar. O esnada Hz. Abbas imdadına yetişmeseydi mücâhidler tarafından epeyce hırpalanacaktı.
Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arkasından Hz. Ömer de, eli kılıcının kabzasında olduğu hâlde Huzuru Saadet'e girdi ve, "Yâ Resûlallah!..
Allah, Ebû Süfyan'ı akidsiz ve ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım!" dedi.
Hz. Abbas müdahale etti: "Yâ Resûlallah!.. Ben, ona eman vermiş bulunuyorum!"
Fakat, Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi; aynı teklifi tekrarlayıp durdu.
Hz. Abbas, "Ey Ömer!.. Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy b. Ka'b Oğullarından (Hz. Ömer'in kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin!" deyince, Hz. Ömer bütün celâdetiyle, "Ey Abbas!.. Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman olduğun gün Müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim! Zîra, biliyorum ki, Resûlullah (a.s.m.) da, babam Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi."799 diye konuştu.
Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, "Ey Abbas!.. Ebû Süfyan'ı konak yerine götür; sabahleyin yanıma getir." sözleriyle sona erdirdi.800
Ebû Süfyan 'in İslâm 'la Şereflenmesi
Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı sabahleyin Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
Resûli Ekrem, "Ey Ebû Süfyan!.. Henüz 'Lâ ilahe İllallah.' diyeceğin vakit gelmedi mi?" diye sordu.
Ebû Süfyan, zavallıca bir cevap verdi: "İyi, ama bu kadar putları ne yapayım? Lat ve Uzza'dan nasıl vazgeçeyim!"
Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekliyordu. Ebû Süfyan'ın bu sözlerini duyunca, hiddetle, "Dua et ki çadırın içindesin; dışında olsaydın, asla bu sözü söyleyemezdin!" diye konuştu.
Ebû Süfyan, "Ey Ömer!.. Yazıklar olsun sana!.. Sen de baban gibi sertsin. Hem, sonra, ey Hattab'ın oğlu, ben, sana gelmiş değilim; amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım!" dedi; Peygamber Efendimize hitaben de, "Babam anam sana feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede daha üstünü yoktur." diye konuştu. Sonra bir müddet düşündü, durdu. Bu düşünce onu bir nebze hakka yaklaştırdı: "Vallahi, sanırım ki, Allah'tan başka ilâh olmasa gerek! Çünkü, Allah'la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!" dedi.801
Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden, onun, "Lâ ilahe illallah." gerçeğini kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu sefer, "Ey Ebû Süfyan!.. 'Muhammedün Resûlullah.' diyeceğin zaman daha gelmedi mi?" diye sordu.
Ebû Süfyan, bir an durakladı. İçindeki düğümü tam manâsıyla çözemiyordu. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde: "Yâ Muhammed!.." dedi, "Bunun için bana biraz müddet tanı; zîra, bundan dolayı zihnimde biraz ilişik var."
Bu esnada Hz. Abbas söze karıştı:
"Ey Ebû Süfyan!.." dedi, "Yazıklar olsun sana!.. Aklını başına topla! Ne yaptığının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet getir!"
Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.
imanının Acil Mükâfatı
Hz. Abbas, Hz. Resülullah'tan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını istedi. "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Ebû Süfyan, üstün tanınmayı, övülmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz!.."
Resûli Kibriya Efendimiz, "Olur." buyurdu ve ilâve etti: "Kim, Ebû Süryan'ın evine girerse, emindir!"
Ebû Süfyan, "Evimin ne genişliği vardır ki?.." diyerek, Peygamber Efendimizden bu lûtfunu genişletmesini istedi.
Bu sefer Resûli Ekrem Efendimiz, "Kim Kabe'ye girer, sığınır ise, o emindir!" buyurdu.
Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi; "Kabe'nin ne genişliği var ki?.." dedi.
O zaman Peygamber Efendimiz, "Kim, Mescidi Haram'a girer, sığınırsa, emindir!" buyurdu.
Ebû Süfyan, bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu. "Mescidi Haram'ın ne genişliği var ki?.." diyerek bunu da ifade etti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu: "Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa, ona eman verilmiştir!"803
Ebû Süfyan'ın artık bu hususta taleb edecek bir şeyi kalmamıştı. "İşte, bu, geniştir!" diyerek memnuniyetini izhar etti.804
Ebû Süfyan 'm, İslâm Ordusunu Seyredişi
Resûli Ekrem, Ebû Süfyan'ın hemen çıkıp Mekke'ye gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar îman etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslâm Ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslâm Ordusunu görmeli idi; tâ ki, bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaati kendisinde tamamıyla teşekkül etsin! Azametli orduyu görmeli idi ki, kendilerine bir şey kazandırmayacak, sâdece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın!
Bunun için, Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas'a, "Ey Abbasî.. Ebû Süfyan'i, vadinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün!" diye emretti.805
Hz. Abbas, bu emri Nebevi üzerine Ebû Süfyan'ı vadinin en dar, geçişe en hâkim yerine götürdü.
Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde, kol kol geçen muazzam İslâm Ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas'a soruyordu; Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan'ın gözleri, nurânî dalgalar hâlinde akan mücâhidler karşısında kamaşıyordu.
Mekke'de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah'ın hıfz ve inayeti ile kurtulan Hz. Muhammed, nasıl böyle on binlerin kalb ve ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadâkat elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.
Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında, Ebû Süfyan, olanca dikkatiyle Hz. Resûlullah'ı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas'a, "Muhammed (s.a.v.) geçti mi?" diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu.
Nihayet, Resûli Kibriya Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silâhlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vekarı ile devesi Kasva'nın üzerindeydi. Etrafını Ensâr ve Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensâr'dan Sa'd b. Ubade Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan'ın önünden, tüylerini ürperticesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı.
Ebû Süfyan, olanca merakıyla, "SübhanallahL Kimdir bunlar ey Abbas?.." diye sordu.
Hz. Abbas, "Resûlullah!.. Etrafındakiler ise, Ensâr ve Muhacirler!.." diye cevap verdi.806
Ebû Süfyan'ın dehşedi daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi; kendisini tutamayarak, "Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş; hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat!.." dedi.
Hz. Abbas, "Bu saltanat değil, peygamberliktir!" diye tashih etti.
Ebû Süfyan da, "Evet, peygamberliktir!"807 diyerek kanaatini düzeltti.
Ebû Süfyan, artık bu haşmetli, nurânî, bir tek kalb hâlinde çarpan, tek el hâlinde kalkan, tek ses hâlinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı: "Ey Abbas!.. Ben şu âna kadar böyle bir ordu, böyle bir cemaat görmedim!"
Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem haber vermek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine
mâni olmak ve bu hususta nasihatte bulunmak üzere Ebû Süfyan'ın Mekke'ye gitmesine müsaade edildi.808
Ebû Süfyan, Mekke 'de
Ebû Süfyan, sür'atle Mekke'ye vardı, Müslüman olduğunu açıkladı; "Ey Kureyşliler!.. İşte, Muhammedi.. Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selâmete eriniz!" dedi;809 sonra da, "Kim, Ebû Süfyan'ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine kaparsa, o emindir! Kim, Mescidi Haram'a girer sığınırsa, o emindir!" diye olanca sesiyle bağırdı.810
Fakat, müşrik ileri gelenleri, hattâ karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû Süfyan'a hakaret etti; hattâ Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil gibileri, halkı Resûli Ekrem'e karşı çıkmak için kışkırtmaya bile kalkıştılar. Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat etmedi ve Ebû Süfyan'ın tavsiyesi üzerine kimisi evine girdi, kimisi de Mescidi Haram'a sığındı.



Mekke'ye Giriş Hazırlığı
İslâm Ordusu, Mekke'ye girmeden evvel, son defa Zîtuva Vadisinde toplandı. Peygamber Efendimiz ve Ashabı Kiram'ın sevinçleri etrafa dalga dalga yayılıyordu. Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürür vardı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasva'nın üzerindeydi. Kendisine bu mübarek ve muazzam günü gösteren Cenâbı Hakk'a sonsuz hamd ve şükrünü takdim ediyordu.
Tevazu ve mahviyetinden mübarek başını öne eğmişti. Öylesine ki, neredeyse mübarek sakalının ucu devesinin semerine değiverecekti.812 Bu haliyle, önünde eğilecek tek zâtın sâdece Kâinatın Yaratıcısı Cenâbı Hakk olduğunu bütün insanlığa ilân ediyordu; aynı zamanda, ashabına da, muvaffakiyeti verenin sâdece Yüce Allah olduğunu, insanların ise muvaffakiyetin sebeplerini hazırlamakla vazifeli bulunduklarını ders veriyordu!
PEYGAMBERİMİZİN MEKKE'YE GİRİŞİ
Peygamberimiz, Mekke'ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:
Sağ kol... Kumandan, "Seyfullah" unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid'di. Mekke'ye aşağı taraftan girecekti.
Sok kol... Kumandan Hz. Zübeyr b. Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ denilen mevkiden girecekti.
Üçüncü kol Sa'd b. Ubade kumandasındaydı ve Ensâr birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından şehre girecekti.
Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde b. Cerrah kumanda ediyordu. O da, Mekke'nin üst tarafından ilerleyecekti.813
Peygamber Efendimiz, kumandalara şu emri verdi:
"Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz!"814
Bu emirden bazı kimseler müstesna kılındı. Bunlar, görüldükleri yerde, Kabe'nin örtüsü altına iltica etmiş olsalar dahi öldürüleceklerdi. Onlar da şunlardı: İkrime b. EM Cehl, Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh, Habbar b. Esved b. Muttâlib, Hüveyris b. Nukayz, Mıkyes b. Subabe elLeysî, Abdullah Hilâl b. Hatal, Hind binti Utbe b. Rebia, Şarkıcı Sâre, Kureyne ve Ernebe.815
Bunlar, irtikap ettikleri suçlar, irtidat, İslâm'a ve Müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, kati, Resülullah'ı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlardı.
Kollar Mekke 'ye Girerken...
Takvim yaprağı, Hicret'in 8. yılı Ramazan ayının 13'ü Cuma gününü gösteriyordu. Gün, henüz yeni ağarmıştı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasva'nın üzerindeydi. Mübarek başında Yemen işi siyah bir sarık vardı. Sarığın bir ucunu iki omuzunun arasına salıvermişti. Bu haşmet ve vekar içinde mübarek beldeye giriyordu. Bir taraftan, Allah'ına, kendisine bu günü gösterdiğinden dolayı hamdediyor, minnet ve şükrünü arzediyor, diğer taraftan da fethi iki sene evvelinden haber verip müjdeleyen Fetih Sûresini okuyordu. Bu, kendileri için, ashabı için en mes'ud, en sevinçli anlardan biriydi.
Dillerde acı söz yok, kalbleri fetheden tatlı sözler vardı. Sımalardan tebessümler damlıyordu.
Mücâhidlerde büyük zaferlerin, muhteşem fetihlerin verdiği kendini kaybediş yoktu. Nefislerine, kalb, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.
Sa 'd b. Ubade nin Azledilmesi
Bir ara baş döndürücü zaferin havasına gayriihtiyarî kendisini kaptıran üçüncü kol kumandanı Hz. Sa'd b. Ubade, ağzından, "Bugün büyük savaş günüdür. Kabe'de vuruşmanın helâl olacağı gündür!"816 diye bir söz kaçırdı.
Durum, derhâl Hz. Resûli Ekrem'e bildirildi. Bu söz, Mekke'ye harbsiz, kan akıtmaksızın girmek isteyişin mânâ ve ruhuna zıddı. Hemen sancağın Sa'd Hazretlerinden alınıp oğlu Kays'a verilmesini emir buyurdular.817
Hâlid b. Velid Koluna Taarruz
İslâm Ordusu, Peygamber Efendimizin emri gereğince hiç kimseye kılıç kaldırmadan edeb ve hürmet içinde Mekke'ye dalga dalga giriyordu.
Ancak, bu arada, Hâlid b. Velid Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola bir taarruz oldu. Taarruz, İkrime b. Ebî Cehil, Safvan b. Ümeyye gibilerle, topladıkları halktan bazıları tarafından yapılmıştı.818
Hz. Hâlid, önce karşılık vermek istemedi. Çünkü emir bu meyandaydı. Ancak, müşriklerin saldırıyı hızlandırıp mücâhidleri ok yağmuruna tuttuklarını görünce, vuruşmaya müsaade etti. Müşrikler kaçmaya mecbur bırakıldılar. Çarpışmada iki mücâhid şehid düştü, müşriklerden ise 13 kişi öldürüldü. Durum, Hz. Resûli Ekrem tarafından öğrenildi. Hz. Hâlid, huzuruna çağırıldı. Müşriklerin Müslümanlara saldırdıklarını, mücâhidlerin ise sâdece kendilerini müdafaa etmek zorunda kaldıklarını Hz. Hâlid'den öğrenince,"Allah'ın hüküm ve takdir ettiğinde hayır vardır."819 buyurdular.
Bundan başka 10 bin kişilik muazzam İslâm Ordusu Mekke'ye girerken hiçbir çarpışma olmadı ve Müslümanlar silâhlarını kullanmadılar.
Bu arada, kanı heder edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler öldürüleceklerden birkaç kişi ele geçirildi ve öldürüldüler. Bunların birkaçı önce Müslüman olup sonra da irtidat eden kimselerdi. Abdullah b. Hatal ve Mıkyes b. Subabe, bunlardan ikisiydi. Kanı heder edilip ele geçirildikten sonra öldürülen diğerleri ise Haris b. Tuleytıla, Huveyris b. Nukayz ve Sâre idi. Bunların hepsi Peygamberimiz henüz Mekke'deyken kendilerine en ağır eziyet ve hakarette bulunan kimselerdi. Yakalanıp öldürülmeleri emrolunan diğer müşrikler ise, her biri başka başka yerlere kaçmışlardı.
Emanın İlânı
Peygamber Efendimiz, Mekke'ye girer girmez halka eman verdiğini ilân etti:
"Kim Ebû Süfyan'ın evine sığınırsa, ona eman verilmiştir. Kim elinden silâhını bırakırsa, ona eman verilmiştir. Kim evine girer, kapısını kapatırsa, ona da eman verilmiştir."
Bunun üzerine müşriklerden bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû Süfyan'ın evine sığındı.
PEYGAMBERİMİZ, KÂBEİ MUAZZAMA'DA
On bini aşkın İslâm Ordusu, Mekke'ye girmişti. Fakat, Mekke sakin ve âsûde bir gün yaşıyordu. Herkes bir emniyet içinde idi.
Resûli Ekrem Efendimiz, Kasva'nın üzerinde, terkisinde Üsame b. Zeyd, sağında Hz. Ebû Bekir, etrafında Muhacir ve Ensâr topluluğu olduğu hâlde Kâbei Muazzama'ya doğru ilerliyordu. Dâvasını ilâna başladığı ilk günden bu güne kadar ve muzafferiyet sonunda hiçbir değişiklik yoktu. Tek başına İslâm ve îmanı tebliğ ederken de mütevazi, mahviyetkâr, affedici ve merhametli idi, o gün de... Birkaç kişinin gönlünde yer tutmuşken nasıl âlicenab, şefkatli, mütevazi ve afüvkâr idiyse, şimdi on binlerin gönlünde taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zerre kaybetmemişti.
İşte, Efendimiz, bu tevazu, mahviyet ve Allah'a minnet ve şükran hisleriyle dolu bir manzara içinde Haremi Şerife girdi. Müslümanlar da akın akın muazzam mabede doğru akıyorlardı. Resûli Kibriya tekbir getirince, Müslümanlar da hep bir ağızdan "Allahü Ekber! Allahü Ekber!" diyerek Mekke ufuklarını bu kutsî sadâ ile çınlattılar. Bu ulvî sadâya, bu mübarek beldenin dağı, taşı "Allahü Ekber! Allahü Ekber!" diyerek karşılık veriyordu.
Kabe 'yi Tavaf
Resûli Kibriya, binlerce sahabî arasında devesi Kasva'nın üzerinde Kabe'yi tavafa başladı. Peşini Ashabı Kiram takib etti. Tavafın her devresinde ellerindeki değnekle Hacerü'lEsved'e işaret ederek onu istîlâm ediyordu.820 Tavafın yedinci devresinden sonra Kasva'dan indi. Makamı İbrahim'e varıp orada iki rekât namaz kıldı. Sonra da Zemzem Kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de abdest aldı. Bunu Safa Tepesine çıkışları takib etti. Oradan etrafa baktı ve kendisine bu muazzam günü gösteren Yüce Allah'a bir kere daha minnet ve şükranlarını takdim etti.
Bu sırada Medineli Mlüslümanlardan bazılarının iç âleminde bir endişe uyandı. Bu endişeyi, "Cenâbı Hakk, Resulüne yurdunun fethini nasîb etti. Artık burada oturur kalırlar mı dersiniz?" diyerek izhar ettiler.
Duasını bitiren Fahri Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını sordu.
Onlar, "Bir şey yok yâ Resûlallah!.." dediler.
Sorusunu birkaç sefer tekrarlayıp aynı cevabı alan Peygamber Efendimize, o sırada vahiyle Ensâr'ın konuştukları haber verildi.Bunun üzerine, "Ben, sizin söylediğiniz şeyden Allah'a sığınırım! Bilin ki, benim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir!"821 diye buyurdular.
Bu hitab karşısında Ensâr gözyaşları arasında Fahri Kâinat'ın çevresinde toplanıp gönlünü almaya çalıştılar.
"Vallahi," dediler, "biz bunları, Allah ve Resulüne olan muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir maksatla değil!"822
Ebu Süfyan ve Fadale 'nin İçlerinden Geçirdikleri
Peygamber Efendimizin ve Müslümanların Kabe'yi tavaf ettikleri bir sıradaydı.
Ebû Süfyan da Mescidi Haram'ın bir köşesinde oturup düşünceye dalmıştı. Şeytan zihnini kurcalıyor ve birtakım sinsi vesveseler telkin ediyordu. Resûli Ekrem önünden her geçtikçe o, "Acaba bir daha asker toplasam, şu adamla(!) bir daha çarpışsam ne olur?" diye içinden geçiriyordu.
Tam bu sırada Resûli Kibriya Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve, "O zaman da yine Allah seni hakir eder!" buyurdu.
Ebû Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz karşısında daldığı derin düşünceden sıyrıldı. Başını kaldırıp baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında gördü. Şaşırdı, titredi. Sonra da Allah'a tövbe ve istiğfarda bulunarak, "Vallahi, sen Resûlullah'sın!" dedi.823
Fadale b. Umeyr ise, Peygamberimizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle gözlüyordu. Bir ara bu niyetle fazlasıyla yaklaşan Fadale'ye, Resûli Ekrem anîden dönüp, "Sen Fadale misin?" diye sordu.
Fadale, şaşkınlık içinde, "Evet, yâ Resûlallah!.." dedi.
Peygamberimiz, "İçinden ne geçiriyor, ne düşünüyorsun?" dedi.
Fadale, "Hiçbir şey düşünmüyor, sâdece Allah'ı anmakla meşgul bulunuyordum!" diye cevap verince Resûli Ekrem, "Allah'tan af ve mağrifet dile ey Fadale!.." dedi, sonra da elini Fadale'nin göğsüne koyarak onun için dua etti.
Bu mucize karşısında Fadale kötü niyetinden vazgeçti ve yumuşayan kalbiyle birlikte îmanı da karar kıldı. Resûli Kibriya'nın bir tek nurânî tebessümü düşmanlıkları dostlukları döndürüyor, katı kalbleri balmumu gibi yumuşatıyordu.
Fadale, o ânı, "Vallahi, göğsümden elini kaldırdığı zaman, bana ondan daha sevimli ve sevgili hiçbir şey yoktu!"824 diyerek tasvir eder.
Putların Yıkılışı!
Kureyş müşrikleri, Kabe'nin çevresine 360 put dikmişlerdi. Bu putlar, kurşunla yerlerine perçilenmiş bulunuyordu.825
Tebliğ ettiği "tevhid" inancıyla akıl, ruh ve kalblerdeki putları yıkıp, binlerce insanı getirdiği nurun etrafında pervane gibi döndüren Resûli Kibriya Efendimiz, şimdi de tevhid inancına uygun bina edilmiş olan Kabe'yi asliyetine kavuşturmak için putlardan temizlemeye başlıyordu.
Elindeki asayla putlara birer birer işaret ederek,"Hak geldi, bâtıl zail oldu. Gerçekten bâtıl, dâima yokluğa mahkûmdur."826 âyetini okudu. İşareti alan her put yere düştü. Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüzüstüne düşerdi. Böylece Kabe içinde ve çevresinde yere yuvarlanmayan hiçbir put kalmadı.827
Kabe 'de Ezan!
Öğle namazı vakti girmişti.
Nebîyyi Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kabe'nin üzerine çıkarak ezan okumaya başladı, imanlı gönüllerde sevinç ve canlılık, imansız gönüllerde ise üzüntü ve yıkılış vardı. Seneler önce boynuna ip takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla gelmedik eziyet ve işkencelere mâruz bıraktıkları köle Hz. Bilâl, şimdi Kabe'nin üzerinde gür sesiyle şirk ehlini çatlatırcasına tevhidi ilân ediyordu. Onunla beraber âdeta dağ taş da "Tevhidi İlâhP'yi kendilerine mahsus dillerle haykırıyorlardı.
Bu müstesna manzara karşısında azılı müşrikler kahroluyorlardı. O sırada Kureyş reislerinden Ebû Süfyan, Attab b. Esid ve Haris İbni Hişam, aralarında konuştular.
Attab, "Pederim Esid bahtiyar idi ki, bu günü görmedi!" dedi.
Haris, "Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki, müezzin yapsın?" diye konuşarak Hz. Bilâli Habeşî'den tahkirle söz etti.
Ebû Süfyan ise, ağzından tek kelime kaçırmadi ve:
"Ben, korkarım, bir şey demeyeceğim! Kimse olmasa bile, şu ayağımızın altındaki kumlar ve taşlar ona haber verir; o da bilir!"828 diye konuştu.
Gerçekten de, az sonra Resûli Kibriya Efendimiz onlarla karşılaştı ve konuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab ve Haris, şehâdet getirip Müslüman oldular.
Ebû Süfyan ise, "Yâ Resûlallah!.. İyi ki ben bir şey söylemedim!" dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdu.
Bütün bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin bir tesir bırakıyordu. Gönüllerini İslâm'a ısındırıyor, Hz. Resûlullah ve Ashabı Kiram'a besledikleri kin ve adavetlerinin erimesine sebep oluyordu.
Peygamberimizin Kabe 'ye Girmesi
Resûli Ekrem, Osman b. Talha'ya haber göndererek Kabe'nin anahtarını getirmesini emretti. Annesinin, anahtarı vermemek hususundaki şiddetli ısrarına rağmen Osman b. Talha anahtarı alıp getirdi.
Kâinatın Efendisi, yanında Hz. Bilâl, Üsame b. Zeyd ve Osman b.Talha (r.a.) olduğu hâlde Kabe'ye girdi.830 İçerideki suret ve putların temizlenmesi için daha önce emir buyurmuşlardı; ancak henüz onlardan eser vardı. Bir emirle bu izlerin de silinip her tarafın tertemiz edilmesini istedi.
Bir müddet Kabe'nin içinde kaldıktan sonra dışarı çıktı. O sırada hemen hemen bütün Mekke halkı Mescidi Haram'ın etrafında toplanmış, haklarında verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.
Acaba, Resûli Kibriya, onların kendisine reva gördükleri gibi yüzlerine işkembe mi atacaktı? Yollarına dikenler döküp üzerinden mi yürütecekti? Onlara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi bulunacaktı? Onların, sahabîlerine yaptıkları gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı dolaştıracaktı? Kızgın kumların üzerine yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? Onları aç susuz mu bırakacaktı? Yurtlarından mı çıkaracaktı?
Hayır, kâinatın vücut bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan o şanlı Resul, bunların hiçbirini yapmadı.
FETİH HUTBESİ
Resûli Ekrem Efendimiz, Kâbei Muazzama'nin kapısında durdu. Mübarek yüzünde beliren tatlı tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah'a hamd ve senadan sonra şu hutbeyi îrad etti:
"Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır; O'nun şeriki yoktur.
"O, va'dini yerine getirdi; kuluna yardım etti, (aleyhinde) toplanan düşmanları tek başına perişan etti.
"Bilmelisiniz ki, Câhiliyye devrine âit olup, iftihar vesilesi yapılıp gelinen her şey, kan, mal dâvaları... bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın altında kalmış, ortadan kaldırılmıştır.
"Bütün insanlar Âdem'den (a.s.), Âdem de topraktan yaratılmıştır.
"Ey insanlar!.. Sizi, bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva'dan) yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasanız. Biliniz ki, Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade olanınızdır (şeref, soy, sop ve nesebce en üst olanınız değildir). Şüphe yok ki Allah Alîm'dir [her şeyi bilendir], Habîr'dir [her şeyden haberdardır]!" (elHucurat, 13)831
UMUMÎ AF
Resûli Ekrem Efendimiz, bu hitabesinden sonra, halka, "Ey Kureyş topluluğu!.. Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?" diye sordu.
Kureyş topluluğu, "Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız." dediler.
Bunun üzerine Resûli Kibriya Efendimiz şöyle konuştu:
"Benim hâlimle sizin hâliniz, Yusuf un (a.s.) kardeşlerine dediğinin tıpkısı olacaktır.
Ahlâk ve yüz güzelliğinden ve babalarının onu kendilerinden daha çok sevmesinden dolayı kardeşleri, Hz. Yusuf'u çekemezler ve hayatına son vermek için Kenan Kuyusuna atarlar. Oradan geçen bir kafile ise, onu alıp Mısır'a götürür. Başından birçok hâdise geçtikten sonra Hz. Yusuf, sonunda Mısır'a azîz olur.
Kaderi ilâhi, bu makamda iken Hz. Yusuf'la kardeşlerini bir araya getirir. Yusuf'u tanıyan kardeşleri, yaptıklarından pişmanlık duyarlar.
Bunun üzerine Hz. Yusuf, "Bugün ve bundan sonra benim tarafımda size başa kakma ve serzenişte bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa düşünmeyin. Ben hakkımı helâl ettim!" diyerek, kardeşlerini affeder.
"Yusuf un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum: 'Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah, sizi bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!' (Yusuf, 92).
"Gidiniz, sizler serbestsiniz!"832
Affedişlerin en makbulü muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli ise kötülüklere karşı yapılandır. Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte, Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu! Çünkü o, Cenâbı Hakk'tan dersini şöyle almıştı:
"Affı (öne) al, iyilikle emret ve câhillerden yüz çevir!"833
O anda Kureyşliler boynu bükük, elleri yanlarına düşmüş bir vaziyette Hz. Resûlullah'ın huzurunda bekliyorlardı. İsteseydi, tek ferdi kalmamak üzere hepsini, geçmişte yaptıkları zulüm, kötülük ve eziyetlerden dolayı kılıçtan geçirebilirdi yahut hepsine köle muamelesinde bulunabilirdi; bunun yanında, mallarına mülklerine el koyup, onları yurtlarından da sürgün edebilirdi!.
Ama, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, yukarıda sözü edilen davranışların hiçbirine teşebbüs etmedi. Zîra, onun tek gayesi, gönüllerde İlâhî meş'alenin yakılmasıydı. Bu müstesna davranışıyla da bu ulvî gayesine en büyük hizmeti îfa etti. Onun böylesine merhametli davranışı, affediciliği, âlicenablığı karşısında bütün Kureyş kin ve düşmanlık duygularını terk ederek, İslâm'ın tertemiz saadet deryasına kavuştu.
İşte, Peygamber Efendimiz, Kureyş müşriklerine, "Benim hâlimle sizin hâliniz, Yusuf'la (a.s.) kardeşlerinin dediğinin aynısı olacaktır." derken bu hâdiseyi hatırlatmak istemişti. Tarih, böylesine muazzam ruhî ve fikrî inkılâba ilk defa şâhid oluyordu.
FETİHTEN SONRA HİCRETİN KALDIRILDIĞI
Mekke'nin fethedildiği gün idi.
Abdurrahmân b. Safvan, babasını alıp Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
"Yâ Resûlallah, babam hicret etmek üzere bey'at edecektir." dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Mekke'nin fethinden sonra artık hicret kalkmıştır." buyurdu.
Ne var ki, Abdurrahmân, babasının, Muhacir vasfının manevî mükâfatından nasîbdar olmasını istiyordu. Bunun için gidip, Peygamberimizin çok sevdiği ve hatırını saydığı amcası Hz. Abbas'a başvurdu. Bu hususta şefaatçi olmasını diledi.
Abdurrahmân'in ricasını kabul eden Hz. Abbas, "Yâ Resûlallah!.. Sen benimle filân arasındaki dostluğu biliyorsun. Babasını hicret bey'atı yapmak üzere size getirmiş, kabul buyurmamışsınız." dedi.
Arabistan müşriklerinin yegâne kal'ası olan Mekke artık fethedilmişti. İslâmiyet bununla büyük bir kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde etmişlerdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, "Hicret müessesesi"ni kaldırmaya karar vermişti. Bundandır ki, çok sevdiği ve fazlasıyla hürmet duyduğu amcasının bu arzusuna da müsbet cevap vermedi ve, "Hicret için bey'at yapmak artık yoktur!" buyurdu.834
Resûli Ekrem Efendimizin kaldırdığı hicret, İslâm'ın serbestçe yaşanabildiği, ahalisi Müslüman olan bir beldeden İslâm'ın bir başka beldesine hicretti. Daha hususî manâsıyla, Peygamber Efendimizin sağlığında Mekkei Mükerreme ve çevresinden, Medinei Münevvere'ye olan hicretti



Peygamberimizin İkinci Hutbesi
Resûli Ekrem Efendimiz, fethin ikinci günü, öğle namazından sonra Kabe kapısı merdivenine çıkıp, arkası Kabe'ye dayalı bir hâlde Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra halka şöyle hitab etti:
"Ey insanlar!..
"Şüphesiz, Allah, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke'yi haram ve dokunulmaz kılmıştır; Kıyamet Gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.
"Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimse için, Mekke Hareminde kan dökmek, ağaç kesmek helâl olmaz! Mekke'de kan dökmek benden önce hiçbir kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiçbir kimseye helâl olmayacaktır!
"Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunmayanlara duyursun!
"Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin ailesi için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı vardır: Ya öldürenin kısas olarak öldürülmesini ya da öldürülenin diyetini, kan bedelini ister.
"Muhakkak ki, insanların Cenâbı Hakk'a karşı en hürmetsizi, en taşkını ve azgını, Allah'ın Hareminde adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya Câhiliyye intikamını almak için adanı öldürendir.
"İslâm'da, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başkasına intisab etmesi diye bir şey yoktur. Doğan çocuk, döşeğin sahibine aittir.
"İddiasını ispatlamak için delil getirmek davacıya, yemin de inkâr edene düşer!
"İslâmiyette, ne Câhiliyyet andlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret!.. Fakat, cihad ve cihada niyet vardır.
"Müslüman, Müslüman in kardeşidir; bütün Müslümanlar kardeştirler. Müslümanlar, kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı tek bir eldirler, el birliğiyle harekete ederler!
"Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini, onların en hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gayretini gösterirler.
"İyi bilmelisiniz ki, ne bir kâfir için bir mü'min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taahhüdlerinden dolayı harbî olan kâfirler için öldürülürler.
"İslâm'da, değiş tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur.
"Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikahlanıp bir araya getirilebilir.
"Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir şey dağıtması, vermesi helâl ve caiz değildir.
"Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç günlük yola gidemez.
"İyi biliniz ki, vâris için vasiyete lüzum yoktur. Ayrı din sahipleri birbirlerine vâris olamazlar.
"Parmakların her birisinde diyet, 10'ar 10'ar devedir. Kemiği görünen derin yaralardan her birisinde diyet, beşer beşer devedir.
"Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar başka namaz kılınmaz. İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kılınmaz.
"Sizi, iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan Bayramı günü orucudur.
"Ben size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim!"836
SİKAYE VE HİCABE VAZİFELERİNİN AYNI ELLERDE BIRAKILMASI
Resûli Ekrem, Fetih Hutbesinde Sikaye ve Hicabe hizmetleri dışında kalan, Câhiliyye devresine âit bütün iş, muamele ve dâvaların ortadan kaldırıldığını beyan buyurmuştu.
Hacılara su dağıtma vazifesi olan Sikaye, o sırada Peygamberimizin amcası Hz. Abbas'ın uhdesinde idi.
Kabe'ye hizmet vazifesi olan Hicabe ise, Osman b. Talha'da bulunuyordu.
Hz. Abbas, Peygamberimize müracaat ederek, bu iki vazifenin de kendilerine verilmesini istedi. Ancak, Resûli Ekrem, eskiden olduğu gibi sâdece Sikaye vazifesinin kendilerinden kalmasını uygun gördü.
Resûli Kibriya, Kabe'nin anahtarını elinde tutuyordu. Birçok Müslüman bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu. Fakat Efendimiz, Osman b. Talha'yı huzuruna çağırdı ve, "Şüphe yok ki Allah size emanetleri ehil (ve erbab)ına vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmeylemenizi emreder." mealindeki âyeti kerîmeyi okuduktan sonra, "Ey Osman!.. İşte anahtarın, al! Bugün, iyilik ve ahde vefa günüdür!"837 dedi ve Kabe'nin anahtarını yine ona teslim etti.838
Osman b. Talha anahtarı alıp giderken, Resûli Ekrem, "Sana zamanında söylemiş olduğum şey, vuku bulmadı mı?" diye sordu.
Hz. Osman b. Talha, aralarında geçen hâdiseyi hatırlayarak Resûlullah'ı tasdik etti.
"Evet, şehâdet ederim ki sen, şüphesiz Allah'ın Resulüsün!"839
Peygamber Efendimizin, Osman b. Talha'ya hatırlatmak istediği hâdise şuydu:
Hicret'ten önceydi. Osman b. Talha henüz Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz bir gün Kabe'ye girmek istemiş, fakat Osman b. Talha buna mâni olmuştu. Mâni olmakla da kalmamış, Efendimize kaba, katı ve nahoş davranmıştı. Resûli Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış ve istikbâl semâlarında İslâm'ın gür sedasının pek yakında hâkim olacağını görür gibi sükûnet ve mülayim bir eda ile, "Ey Osman!.. Ümit ederim ki, bir gün gelecek sen, beni, bu anahtarı elde etmiş ve istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kimseye vermekte serbest olacağım bir mevkide bulursun!" demişti. Osman b. Talha, "O zaman Kureyş kuvvetten düşmüş, yok olmuş demektir!" cevabını verince de, Peygamberimiz, "Hayır, ey Osman!.. Asıl o gün Kureyş hakikî kuvvet ve şerefe kavuşacaktır!"840 buyurmuştu
838 Bazı tefsirlerde Hz. Osman b. Talha'nın Mekke'nin fethi günü Müslüman olduğundan bahsedilir. Fakat bu, tarihçiler tarafından muteber sayılmamıştır. Kuvvetli rivayet, daha önce anlattığımız gibi, Hz. Osman b. Talha'nın Hicret'in 7. yılı Muharrem ayında Medine'ye gelerek Peygamber Efendimizin huzurunda Müslüman olduğuna dair olan rivayettir.
MEKKELİLERİN PEYGAMBERİMİZE BEY'ATI
Resûli Kibriya Efendimiz, umumî af ilân ettikten sonra, Safa Tepesine çıkıp orada Kureyşlilerin bîatını kabul etti. Seneler önce aynı tepede peygamberliğini açıktan ilân edip muhalefetle karşılaşırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslâmiyet üzere bîat alıyordu.
Erkeklerin Allah'a îman, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in (s.a.v.) O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihad üzerine yaptıkları bîatı, kadınların bîatı takib etti.
Kadınların Bîatı
Kadınlar, "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, kız çocuklarını öldürmemek, zina etmemek ve iffetini korumak, herhangi bir iyilik hususunda Allah Resulüne isyan etmemek"841 üzere Peygamber Efendimize bîatta bulundular.
Kadınlar Taifesinin başında, Hz. Ali'nin hemşiresi Hz. Ümmühanî, Âs b. Ümeyye'nin kızı Ümmü Habib, Attab İbni Esid'in halaları Erva, Ebû As kızı Âtika, Haris b. Hişam'ın kızı ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'nin karısı Ümmü Hakim, Hâlid b. Velid'in kız kardeşi Fatiha gibi Kureyş kadınlarının meşhurları bulunuyordu. Aralarında Resûli Ekrem'in haklarında "Nerede görülürse görülsünler öldürülsünler." diye buyurduklarından biri olan, Ebû Süfyan'ın karısı Hind de vardı. Tanınmamak için kıyafet değiştirerek kadınlar arasına katılmıştı. Geçmişte, Peygamberimize ve Müslümanlara karşı giriştiği hareketlerden pişmanlık duyar hâli vardı. Yaptığı her şeye rağmen, Kâinatın Efendisi, İslâmiyetle şereflendiğini duyduğu Hind'i affetti ve onun da bîatını kabul etti.
Ebû Kuhafe 'nin Müslüman Olması!
Saadete kavuşan insan, sevdiklerinin de kendisiyle aynı saadet lezzetini paylaşmasını gönülden arzu eder. Bu, insanoğlunun mahiyetinde var olan bir duygudur.
Hz. Ebû Bekir, îman edip bu saadeti yaşayanlardan biri idi. Ama babası Ebû Kuhafe henüz bu saadetten mahrumdu. Mes'ud oğul, babasının da bu nimeti, bu huzur ve saadet lezzetini kendisiyle paylaşmasını istiyordu. Bu maksatla elinden tutarak onu Efendimizin huzuruna getirdi.
"Beni Rabbim terbiye etti. O ne güzel bir terbiyedir!" buyurarak Cenâbı Hakk'ın müstesna terbiyesi altında ahlaken kemâle erdiğini ifade eden Nebîyyi Muhterem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'in ihtiyar babasını alıp yanına getirmesinden müteessir oldu ve, "İhtiyara, getirme zahmeti vermeseydin de, onu evinde ziyaret etseydik, olmaz mıydı?" buyurarak nezaket ve tevâzuunu izhar etti.
İlâhî terbiyeyle yetişen kaynaktan ders alan Hz. Ebû Bekir ise, "Yâ Resûlallah!.. Senin onun yanına gitmenden, onun senin yanına gelmesi daha muvafıktır!" dedi.
Bu kısa konuşmadan sonra Resûli Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini âmâ Ebû Kuhafe'nin göğsüne koyup sığadıktan sonra, "Müslüman ol, ey Ebû Kuhafe!.." dedi.
Bu söze muhatab olan Ebû Kuhafe, derhâl Müslüman olup oğlunun saadetine saadet kattı.842
KANI HEDER EDİLENLERİN MÜSLÜMAN OLMALARI
İslâm'ın amansız düşmanlarından, Ebû Süfyan'ın karısı Utbe kızı Hind'in affedilmesi, nerede görülürlerse görülsünler öldürülecekler listesine alınanlar için bir ümit kapısı açtı. Vakit geçirmeden onlar da bu ümit kapısından girerek İslâmiyetle şereflendiler, Hz. Resûlullah'ın geniş affına uğradılar. İkrime b. Ebî Cehil, Abdullah b. Ebî Sarh (irtidat etmişti), Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr, Hz. Hamza'nın katili Vahşî, Şâir Abdullah b. Zebarî, Haris b. Hişam, Enes b. Züneym, bunlar arasında yer alıyorlardı.
Dünya tarihinde acaba, en amansız düşmanlarına karşı böylesine lûtufkâr ve merhametli davranıp onları affeden, onlara kalbinde yer verip safına alan bir başka şahsiyete rastlanabilir mi?
Bedevinin Titremesi
Mekke artık fethedilmişti.
Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesna bir bayram havasının neşesi hâkimdi.
Bu sırada bir bedevinin Peygamberimizin yanına yaklaştığı görüldü. Bir peygamberin karşısında bulunmanın heyecan ve haşyeti altında bedevi tir tir titriyordu.
Durumu fark eden Resûli Kibriya, "Ne oluyor sana?.. Kendine gelsene! Ben bir hükümdar değilim; ben, güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının oğluyum."843 buyurdu.
Bu sözleriyle Peygamber Efendimiz, eşsiz bir tevazu örneği veriyordu. O, hükümdar bir peygamber olmak ile kul bir peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldığında da "kul bir peygamber" olmayı tercih etmişti.844
Gönül deryasında her zaman hâkim olan, tevazu idi.
Resûli Kibriya'nın bu mübarek sözlerine muhatab olan bedevî, rahatladı ve titremesi geçti.
BİR ADALET ÖRNEĞİ
Mekke fethedilmişti; Resûli Ekrem ise, henüz bu mübarek beldeden ayrılmamıştı.
Her nasılsa, Mahzum Oğulları Kabilesinden Fâtıma binti Esved adındaki kadın, bir hırsızlık yapmıştı. Kadın, itibarlı, soylu biriydi ve Kureyş yanında da hatırı sayılıyordu.
Haliyle, Peygamberimiz durumdan haberdar oldu. Hırsızlıkta bulunanın elinin kesileceğini herkes biliyordu. Ama düşünüyorlar ve birbirlerine soruyorlardı: "Yüksek mevkiye sahip bu kadının eli nasıl kesilebilir?"
Aile halkı, Fâtıma'nın elini kesmeden kurtarmak için bir ümit ışığı arıyorlardı; birinin, Hz. Resûlullah katında şefaatçi olmasını istiyorlardı. Ne var ki, kimse buna cesaret edemiyordu.
Sonunda, Üsame b. 2'eyd Hazretleri bu vazifeyi üzerine aldı. Üsame, Peygamberimiz tarafından fazlasıyla sevilen bir sahabî idi. Bu sevgiye güvenmiş olacak ki, bu görevi üzerine almaya yanaşmıştı.
Hz. Üsame, kadının affedilmesini dileyince, Resûli Ekrem Efendimizin rengi birden değişti.
"Sen, kötülüğün önüne geçmek için Allah'ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affedilmesi hakkında mı benimle konuşuyorsun?" diye buyurdu.
Hz. Üsame, üzgün bir eda içinde, "Yâ Resûlallah!.. Bu uygun olmayan hareketimden dolayı Allah'tan affım için dua et!" dedi.
Hz. Üsame'ye dersini veren Resûli Ekrem, akşam olunca da, ayağa kalktı ve Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra halka dersini şöyle verdi:
"Sizden evvelkileri şu davranışları mahvetmiştir:
"Onlar, asil, soylu birisi hırsızlık ettiği zaman onu serbest bırakırlardı; zaîf, güçsüz birisi hırsızlık edince de ona hemen ceza verirlerdi.
"Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Fâtima binti Muhammed, hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim!"
Bundan sonra, kadının elinin kesilmesini emretti. Kadının eli kesildi.
Kadın da güzelce tevbe etti ve evlendi. Ondan sonra sık sık Hz. Aişe'nin yanına gelir giderdi.845
Bu davranışıyla Peygamber Efendimiz, milletlerin bekası için vazgeçilmez bir şart olan adaletin eşsiz bir örneğini sergiliyordu.
MEKKE ÇEVRESİNİN PUTLARDAN TEMİZLENİŞİ
Peygamber Efendimiz, Kabe ve Mekke'nin içini putlardan temizlediği gibi, şehrin etrafındaki putları da yok etmek istiyordu.
Bu maksatla Hz. Hâlid b. Velid'in 30 kişilik bir birlikte Nahle mevkiinde bulunan Uzza putunu yıkıp parçalamaya gönderdi. Kureyş yanında en büyük put sayılan Uzza'yı Hz. Hâlid emir gereği gidip yıktı.846
Efendimiz, Müşellel adındaki dağın tepesinde bulunan Menat putunu yıkmak için de Sa'd b. Zeyd elEşhel'i gönderdi. Menat, Evs ve Hazreç Kabilelerinin putu idi. Emri alan Sa'd b. Zeyd, beraberindeki Müslümanlarla giderek Menafi yıkıp geri döndü.
Yine, müşriklerin taptıkları meşhur putlardan biri de Süva idi. Bu put, Mekke'ye üç mil uzaklıkta bir yerde bulunuyordu.
Kinane Oğulları, Hüzeyliler ve Müzeynelerin bu putunu yıkmak için Resûli Ekrem, Amr b. As Hazretlerini gönderdi. Amr, verilen vazifeyi yerine getirerek Mekke'ye geri döndü.847
Mekke'nin fethiyle böylece, hem Mekke'nin içi dışı putlardan temizlendi, hem de Kureyş'in gönlü şirkten kurtarılıp tevhid nuruyla tertemiz hâle geldi.



Huneyn Muharebesi
(Hicret'in 8. yılı 5 Şevval Cumartesi/Milâdî 27 Ocak 630)
Mekke'nin fethiyle Kureyş'in hemen hemen tamamı İslâmiyetle şereflenin işti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Kureyşlilere taraftar bulunan kabileler üzerinde müsbet tesirler bırakmış ve onların İslâm ve Müslümanlara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka duymasına sebep olmuştu. Bu ciddî alâka, onların bundan böyle Resûli Ekrem safında yer alacaklarının bir işareti sayılıyordu.
Bununla birlikte gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve mahrumiyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin Kabileleri, bunların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı. Birçok Arap kabilesi gelip Resûli Ekrem'e sadâkat elini uzattığı hâlde, bunlar düşmanlıklarını bir türlü yenemiyorlardı. O civarın en güçlü kabileleri oluşu kendilerini aldatıyor ve yersiz bir gurura sevkediyordu.
Resûli Ekrem, Mekke'yi fethedip Kureyşlilerle birlikte birçok kabilenin de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri, onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararını almaya kadar götürdü. Gayeleri, Peygamberimizin üzerlerine gelmesine fırsat tanımadan Mekke'ye ansızın baskında bulunmaktı.
Bu maksatlarını, her iki kabilenin ileri gelenleri, kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla izhar ediyorlardı: "Muhammed'in bizimle savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygun olan, o üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!"848
Nitekim, kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla Havazinlilerin lideri Mâlik b. Avf in kumandasında 20 bin kişilik bir ordu teşkil ettiler. Kumandan Mâlik b. Avf, askerlerin cesaretle çarpışmaları, dönüp geri kaçmamaları için bütün kadın, çocuk ve davarların da orduya katılmasını temin etmişti.
Yirmi bin kişilik düşman ordusu, kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla, gelip Evtas mevkiinde karargâhını kurdu.849
Peygamberimizin Durumu Haber Alması
Resûli Kibriya Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslâm topraklarına saldırmak için bir araya geldiklerini haber alınca, derhâl Abdullah b. Ebî Hadred'i bilgi almak üzere düşman topluluğun arasına gönderdi.
Tebdili kıyafetle düşman ordusu arasında birkaç gün dolaşan bu sahabî, gereken bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik b. Avf in diğer kumandanlara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:
"Bu, Muhammed'in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar karşılaştığı kimseler, harb bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi. Onun için onlara galebe çalıyordu.
"Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız!
"Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız!
"Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden saldırınız! Biliniz ki, zafer ilk saldırıya geçenindir!"
Bu bilgileri topladıktan sonra, görevli sahabî, Mekke'ye döndü ve Peygamberimize duyduklarını olduğu gibi haber verdi.
Peygamberimizin, Ordusunu Hazırlaması
Resûli Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun toplandığını haber alınca, onları yerinde bastırmak için sür'atle hazırlığa geçti.
Bu arada, yanında zırhlar ve silâhlar bulunan, henüz Müslüman olmamış Safvan b. Ümeyye'ye, "Ey Ebû Ümeyye!.. Yarın gidip düşmanla karşılaşacağız! Şu silâhlarını bize emanet olarak ver!" dedi.
Safvan, "Yâ Muhammed!.. Zorla almak, geri vermemek üzere mi istiyorsun?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Hayır... Emanet olarak, kırılan ve yitirilenleri tazmin etmek üzere istiyorum!" buyurdu.
Bunun üzerine Safvan, 100 tane zırh ile onlara yetecek silâh verdi; hattâ, bunları harb yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifiyle üzerine aldı.850
Peygamber Efendimiz, Mekke'nin fethi günü Müslüman olan ve henüz 20 yaşında bir genç olan Attab b. Esid'i Mekke'ye vali tâyin etti. İslâm ve Kur'ân'ı öğretmek üzere de Muaz b. Cebel Hazretlerini şehirde vazifelendirdi.851
İslâm Ordusunun Mekke 'den Ayrılışı Tarih, Hicret'in 8. senesi Şevval ayının beşinci günü idi.
On iki bin kişilik İslâm Ordusu, Hz. Resûlullah'ın kumandasında Mekke'den, düşmanın toplandığı mevkie doğru hareket etti. Ordunun iki binini Mekkeliler teşkil ediyordu. Ayrıca, orduda 80 kadar da müşrik vardı. Kureyş'in birçok ileri geleni bu 80 kişinin arasında bulunuyordu. Maksatları, hangi tarafın galib geleceğini bizzat görmek ve elde edilen ganimetten istifade etmekti.
Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordunun başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sâdece kalabalığın zafer getirmeyeceğini biliyordu. Zaferi ihsan edenin de, hezimete uğratanın da Cenâbı Hakk olduğunun, insanın sâdece zaferi netice verecek sebepleri mükemmel bir şekilde hazırlamakla vazifeli bulunduğunun derin idraki içindeydi. Bu sebepledir ki, bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir ordunun başında bulunmasına rağmen, tavrında en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.
Ancak, bu muhteşem kalabalığa güvenen bazı mücâhidler şöyle dediler:
"Artık, bugün azlık yüzünden mağlûb olmayız!"852
Hâlbuki onlar, Allah'ın yardımıyla, birçok kere az bir kuvvetle kendilerinden hem sayıca hem silâhça kat kat üstün bulunan birçok kalabalığı mağlûb etmişlerdi. Bedir Zaferi, bunun apaçık bir misâliydi; Hendek ve Müte, bunun gözle görünür örnekleriydi. Buna rağmen, sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu havasında konuşmuşlardı!
Haliyle, Resûli Ekrem Efendimiz, bu sözden hoşlanmadı ve bunu tavrıyla ihsas etti.
Huneyn 'e Varış Şevval ayının 1 l'i salı günü idi.
Resûli Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, birçok dar geçidi ve gizli yolu bulunan Huneyn Vadisine vardı.
Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara bayrak ve sancaklarını teslim etti.
Muhacir Müslümanların sancağı Hz. Ali'nin, bayrakları ise Sa'd b. Ebî Vakkas ile Hz. Ömer'in elinde bulunuyordu. Ensâr Müslümanların iki sancağından birini Hübab b. Münzir, diğerini ise Üseyyid b. Hudayr taşıyordu.
Hâlid b. Velid'in (r.a.) kumandasındaki Süleym Oğullan, İslâm Ordusunun öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.
Resûli Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül'ün üzerinde bulunuyordu. Sırtına iki zırh gömlek, başına takye giymiş ve takyenin üzerine ise miğfer geçirmişti.853
Herkesten ziyade Yüce Yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibâdet ve taate düşkün bulunan Fahri Âlem Efendimiz, Cenâbı Hakk'ın "Adetullah" tâbir edilen hayattaki maddî kanunlarına da herkesten ziyade riâyet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu. Allah'ın hıfz ve inayeti altında bulunmasına rağmen, herkes bir zırh giymişken o iki zırh giyiyor ve başındaki takyesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.
İLK ÇARPIŞMA
Sabahın alaca karanlığı henüz çevreye hâkimdi.
Peygamberimiz, düşmanı gafil avlamak maksadıyla, ordusuna Huneyn Vadisine inmek emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve harekâtından habersiz olan Hz. Hâlid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı. Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş düşmanın oklarına hedef oldular. Askeri manevraya elverişli olmayan dar vadide, ok yağmuru mücâhidleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi
bütün bütün güçleştiriyordu. Neye uğradıklarını anlamayan mücâhidler, geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslümanların geri çekilişi takib etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme istidadı gösterir gibi oldu.
Durum oldukça nâzik, manzara oldukça acıklı ve ibretli idi.
Hz. Resûlullah'ın etrafında sâdece 100 kadar mücâhidin bulunduğu görülüyordu. Düşman ise 20 bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu. Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücâhidlere, "Ey insanlar!.. Nereye gidiyorsunuz? Bana doğru geliniz! Ben, Allah'ın Resulüyüm! Ben, Muharnmed b. Abdullah'ım!" diye sesleniyordu.
Harb meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor, at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisin geri kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada Düldül'ün üzerinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümit ve metanetini kaybetmiyordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat ederek durmak, düşmanın 20 bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının sânı idi.
Kalblerdeki Kin ve Düşmanlığın Açığa Vurulması
İslâm Ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya kalması ânında Kureyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.
Ebû Süfyan b. Harb, "Bu bozgunun, denize kadar arkası alınmaz!" dedi.
Safvan b. Ümeyye, o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Ebû Süfyan'ın bu sözlerinden hoşlanmadı. "Ağzına taş toprak dolsun senin!.." diye karşılık verdi.
Yine, o sırada Safvan b. Ümeyye'nin kardeşi gelip ona, "Müjdeler olsun! Bugün sihir bozuldu, tesirini kaybetti!" deyince, Safvan b. Ümeyye'den şu cevabı aldı:
"Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hâkim olmasından, Kureyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir."
Süheyl b. Amr ise, "Muhammed ve ashabı, bir daha toparlanamazlar, savaşamazlar." diye konuştu.
Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil'in oğlu İkrime, "Böyle söylemen doğru değil!" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
"İşler, ancak Allah'ın elindedir; Muhammed'in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır!"
Süheyl, İkrime'nin bu sözlerini hayretle karşıladı: "Sen, daha önce, bu sözlerin tersini söyler, dururdun!"
İkrime şu cevabı verdi:
"Vallahi, biz, uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz. Aklımızı çalıştırmamış, ne zarar ve ne de fayda veren birtakım taşlara tapmış durmuşuz!"854
CENÂBI HAKK'IN, PEYGAMBERİMİZİ BİR SUİKASTTEN KORUMASI
Bu bozgun sırasında Kureyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından, Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile oldu. Şeybe b. Osman, bunlardan biri idi.
Uhud Harbinde babası öldürülmüş, içi intikam ve kinle doluydu. Kılıcını sıyırdı. Sağ tarafından Peygamber Efendimize doğru varmak istedi. Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas'ın, elinde pırıl pırıl parlayan kılıcıyla durduğunu gördü. "Amcası oradayken ben yanına varamam." diyerek Peygamber Efendimizin sol tarafına geçti. Oradan hücum etmek istiyordu. Fakat, o tarafında da amcasının oğlu Ebû Süfyan b. Haris'in durduğunu gördü. "Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz." diyerek bu sefer Efendimizin arkasından yanına varmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırıp vurması için de hiçbir engel kalmamıştı. Tam o esnada aralarında birdenbire bir ateş yalımı peyda oldu. Şeybe birden ürperdi, korktu. Ateş yalımının kendisini yakıp kavuracağını sandı. Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman, Peygamberimizin Allah tarafından korunduğunu anlamıştı!
Geri çekildiği sırada, Resûli Kibriya Efendimiz, ona doğru mübarek başını çevirip gülümsedi ve, "Ey Şeybe!.. Yanıma gel!" buyurdu.
Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini kendisinde az evvel bulan Şeybe, o anda tir tir titriyordu; kalbi korkuyla ürperiyordu. Efendimizin yanma geldi. Peygamberimiz, mübarek ellerini göğsüne koydu ve, "Allah'ım, bundan Şeytan'ın vesvese ve desiselerini gider!" diye dua etti.
Bir anda Şeybe'nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş, yerini îmana ve Peygamberimize karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe, "Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki, Allah'ın yaratıklarından ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı." diyerek ifade eder.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, "Ey Şeybe!.. Haydi, artık kâfirlerle savaş!" diye buyurdu.
Şeybe der ki:"Resûlullah'ın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi, canımla ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım; hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!"855
Böylece, "Gerek Arap gerekse Arap olmayanlardan Muhammed'e tâbi olmadık hiç kimse kalmasa bile, ben yine ona tâbi olmam!" diyen biri daha, Hz. Resûlullah'ın getirdiği nurun cazibesinden kendisini kurtaramayıp İslâm'ın saadetli sinesine kavuşmuş oluyordu.
İSLAM ORDUSU TOPARLANIYOR
Etrafında bir avuç mücâhidle kalan Resûli Ekrem, düşmanın bir sel gibi üzerine akıp gelmekte olduğunu görünce onlarla çarpışmak için boz DüldüPü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas, DüldüFün dizginini, Ebû Süfyan b. Haris ise üzengisini tutup buna mâni olmaya çalışıyordu.
Bu dehşetli hengâmede, Resûli Kibriya, DüldüPün dizginini tutan amcası Hz. Abbas'a, '"Ey Ensâr cemaati!.. Ey Semure Ağacının altında bîat etmiş bulunan sahabîler topluluğu!.. Neredesiniz?' diye seslen!" emrini verdi. Hz. Abbas, gür sesiyle nida etti.856
Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücâhidler, durdular. Etraf alaca karanlıktan sıyrılıp aydınlığa kavuştuğu gibi, mücâhidler de yüreklerini kaplayan ürkeklikten sıyrılıp kendilerine geldiler. Zihinlerinde artık şimşekler çakıyordu: "Nereye gidiyoruz? Resûlullah'ı kime terk edip gidiyoruz?"
Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûli Ekrem'e verdikleri vaadleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini andıran Peygamberimizin etrafına koşuşuyordu! Uhud'da da aynı durum vuku bulmuştu. O zaman da Resûli Kibriya'nın cesareti, metaneti, düşman karşısındaki sebatı, İslâm Ordusunu çok daha feci bir duruma düşmekten kurtarmıştı!
Bir anda Efendimizin etrafını saran mücâhidler, kılıçlarını sıyırıp cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına, mücâhidlerin tekbir sadâları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.
Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücane gibi kahraman sahabîler, o dehşetli hengâmede Resûli Kibriya'nın önünde düşmana göğüslerini siper ederek çarpışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesaretiyle düşman askerlerinin cesaretini kırıyordu.
Harbin bu en şiddetli ânında Fahri Alem, üzerinde bulunduğu Düldül'ün üzengisine basarak, dikildi ve, "İşte, şimdi fırın tutuştu, harb kızıştı!"857 diye buyurdu; sonra da dehşetli manzarayı seyrederek, "Ben, Allah'ın Resulüyüm. Yalan yok!"858 diye seslendi.
Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifade ediyordu ve bütün kalbiyle Allah'ın va'dettiği yardımına inandığını haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebatın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi!
Bu arada, Hz. Ali ile Etoû Dücane (r.a.), düşman bayraktarlarından birini yere serdiler. Bayraktarlarının yere serildiğini gören Havazinliler, korkmaya başladılar.
Peygamberimizin Duası
Mücâhidleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye başladığı bir anda, Resûli Ekrem DüldüPünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:
"Allah'ım, bize, yardımını indir! Muhakkak Sen, onların bize galib gelmesini istemezsin!"859
Cenâbı Hakk'a böylesine gönülden yalvarıp zafer niyaz eden Efendimiz, sonra da eline bir avuç kum aldı, "Yüzleri kara olsun!" diyerek düşman askerlerine doğru attı.860
O anda, Resûli Zîşan Efendimizin bir mucizesi olarak, düşman askerlerinden gözlerine bu bir avuç kumdan dolmadık hiç kimse kalmadı! Artık, düşman ordusunda bozgun başlamıştı!
Meleklerin mücâhidlerin imdadına gelmesi ise, düşman askerin geri kalan çarpışma güçlerini de alıp götürdü ve gerisin geri kaçmalarını sağladı.
Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:
"Vallahi, Resûlullah'ın, çakıl taşlarını (kumu) onlara doğru savurmasından sonradır ki, güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine döndüğünü gördüm! Sonunda, Allah, onları bozguna uğrattı. Allah Resulünün, DüldüPü tepip onları takibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim!"861
Cenâbı Hakk, mücâhidlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun burukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur'ânı Kerîm'inde şöyle beyan buyurur:
"Şüphe yok ki, Allah, size birçok savaş yerinde zafer verdi ve Huneyn gününde size yardım etti. O vakit, Huneyn'de çokluğunuz size güven vermişti de, bir fayda olmamıştı. Yeryüzü o genişliğiyle başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanıza dönmüştünüz.
"Sonra Allah, Resulünün ve mü'minlerin üzerine rahmetini indirdi, görmediğiniz (meleklerden) ordular indirdi de, küfredenleri azablandırdı. İşte bu da, kâfirlerin cezasıdır."862
Bozguna uğrayan düşman ordusu, birkaç kısma ayrılarak savaş meydanını üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Taife gitti, bir kısmı Evtas'ta toplandı; diğer bir kısmı ise, Nahle taraflarına doğru yol aldı.
Şehid ve Ölü Sayısı
Çarpışma sonunda, Müslümanların dört şehid, düşmanın ise 70 ölü verdiği görüldü.
Düşman, harb meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için, geride esir olarak birçok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücâhidlere, o âna kadar elde edemedikleri bol miktarda ganîmet kalmıştı.
BİR KADİRŞİNASLIK ÖRNEĞİ
Alınan esirler arasında, Resûli Ekrem Efendimizin süt kardeşi, Sa'd Oğullarından Şeyma da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert hareketler üzerine, "Bilin ki, ben Efendinizin süt kardeşiyim!" diyerek bu sert davranışlarından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücâhidler, sözünde doğru olup olmadığını öğrenmek için onu alıp Huzuru Risâlete getirdiler.
Şeyma, "Yâ Muhammedi.. Ben, senin süt kardeşinim!" deyince, Efendimiz, "Bunu neyle ispatlarsın?" diye sordu.
Şeyma, "Omuzumda bulunan diş iziyle; ki, onu sen ısırmıştın!" dedi.863
İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeyma'yı tanıdı. Kendisiyle Sa'd Oğulları yurdunda koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeyma idi bu!.. İnsan kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Serveri, süt kardeşi olan bu çocukluk arkadaşına ridâsını serip üzerinde oturttu. Bir anda, o çocukluk günleri hafızasında canlandı. Gözleri dolu dolu oldu. Sonra da süt anne ve babasını sordu. Şeyma, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.
Daha sonra Şeyma'ya, "İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur; istersen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavmin ve kabilenin yanına döndüreyim."
Şeyma'nın cevabı şu oldu:
"Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!"864
O sırada Müslüman olan865 Şeyma'ya, Peygamberimiz, bir erkek bir de kadın köle verdi; sonra da Cirane mevkiine gidip beklemesini söyledi. Taif dönüşünde ise, ona ve aile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.
DÜŞMANIN TAKİB EDİLMESİ
Resûli Kibriya Efendimiz, bozguna uğrayan Havazinlilerin takib edilmesini mücâhidlere emretti. Ordunun öncü kuvvetlerini yine Süleym Oğulları teşkil ediyordu ve Hâlid b. Velid'in kumandası altında bulunuyorlardı.
Takib esnasında Resûli Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı. Kadının Hâlid b. Velid tarafından öldürüldüğü söylenince, bir mücâhidle derhâl ona haber gönderdi: "Hâlid'e yetiş ve ona, 'Allah Resulü, seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten menediyor.' de."866
Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine de, Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!" Sahabînin biri, "Yâ Resûlallah!.. Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?" diye sorunca, Fahri Kâinat'tan şu cevabı aldı:
"Sizler de müşriklerin çocukları değiller miydiniz? Her çocuk, İslâm yaratılışı üzere doğar; dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra anne babalan, onu ya Yahudîleştirir ya da Hıristiyanlaştırır."867
EVTAS'TA ÇARPIŞMA
Huneyn Vadisinde mücâhidler tarafından bozguna uğratılan Havazinlilerden bir kısmının Evtas Vadisinde toplandıkları görülüyordu. Resûli Ekrem, Ebû Âmir elEş'arî Hazretlerine bir sancak vererek, bazı mücâhidlerle toplanan düşman üzerine yolladı. Evtas'ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.
Teke tek yapılan dövüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), Havazinlilerden birçoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşma başladı. Bu sırada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara aldı ve sancağı yeğeni Ebû Musa elEş'arî'ye vererek onu kumandan tâyin etti. Bir müddet sonra da aldığı ağır yaranın tesiriyle şehid olarak hayata gözlerini yumdu.868
Kumandanlığa geçen Ebû Musa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini dağıtmaya muvaffak oldu. Düşman, oradan doğruca Taife gidip sığındı. Daha önce de kumandanları Mâlik b. Avf gidip oraya sığınmıştı.
Esir ve Ganimetlerin Cirane 'ye Gönderilişi
Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu. Huneyn'deki çarpışmayla bu kat'î netice henüz elde edilmiş değildi. Düşman, Taife sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.
Buna binâen, Huneyn Savaşında elde edilen ganimetler ve alınan esirleri Cirane mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini, vazifelendirdiği sahabîlere emretti.869
BİR KAN DÂVASININ HÜKME BAĞLANIŞI
Resûli Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmış değildi.
Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturuyordu.
Bu sırada iki kişinin huzuruna gittiği fark edildi. Bunlar, Gatafanların Reisi Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Habis idi. Uyeyne, Peygamberimizden, haksız yere öldürülen Âmir b. Azbat'ın kanını dâva ediyor ve katil Muhallim b. Cessame'nin kendilerine teslimini istiyordu.
Uyeyne b. Hısn, "Vallahi, yâ Resûlallah!.. O benim kabilemin kadınlarına ölüm acısını tattırıp canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına ölürn acısını tattırıp canlarını yakmadıkça yakasını bırakmam!" diyerek Muhallim b. Cessame'nin kısas için kendisine teslimini isterken, Aka b. Habis ise Muhallim'i müdafaa ediyordu.
Resûli Ekrem'in "Onun diyetini [kan bedelini] alsan olmaz mı?" diye yaptığı teklife, Uyeyne b. Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı.
Bunun üzerine Resûli Ekrem, "Hayır, bu seferimiz sırasında 50 deve, dönüşümüzde de 50 deve diyet alacaksın." diye teklifte bulundu. Ancak, Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.
Uzun uzun konuşulduktan sonra, Uyeyne b. Hısn, teklif edildiği şekilde diyet almayı kabul etti.871
Böylece, Resûli Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan bir kan dâvasını halletti.
Fakat işin, ibret alınması gereken tarafı bundan sonra cereyan etti: Müslümanlar, Muhallim b. Cessame'ye, "Resûlullah'ın huzuruna çık, yaptığın bu hareketinden dolayı senin için Allah'tan mağrifet dilesin!" deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini hazırlamış bulunan Muhallim, Huzuru Risâlete vardı. Efendimizin önüne diz çöktü. Mahzundu, üzgündü, gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaptığı şeyden pişmanlık duyduğunu ve Allah'a tevbe ettiğini söyleyerek, Resûlullah'tan, Allah'tan mağrifet dilemesini istiyordu: "Yâ Resûlallah!.. Pişmanım, Allah'a tevbe ediyorum! Benim için Allah'tan mağrifet dile!"
ı izam tarafına göndermişti. Mücâhidler, yolda Âmir b. Azbat'a rastlamışlardı. Âmir, mücâhidleri İslâm selâmıyla selâmladığı hâlde, şahsî bir düşmanlık ve kinden dolayı, Muhallim b. Cessame tarafından öldürülmüştü. İşte, Uyeyne b. Hısn'ın istediği, bu kan dâvası idi.
Resûli Ekrem, "Kimsin sen?.." diye sordu. "Muhallim b. Cessame!.." diye cevap verdi.
Resûli Ekrem, "Demek, sen, ona (Amir'e) Allah'ın emanıyla eman verdin (selâmına karşılık selâm verdin), sonra da onu vurup öldürdün, öyle mi?" diye buyurunca, Muhallim b. Cessame başını önüne eğdi ve sustu.
Efendimiz, sonra ellerini kaldırarak, yüksek sesle, "Allah'ım, Muhallim b. Cessame'yi affetme!" diye beddua etti.
Bedduayı duyan Muhallim'in tüyleri diken diken oldu; uğrayacağı akıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı: "Yâ Resûlallah!.. Pişmanım! Allah'a tevbe ediyorum! Ne olur, benim için Allah'tan af dile!"
Ne var ki, Muhallim'in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı şekilde Hz. Resûlullah'ın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.
Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı akıbetin dehşeti Muallim'i ancak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki, yer, ölüsünü kabul etmiyordu; defalarca gömdükleri hâlde, yer, yine cesedini dışarı attı.872 Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.873
Durumu Efendimize ilettiklerinde, şöyle buyurdular:
"Vallahi, yer, ondan çok daha kötülerin üzerini örtmüştür. Fakat, Allah, aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında, size, gösterdiği bu hâdiseyle öğüt ve ibret vermek istemiştir."



Taif Kuşatması
Huneyn Harbinde Müslümanlar karşısında hezimete uğrayan Sakifliler, yurtları olan Taife gidip sığınmışlardı; şehrin kapılarını üzerlerine kapayarak, savaşmaya hazırlanmışlardı.
Burası, şirkin son sığınaklarından biriydi. Bir daha îman ve İslâm'a karşı koyacak cesareti kendisinde bulamayacak bir şekilde başı ezilmeliydi. Havazin ve Sakiflileri Müslümanlara karşı ayaklandıran Mâlik b. Avf da gelip buraya sığınmıştı. Onun da yakalanıp hakettiği cezaya uğratılması gerekiyordu!
Bu sebeple Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle birlikte Taife doğru yol almaya başladı. Burasını çok iyi biliyordu. Seneler önce, burada hayatının en acı ve acıklı günlerini yaşamıştı. Taiflileri İslâm'a davet etmeye gelmişken, onlar kendisini taşa tutmuşlar, kan revan içinde bırakmışlardı.
İslâm Ordusu kısa zamanda Taif önlerine vardı. Fakat Sakifliler kuvvetli kalelerine kapanmışlar ve bütün ihmâlleri göz önünde bulundurarak bol miktarda yiyecek stoku da yapmışlardı.
Bu surları yarıp şehre dalmak elbette mümkün değildi. Bu sebeple Resûli Ekrem, şehri muhasara altına aldı. Ordugâh surlara çok yakın kurulmuş olduğundan, mücâhidler düşmanın yağmur gibi oklarına mâruz kaldılar. Bu arada birkaç mücâhid de atılan oklarla şehid oldu.
Bunun üzerine Resûli Ekrem, ordugâhı surlardan uzaklaştırdı ve bugünkü Taif Mescidinin yanma nakletti.876 Bu arada, yanında bulunan hanımlarından Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeyneb için iki çadır kuruldu. Resûli Ekrem, namazlarını bu iki çadır arasında kılar ve orada otururdu. Sakifliler, Müslüman olduktan sonra burada bir mescid yapacaklar ve adına da "Sariye Mescidi" diyeceklerdir.877
Muhasara esnasında çarpışma, karşılıklı şiddetli ok atışlarıyla devam etti.
Mancınık Kurularak Taiflilerin Taşa Tutulması
Muhasaranın uzadığını ve Sakiflilerin teslim olmaya niyetli görünmediklerini anlayan Peygamber Efendimiz, bu sefer mancınık kurulup düşmanın taşa tutulması hususunda mücâhidlerle istişarede bulundu.
Selmanı Fârisî Hazretleri, "Ben de bunu uygun görürüm! Çünkü biz Fars ülkesinde düşman kalelerine mancınık dikerdik; onlar da bize karşı mancınıklar dikerlerdi. Böylece, birbirimizi yenmemiz mümkün olurdu! Mancınık kurulmadığı zamanlarda uzun müddet beklemek zorunda kalırdık." diye fikir beyan etti.
Resûli Kibriya Efendimiz, bu teklifi güzel karşıladı ve mancınık yapılmasını emretti. Emri yerine getirildi. Daha önce orduda bulunanlarla birlikte mancınıkların sayısı üç oldu. İslâm Ordusunda ayrıca iki debbade [sığır derisinden yapılmış kuvvetli araba] vardı.
Mücâhidler bu debbadelerin altına girerek şehir kalesine yaklaşmak ve duvarını kazıp delmeyi denedilerse de, bunda başarılı olamadılar. Zîra, düşman askerleri tarafından atılan oklar, kızgın demir parçalan ve şişler, bu derileri delip ilerlemelerine mâni oluyordu. Hattâ, bu arada İslâm Ordusu şehid de verdi.
Üzüm Asmalarını Kesmeye Teşebbüs
Muhasara uzuyor ve arzu edilen netice elde edilemiyordu. Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu: Düşmanı, iktisadî baskı altına almak için, şehrin dışındaki, Taiflilerin ileri gelenlerine âit, kaliteli ve nâdir üzümler yetiştiren bağ ve bahçelerinin tahrip edilip kesileceğini duyurdu ve kesilmesini mücâhidlere emretti!
Tek geçim kaynakları olan bağ ve bahçelerinin kesildiğini gören Sakifliler, telâşa kapıldılar ve Peygamberimize, "Ey Muhammedi.. Mallarımızı neden kesiyorsun? Bizi yenersen, ya onları alırsın yahut da dediğin gibi Allah'ın rızasını ve akrabalık* hakkını gözeterek bize bırakırsın!" diye seslendiler.878
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, "Ben, bağınızı, Allah rızasını ve akrabalık hakkını gözeterek bırakıyorum!" dedi ve üzüm asmalarının kesilmesini menetti.879
Bu arada, kahraman sahabî Hz. Hâlid b. Velid ortaya atılarak, düşmandan çarpışacak er diledi. Fakat, düşmanda bu yolda hiçbir hareket görülemedi. İçlerinden biri, Hz. Hâlid'in er dilemesine şu cevabı verdi:
"Bizden hiçbiri seninle çarpışmak üzere kaleden inmeyecektir. Biz, kalemizde oturmaya devam edeceğiz; çünkü, yıllarca bize yetecek yiyecek stokumuz var! Eğer bu yiyecekler tükenir ve sen de o zamana kadar beklemeyi göze alırsan, o takdirde hepimiz kılıcımızı sıyırır, senin karşına çıkar ve son nefesimize kadar seninle çarpışırız!"880
Peygamberimizin anneannelerinden Atike, Sakiflerdendi.
Yeni Bir Taktik
Kuşatma uzadıkça uzuyordu. Sakiflilerinse kaleden çıkıp göğüs göğüse çarpışmaya niyetleri yoktu. Teslim olmayı da düşünmüyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu. "Kaleden inip yanımıza gelen ve Müslüman olan köle, hürdür!" diye ilân ettirdi.881
Bu ilân üzerine 20'ye yakın köle kaleden indi ve İslâm Ordusuna katılıp Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz de onları âzad etti; sonra da hepsini hâli vakti yerinde olan Müslümanlara teslim ederek, onlara Kur'ân okutmalarını ve sünnetleri öğretmelerini emretti.
Sakifliler, Müslüman olduklarında, bu kölelerin kendilerine geri verilmesini Peygamberimizden isteyecekler, Peygamberimiz ise, "Onlar, Allah'ın âzad etmiş olduğu kimselerdir; sizlere geri veremem!" buyurarak isteklerini reddedecektir.882
Uyeyne b. Hısn 'in İki Yüzlülüğü
Bir ara Uyeyne b. Hısn huzura çıkarak, "Yâ Resûlallah!.. İzin ver de gidip onlarla konuşayım, onları İslâmiyete davet edeyim. Olur ki, Allah onlara hidâyet ihsan eder!" dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz izin verince, Uyeyne çıkıp Taiflilerin yanına gitti; Peygamber Efendimize söylediklerinin tam aksine, onlara, "Vallahi, Muhammed hiçbir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı. Kaleleriniz korunmaya müsaittir. Direnmenize devam ediniz!" dedi.
Bundan sonra dönüp geldi.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Ey Uyeyne!.. Onlara neler söyledin?" diye sordu.
Uyeyne hiç bozuntuya vermeden, "Onları Müslüman olmaya davet ettim! 'Muhammed, sizi teslim almadıkça geri çekilmeyecektir. Kendiniz için ondan eman alınız.' dedim!" diye konuştu.
Uyeyne sözlerini bitirince, Peygamber Efendimiz hiddetle, "Yalan söylüyorsun! Sen onlara, şöyle şöyle söyledin!" dedi ve onun söylemiş olduğu sözleri teker teker nakletti.
Kızarıp bozaran Uyeyne af diledi: "Doğru söylüyorsun, yâ Resûlallah!.. Söylediklerimden dolayı Allah'tan affımı dilerim! Pişmanım. Allah'a tevbe ediyorum!"883
O sırada Hz. Ömerü'lFaruk, "Yâ Resûlallah!.. Müsaade buyur da, götürüp şunun boynunu vurayım!" dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Hayır!.. Ashabımı öldürüyorum diye, insanlar hakkımda söz ederler!"884 diye buyurdu.
RESÛLİ EKREM'İN RÜYASI
Bu arada, Peygamber Efendimiz bir rüya gördü. Rüyasında kendilerine bir kab tereyağı ikram ediliyor, bir horoz ise gagasıyla kabı devirip içindeki yağı döküyordu.
Efendimiz rüyasını anlatınca, Hz. Ebû Bekir, "Yâ Resûlallah!.. Sanırım, Taifliler hakkında umduğun şeye bugünlerde eremeyeceksin!" dedi.
Peygamber Efendimiz de aynı kanaatte idi; "Buna, ben de imkân görmüyorum!" buyurdu.
Muhasaranın Kaldırılması
Resûli Ekrem, Taif i fethetmenin o anda kendisine nasîb olamayacağını artık anlamıştı. Bundan sonraki bekleme, vakit kaybetmekten başka bir işe yaramayacaktı.
Bu arada ashabına, şimdilik kendilerine Taif i fethetme izni verilmediğini de duyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek, "Göç etmeye hazırlanmaları, halka duyurulacak mıdır?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Evet..." diye buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Müslümanlara Taif i terk etme hazırlıklarına geçmelerini ilân etti. Hz. Ömer, o arada bir de, "Yâ Resûlallah!.. Sakifliler aleyhinde dua etsen olmaz mı?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Allah, onlar aleyhinde dua etmeye de izin vermedi." buyurdu; sonra da, "Siz hemen göç etmeye bakınız." diye emretti.886
Fakat, mücâhidlerin bir kısmı, netice almadan buradan ayrılmak istemiyordu; hattâ, "Taif i fethetmeden nereye gideceğiz?" dedikleri de duyuluyordu.
Bu mücâhidler, gidip Hz. Ebû Bekir'e başvurdular. Hz. Sıddık onlara, "Bu işi, Allah ve Resulü daha iyi bilir! Emir, Resûlullah'a gökten gelir." diyerek cevap verdi.
Bunun üzerine Hz. Örnerü'lFaruk'un yanına vardılar, onunla konuştular. Hz. Ömer ise, onlara şu cevabı verdi:
"Biz, Hudeybiye Hâdisesini gördük. Hudeybiye'de içime, Allah'tan başkasına malûm olmayan bir şüphe girmişti. O gün, Resûlullah'a (a.s.m.), hiç söylemediğim sözlerle başvurdum. Az kalsın, ev halkım ve malım mahvolup gidecekti! Resûlullah'ın (a.s.m.), Allah tarafından yaptığı işte bizim için hayır vardı. Halk için, Hudeybiye Sulhünden daha hayırlı bir fetih olmamıştır. Resûlullalrın (a.s.m.) Peygamber olarak gönderildiği günden Hudeybiye'de sulh şartlarının yazıldığı güne kadar Müslüman olanlardan daha çok kimse, kılıç kullanılmadan Müslüman oldular! Resûlullah'ın yaptığı işte hayır vardır! Ben, o Hudeybiye işinden sonra, hiçbir zaman, hiçbir iş hakkında ona dönüp itiraz edemem. Bu iş Allah'ın işidir; O, dilediğini Peygamberine vahyeder!"887
Peygamber Efendimiz, umumî kanaatin, Taif te bir müddet kalmak yönünde olduğunu fark edince, mücâhidlere, "Öyle ise, yarın sabah çarpışmaya hazır olunuz!" diye buyurdu.
Sabah olunca, çarpışmaya girdiler. Ancak, bu çarpışma, yara almalarından başka hiçbir işe yaramadı. Bundan öteye bir netice elde edemeyeceklerine artık kendileri de kanaat getirdiler. Peygamber Efendimiz tekrar, "İnşallah yarın döneceğiz!" deyince sevindiler. Hemen göç hazırlıklarına başladılar. Peygamberimiz, onların bu hâline tebessüm buyurdu.
Resûli Ekrem Efendimiz, ordusuyla 30 gün kadar süren bir kuşatmadan sonra Taif ten ayrıldı.
Sakifliler, mücâhidleri fazlasıyla uğraştırmış, yormuş, yaralamış ve 14 kadar Müslümanı da şehid etmişlerdi. Bu sebeple, ayrıldıkları sırada, Peygamber Efendimizden Sakifliler aleyhinde dua etmesini istediler. Fakat, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, ellerini açarak, "Allah'ım, Sakiflilere doğru yolu göster; onları bize getir!" diye dua etti.888
Kâinatın Efendisi, öylesine engin bir merhamet duygusuna, öylesine bitmez tükenmez bir şefkat deryasına sahipti ki, en azılı düşmanlarının bile mahvolmasına gönlü razı olmuyor, bilâkis onların da İslâm ve îman nuruyla manen hayat bulmasını istiyor ve bunu Yüce Rabbinden niyaz ediyordu.
Cirane 'ye Dönüş
Resûli Ekrem Efendimiz, kuşatmayı kaldırdıktan sonra mücâhidlerle birlikte Huneyn ve Evtas'ta alınan ganimetlerin muhafaza edildiği Cirane mevkiine dönmek üzere Taif ten ayrıldı.
Süraka b. Cu 'şum 'un Müslüman Olması
Resûli Ekrem Efendimiz, ashabıyla Taif ten Cirane'ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslümanlar onu tanımadıklarından buna mâni oldular. Hattâ, art niyetli biri olabilir zannıyla, "Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?" diyerek üzerine yürümek bile istediler.
Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaştırmayacağını anlayınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir'in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı. "Yâ Resûlallah!.. Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Süraka b. Cu'şum'um!" dedi.
Peygamber Efendimiz, onu tanıdı. "Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!" buyurduktan sonra Müslümanlara, "Onu, bana yaklaştırınız." diye emretti.
Efendimizin huzuruna varan Süraka, şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Süraka derki:
"Resûlullah'a, 'Yâ Resûlallah!.. Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevab var mıdır?' diye sordum. Resûlullah (a.s.m.), 'Evet... Her ciğeri olanı sulamakta, insana ecir ve sevab vardır.' buyurdu. Bundan başka bir şey sormadım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Resûlullah'a (a.s.m.) gönderdim."889
Ganimet ve Esirler Yoluna devam eden Efendimiz, Cirane mevkiine geldi.
Mücâhidlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı. Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu.890
Alınan ganîmet malları ise, 24 bin deve, 40 bin davar ve dört bin ukiyye* gümüş idi.891
Resûli Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini göz önünde bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, sahabînin birini Mekke'ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giydirdi.892
On geceden fazla beklediği hâlde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, esirleri Müslümanlar arasında bölüştürdü.
Havazin Heyetinin Gelişi
Esirlerin mücâhidler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki, Havazinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamber Efendimize, Müslüman olduklarını, yurtlarındaki halkın da İslâmiyeti kabul ettiklerini haber verdi.893
Havazinliler, Resûli Ekrem Efendimizin süt annesi Halime'nin mensup olduğu kabile idi. Yâni, Allah Resulüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lûtufkâr davranılmasını, mal ve esirlerinin geri verilmesini istediler.
Resûli Ekrem onlara, "Ben, tevbe edip gelirsiniz diye, ganîmet ve esirleri bölüştürmeyi uzun müddet tehir ettim! Fakat, siz artık çok geç kalmış sayılırsınız. Esirleri, mücâhidler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tekrar iade etmem oldukça zor bir iştir!" dedi.
Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı: İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Hisseme ve Abdûlmuttâlib Oğullan hissesine düşenleri size geri veriyorum." buyurdu; sonra da, "Öğle namazını kıldırdığım zaman, ayağa kalkarak, 'Biz kadınlarımız ve çocuklarımız hususunda Allah Resulünün Müslümanlar nezdinde, Müslümanların da Allah Resulü nezdinde şefaatini diliyoruz.' diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışladığımı tekrarlar, Müslümanların da bağışlamasını isterim!" diye tavsiyede bulundu.
Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Havazinliler yapılan tavsiye üzerine ayağa kalkarak, Hz. Resûlullah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlamasını taleb ettiler.
Resûli Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Abdûlmuttâlib Oğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan Muhacir ve Ensâr'ın hepsi de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.894
Böylece, Resûli Kibriya'nın mübarek dillerinden dökülen bir iki cümleyle, bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.
Bu hâdise, hem Nebîyyi Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhametini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından şâyanı dikkattir.
Mâlik b. Av fin Müslüman Olması
Resûli Kibriya Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdikten sonra, "Mâlik b. Avf ne yapıyor?" diye sordu.
Havazin temsilcileri, "Kaçıp, Taif Kalesine sığındı. Şimdi, Sakiflilerin yanında bulunuyor." dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Ona haber veriniz ki, eğer Müslüman olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, ayrıca da 100 deve ihsan ederim." buyurdu.8'5
Heyet, haberi kendisine götürünce, Mâlik, çıkıp Hz. Resûlullah'ın huzuruna geldi ve Müslüman oldu. Resûli Ekrem, va'dettiği şekilde hem kendisine malını ve aile halkını teslim etti, hem de 100 deve ihsanda bulundu. Resûli Kibriya Efendimiz, 100 deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşmanı olan Mâlik b. AvPı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine bir de vali tâyin ederek taltif etti.S9h
İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatları ile gönülden fetheden Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik b. Avf da, "İnsanlar arasında Muhammed'in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm, ne de işitmişim! Kendisinden ihsan edilmesi istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin takdirde, yarın meydana gelen hâdiselerden de sana haber verir."897 diyerek gönlünün fethedildiğini ifade etti.
Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlamış olan Mâlik b. Avf, o andan itibaren İslâm'ın emir ve hizmetindeydi.
Ganimetlerin Taksimi
Esirlerin sahiplerine iadesinden sonra, Resûli Ekrem Efendimiz, ganimetlerin taksimine başlayacaktı.
O sırada bedevilerden bir kısmının, "Yâ Resûlallah, deveden, davardan ganimetlerimizi bölüştür." diyerek, Efendimizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çekiştirdikleri görüldü. Bedeviler o derece ileri gittiler ki, Efendimiz bir ağaca dayanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi, "Siz, Allah'ın size nasîb ettiği ganimeti aranızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganîmet malları Tihamen'in ağaçları sayısınca bile olsaydı, hiçbir cimrilikte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm!" diye konuştu; sonra da, eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde parmakları arasında tutarak kaldırdı ve, "Ey insanlar!.. Vallahi, sizin ganimetinizden beşte bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş bir şey yoktur! Eteşte bir pay da, gerektiğinde yine sizlere harcanıyordur!" buyurdu.898 Bundan sonra, ganîmet mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşeni dağıttırdı.
Miiellefei Kulûb a Yapılan İhsan
Cirane'de bulunan İslâm Ordusunda, Mekke'nin fethi günü Müslüman olmuşlardan iki bin kadar yeni îman etmiş kimseler yanında, henüz İslâm'la şereflenmemiş Mekke ileri gelenlerinden de birçok kimse vardı. Yeni îman etmişlerin îmanlarının sâbitleştirilmesi, îmandan mahrum bulunanların ise İslâm'a gönüllerinin ısındırılması için, Peygamber Efendimiz bir usûle başvurdu.
Bilindiği gibi, ganimetin beşte biri Peygamber Efendimizin tasarrufundaydı. Beytû'1Mâl nâmına alınan beşte birden istediği ve lüzum gördüğü yere sarfederlerdi.
İşte, yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binâen, yeni Müslüman olmuşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısınmamış Kureyş ileri gelenlerinin gönlünü İslâm'a ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara fazlaca verdi.
Kureyş Reisi Ebû Süfyan'a, oğlu Yezid ve Muaviye'ye 100'er deve ve 40'ar ukiyye gümüş ihsanında bulundu. Böylece, Ebû Süfyan ve oğulları, toplam 300 deve ve 120 ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, "Anam babam sana feda olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversindir! Seninle harbettiğimiz zamanlarda da sen ne kadar güzel harbederdin! Seninle sulh yaptığımız zamanlarda da sen ne kadar güzel bir sulhçü idin! Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!" diyerek, Efendinizin cömertlik ve ihsan severliğini dile getirdi.899
Bunun yanında, Resûli Ekrem, Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmına 200, bir kısmına 100'er, diğer bir kısmına da 50'şer deve ihsan etti.900
Safvan b. Ümeyye 'nin Müslüman Olması
Safvan b. Ümeyye, Peygamberimize ve Müslümanlara şiddetli düşmanlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hattâ, Mekke'nin fethi günü, görüldüğü yerde vurulması emredilenler arasında ismi yer alıyordu. Fakat, o da gönlü şefkat deryasını andıran Efendimize iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman olması için de iki ay mühlet istemiş, Peygamber Efendimiz ise ona dört ay mühlet vermişti!
O da İslâm Ordusuna katılmıştı.
Resûli Ekrem Efendimizin Cirane'de ganimetleri kontrol ettiği bir sıradaydı. Gözü bir anda, henüz Müslüman olmamış Safvan'a takıldı. O, deve ve koyunlarla dolu vadiye gözünü dikmiş, dikkatlice bakıyordu.
Bu dikkatli bakışı, Nebîyyi Muhterem Efendimizin mübarek gözlerinden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi.
"Ebû Vehbi.. Vadi pek mi hoşuna gitti?" diye seslendi. Safvan, "Evet..." dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, "O hâlde, o vadi, içindekilerle beraber senin olsun!" buyurdu.
Safvan, birden şaşırdı; kulaklarına âdeta inanamıyordu. Hayatında kendisinden istenen hiçbir şey için "Hayır." demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, "Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz!" diyerek, kalbinin fethedildiğini ifade etti.901
Safvan, artık kendini, İslâm nurunun, nübüvvet güneşinin cazibesine kaptırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Böylece, senelerin İslâm düşmanı Safvan b. Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken, kendini Müslümanlar safında buluyordu!
Müslümanlığını sâlih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:
"Allah Resulü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu!"902
Bu hâdise, Resûli Kibriya Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre muamelede bulunma san'atında ne derece mahir olduğunu açıkça gösteren bir misâldir. İnsanları kazanmada,bâzan bir iltifatı, bâzan bir tatlı sözü, bâzan bir tebessümü, gülümsemesi, bâzan güzel bir hareketi ve bâzan da bir ihsanı yetiyordu! Onun bu ciheti bile başlı başına bir tetkik konusu teşkil eder. Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki, Peygamberimiz Hz. Muhammedi (s.a.v.), dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaidelerini tâ bin 400 küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışları ile ortaya koymuştur.
Bir bakış, bir işaret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine musahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gereken bir hasleti Nebevî'dir.
Sahabîlerden Gelen İtiraz
Peygamber Efendimizin, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müslüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bu tatbikatın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duydular. Onlar, bu hareketle, Müslüman olmamış veya yeni Müslüman olmuşların kendilerine tercih edildiği, âdeta kendilerinden üstün tutulduğu zannına kapılmışlardı. Ne var ki, Resûli Ekrem Efendimiz, asla böyle bir düşünceyle hareket etmemişti.
Nitekim, tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müellefei Kulûb'a bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına ashabtan Sa'd b. Ebî Vakkas çıkmış ve, "Yâ ResûlallahL Cuayl b. Süraka dururken, siz tutup Uyeyne b. Hısn ve benzerlerine 100'er deve verdiniz!" demişti.
Resûli Ekrem Efendimiz, şikâyetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, ashabtan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi; ama îman cihetinde zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûli Ekrem, Sa'd Hazretlerine şu cevabı vermişti:
"Vallahi, Uyeyne ve Akra gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hepsinden hayırlı ve daha faziletli olur! Ancak ben,onları İslâm'a, îmana ısındırmak için bu tarz hareket ediyorum! CuayPı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müslümanlığına ve âhirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havale ediyorum!"903
Ensâr 'dan Bazı Kimselerin Konuşmaları
Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O Ensâr ki, Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, "Benim hayatım sizin hayatınızladır; ölümüm de sizin ölümünüzledir!" diyerek dile getirmişti.
Resûli Kibriya Efendimiz, daha düne kadar İslâm'a ve Müslümanlara bütün şiddetleriyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulunmayan, bu yolda hiçbir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ihsanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebîyyi Muhterem Efendimizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından dolayı da üzülüyorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hattâ, bazıları, hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyorlardı.904
Ensâr'dan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı, Resûli Ekrem Efendimize, Sa'd b. Ubade Hazretleri ulaştırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Ensâr'ı bir araya toplayarak, onlara, "Ey Ensâr topluluğu!.. Söylememeniz gereken bazı nahoş sözleri söylediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle demişsiniz!" diye hitab etti.
Bu hitab karşısında Ensâr'dan bazıları özür beyan ettiler: "Yâ Resûlallah!.. Bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir!"
Resûli Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine devam etti: "Ey Ensâr!.. Sizler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah, benim vasıtamla sizlere hidâyet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Allah benim vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşman idiniz. Allah benim vasıtamla kalblerinizi birbirine ısındırıp birleştirmedi mi?"
Ensâr cemaati: "Evet, yâ Resûlallah!.." dediler, "Sen bizi karanlık içinde buldun; senin sayende aydınlığa, nura kavuştuk! Sen, bizi bir ateş çukurunun başında buldun; senin sayende ondan kurtulduk! Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun; senin sayende doğru yola kavuştuk! Bizler, Allah'ı Rab, İslâmiyeti din, Muhammed'i (s.a.v.) de peygamber olarak kabul etmiş bulunuyoruz! Allah ve Resulünün üzerimizdeki minnet ve nîmetleri her şeyden üstündür; Allah ve Resulüne minnettarız! Yâ Resûlallah, sen dilediğini yap!"905
Buna rağmen, Nebîyyi Ekrem Efendimiz, sözlerine son vermedi. Gönüllerinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
"Ey Ensâr cemaati!.. Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğruyu söylemiş olurdunuz: 'Sen, bize yalanlanmış olduğun hâlde geldin; biz, seni doğruladık! Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin; biz, senden hiçbir yardımı esirgemedik! Sen, yurdundan kovulmuştun; biz sana kendi nefsimiz gibi baktık.' Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik ederdim!"
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûli Ekrem Efendimiz, asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:
"Ey Ensâr cemaati!.. Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyunlar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlüyle beraber yurdunuza dönmeye razı değil misiniz?"
Medineli Müslümanlar bu soruya haykırarak, "Evet, yâ Resûlallah!.. Biz, buna razıyız!" cevabını verdiler.
Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mânâ âlemlerini bir anda değiştiren hitabesini şöyle bağladı:
"Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, Ensâr'dan bir fert olmayı arzu ederdim!
"Allah'ım!.. Ensâr'ın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve merhamet et!"906
Fahri Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar, kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladılar; öyle ki, gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı!
Artık kesin kararlarını vermişlerdi: "Biz, ganimet payı olarak Resûlullah'a razıyız; başka hiçbir şey verilmezse bile!.."
Eşsiz bir ganimet hissesi!
Cenâbı Hakk, Sevgili Resulüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslâm'ın sinesine celbederken, diğer taraftan dostların kendisine karşı duydukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitâbesiyle gidebiliyordu!
Cirane 'den Mekke 'ye Zilkade ayının bitmesine 12 gün kalmıştı.
Nebîyyi Ekrem Efendimiz, Cirane'de bulunduğu zaman zarfında, içinde namazlarını eda ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Cirane'den ayrılarak, Ashabı Kiram'la gece Mekke'ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz, Beytullalvı görünce telbiyeyi kesti. Sabahleyin ashabıyla birlikte Kâbei Muazzama'yı tavaf etti. Sonra da Safa ve Merve arasında sa'y yaptı. Sa'yin yedinci devresinde Merve yanında başını tıraş etti.
Bu umrede Efendimiz, kurban kesmedi.907
Medine 'ye Dönüş
Resûli Kibriya Efendimiz, artık Medine'ye dönmek niyetindeydi.
Bunun için, daha önce Mekke valiliğine tâyin ettiği Attab b. Esîd'e aynı vazifeyi tekrar verdi. Muaz b. Cebel Hazretlerini de İslâm'ı anlatmak ve Kur'ân öğretmek üzere orada bıraktı.
Bundan sonra Mekkei Mükerreme'den yola çıktı. Zilkade ayının bitmesine birkaç gece kala Medinei Münevvere'ye kavuştu.



Umman ve Bahreyn Hükümdarlarının Müslüman Oluşu
UMAN HÜKÜMDARININ VE KARDEŞİNİN İSLÂM'A DAVET EDİLİŞİ
(Hicret 'in 8. senesi Zilkade ayı)
Peygamber Efendimiz, Mekke'nin fethi ve Huneyn muzafferiyetinin verdiği sevinç ve huzur içinde ashabıyla Medine'ye dönmüştü. Şirkin beli kırılmış, kabileler dalga dalga İslâm nuruna koşmuşlardı. Müslümanlara âdeta yeni bir kan, yeni bir heyecan ve cihad ruhu gelmişti. Arabistan'ın hemen her tarafında İslâm'ın şerefli bayrağının dalgalanmaya başlaması, onlara huzur ve saadet veriyordu.
Bununla birlikte, kendilerine henüz İslâm daveti ulaşmamış hükümdarlar da vardı. Resûli Ekrem, Medine'ye döner dönmez, bu maksatla Amr b. Âs Hazretlerini Uman'a gönderdi. Vazifesi, Hükümdar Ceyfer ile kardeşi Abd'e, kendisine verilen mektubu teslim etmek ve kendilerine İslâm'a davette bulunmaktı.908
Uman, YemenHind Denizi sahilinde, Basra Körfezinin darlaştığı yerdeki büyük şehirlerden biri idi. Hurma bahçeleri ve ekinleriyle meşhur olan bu şehirde o zaman Ezdîler hâkim durumda bulunuyorlardı. Bunlar yanında başka ırktan halk da vardı.
Amr b. As Hazretleri, emir gereği Uman'a vardı ve mektubu hükümdara ve kardeşine teslim etti. Açılan mektupta, Hz. Resülullah'ın kendilerine şöyle hitab ettiğini gördüler:
"Bismillahirrahmânirrahîm!
"Allah'ın Resulü Muhammed b. Abdullah'tan Cülenda'nın oğulları Ceyfer ve Abd'e!..
"Hidâyete uyanlara, doğru yolu tutmuş olanlara selâm olsun!
"Bundan sonra derim ki:
"Ben her ikinizi İslâm'a davet ediyorum! Müslüman olun ki selâmete eresiniz!
"Ben, sağ olanları âhiret azabıyla korkutmak, kâfirler hakkında da Allah'ın hükümlerini tatbik etmek için Allah'ın bütün insanlara gönderdiği Resulüyüm!
"Eğer İslâm'ı kabul ederseniz, hükümdarlığınız size bakî kalacaktır; eğer Müslüman olmaktan uzak durursanız, şüphesiz, hükümdarlığınız elinizden çıkacak, süvariler meydanınızı çiğneyecek ve peygamberliğim sizin mülk ve saltanatınızı mağlûb edecektir!"909
Ceyfer ile kardeşi Abd, önce Müslüman olup olmamak hususunda tereddüt geçirdiler; bir müddet sonra da bu tereddütlerinden kurtularak, İslâmiyetle şereflendiler ve Efendimizin risâletini tasdik ettiler. Bununla da kalmayan Cülenda Oğullan, halkı da Müslüman olmaya çağırdılar. Bu daveti duyan halk da seve seve Müslüman olmayı kabul etti.910
Bunun üzerine, Peygamber Efendimizin emir ve tavsiyeleri gereğince, Amr b. As Hazretleri, buranın idarî işlerini üzerine aldı. Amr (r.a.), Müslüman zenginlerden zekât ve sadaka toplayacak, onları fakirlere dağıtacaktı; ayrıca, Mecûsîlerden cizye alacak, Müslümanlar arasındaki dâvaları da halledecekti.9"
Peygamber Efendimizin vefatına kadar, Hz. Amr, bu işleri yürütmek üzere Uman'da kaldı.
BAHREYN HÜKÜMDARININ MÜSLÜMAN OLUŞU
(Hicret 'in 8. senesi Zilkade ayı sonları)
Peygamber Efendimiz, İslâm'a davet etmek üzere, Alâ' b. Hadremî'yi, bir mektupla Bahreyn Hükümdarı Münzir b. Sava'ya gönderdi. Alâ b. Hadremî'yle birlikte Hz. Ebû Hüreyre de bulunuyordu.913
Bahreyn, Hindistan ile Basra ve Uman arasında bulunan deniz sahilindeki memleketlerin hepsine verilen addır. Halkının bir kısmı Mecûsî, bir kısmı Yahudî, diğer bir kısmı ise Hıristiyan idi.
Alâ' b. Hadremî, Münzir b. Sava'nın yanına vararak, Peygamber Efendimizin mektubunu teslim etti. Mektupta şunlar yazılı idi:
"Bismillahirrahmânirrahîm! "Hidâyete uyanlara selâm olsun!
"Ben, seni İslâm'a davet ederim! Müslüman ol, selâmete er! Allah, iki elinin altında bulunan (hükümdarlığını) yine sende bırakır.
"Şunu da bilmiş ol ki, benim dinim, develerin ve atların gidebilecekleri yerlere kadar uzanacak, hâkim olacaktır."914
Alâ' b. Hadremî ile aralarında geçen kısa bir konuşmadan sonra Münzir b. Sava, Mecûsî Din Başkanı Sibuht'la birlikte Müslüman oldu.915 Böylece Münzir, dünya saltanatı yanında ııhrevî saltanatı da temin edecek îmanı elde ediyordu.
Hükümdar ve dinî reisle birlikte halktan birçok kimse de İslâm'la şereflendi.
Hükümdar Münzir, Peygamber Efendimize bir mektup gönderdi. Müslüman olduğunu, peygamberliğini de tasdik ettiğini bildirdikten sonra, Müslüman olmayanlar ve ülkesinde bulunan Mecûsîlerle Yahudiler hakkında nasıl davranması gerektiğini soruyordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, Münzir'in bu mektubuna şu cevabı verdi:
"Bismillahirrahmânirrahîm!
"Muhammed Resûlullah'tan, Münzir b. Sava'ya!..
"Allah'ın selâmı üzerine olsun!
"Ben, sana olan hidâyet nimetinden dolayı O'ndan başka ilâh bulunmayan Allah'a hamdederim!
"Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederim!
"Mektubunu aldım; okutup içindekileri dinledim.
"Sana, Yüce Allah'ı, O'nun emir ve yasaklarına göre hareket etmeni hatırlatırım! Muhakkak ki, nasihat eden kimse, onunla kendisi de nasihat almış, sevabından istifade etmiş olur.
"Elçilerime itaat eden ve onların emirlerine riâyet eden kimse, bana itaat etmiş sayılır; onları öğütleyen, dinleyen, beni dinlemiş olur.
"Elçilerim, seni bana övdüler ve hayırla andılar! Senin, kavmin hakkındaki şefaat ve iltimasını kabul ettim! Onlardan Müslüman olanları, Müslüman oldukları şeylere göre bırak.
Günahkâr olanların, geçmişteki suçlarını geç; onları geçmişte işlediklerinen mes'ul tutma!
"Şunu bilmiş ol ki, sen iyi davrandıkça, işinden seni uzaklaştırmayınız, vekilimiz olarak orada kalırsın!
"Yahudilik ve Mecusîliklerinde devam etmek isteyenlere gelince... Onları cizyeye bağlarsın.
"Selâm ve Allah'ın rahmeti üzerine olsun!"916
Peygamber Efendimizin, muhtelif tarihlerde Münzir b. Sava'ya birkaç mektup daha gönderdiği ve Münzir'in ise bunlara cevap verdiğini de burada kaydedelim.917
Resûli Ekrem Efendimizin emri gereğince, Alâ' b. Hadremî burada kaldı ve Müslüman olanlardan öşür, müşriklerden ise cizye almakta devam etti.
Yine, Hicret'in 8. yılında etraf kabilelerden birçok heyet Medine'ye gelerek M'üslüman olduklarını, Hz. Resûlullah'ın huzurunda izharda bulundular."



Hicretin 8. Senesinin Diğer Mühim Bazı Hadiseleri
HZ. İBRAHİM'İN DÜNYAYA GELİŞİ
(Hicret 'in 8. senesi Zilhicce ayı)
Bu tarihte Peygamber Efendimizin oğlu İbrahim dünyaya geldi. Hz. Mâriye'den olan Hz. İbrahim, Peygamber Efendimizin en son evlâdı idi.9'9
Medine'nin yukarı tarafında, Avali diye anılan kısımda annesine tahsis edilen bir hurma bahçesindeki evinde hayata gözlerini açan Hz. İbrahim'in doğum müjdesini, Peygamberimize, oğluna ebelik vazifesini yapan Selmâ Hâtûn'un kocası Ebû Rafı getirdi. Bu mes'ud hâdisenin müjdesinden fazlasıyla memnun olan Peygamberimiz, Ebû Rafı'e de bu ismi şöyle açıkladı:
"Ona, ceddim İbrahim'in ismini koydum!"920
Hz. İbrahim 'in Sütanneye Verilmesi
Emzikli Ensâr kadınları, Hz. Resûlullah'ın evlâdını emzirme bahtiyarlığına ermek için âdeta birbirleriyle yarış eder gibiydiler. Sonunda, Resûli Ekrem Efendimiz, nur topu evlâdını Ümmü Bürde Havle binti Münzir'e emzirmek üzere teslim etti.921 Bu vazifeyi üzerine almasından dolayı da Ümmü Bürde Havle'ye bir hurmalık tahsis etti. Hz. İbrahim, vefatına kadar, süt annesi Ümmü Bürde Havle'nin yanında kaldı.
Peygamber Efendimiz, mübarek evlâdı Hz. İbrahim'i sık sık ziyarete gider, şefkat ve merhametini izhar ederek, başını okşar, bağrına basardı.
Peygamber Efendimizin hizmetkârı Enes b. Mâlik (r.a.), ilgili bir hâtırasını şöyle anlatır:
"Ben, ev halkına Resûli Ekrem'den (s.a.v.) daha şefkatli, daha merhametli davranan kimse hayatımda görmedim!
"İbrahim, Medine'nin Avali kısmında süt annesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk.
"İbrahim'in süt babası (Ebû Seyf Bera b. Evs) demirci idi. Evinin her tarafı dumanlanmışken, Resûlullah içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi.
"Yine bir gün Resûlullah onu görmek için yola çıkmıştı. Ben de kendisini takip ediyordum. Evine vardığımızda, Ebû Seyf körüğüne asılıp duruyordu. Evin içi dumana bürünmüştü. Hemen önden koştum; ona 'Körüğünü durdur! Resûlullah (s.a.v.) geldi.' dedim. O da körüğünü durdurdu.
"Resûlullah, çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu."
ŞÂİR KA'B B. ZÜHEYR'İN MÜSLÜMAN OLMASI
Ka'b b. Züheyr, büyük bir şâirdi.
Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu Ka'b ile Büceyr'i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.
Şâir Züheyr b. Ebî Sülma, Ehli Kitap kimselerin sohbetine devam ederken, âhirzamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.
Bir gece rüyasında gökten bir ip uzatıldığını, ipe yapışmak için elini uzattığı hâlde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyasını, âhirzamanda gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.
Bu sebeple, vefatından önce oğullarına, "Gelecek olan peygambere îman ediniz!" diye vasiyette bulunmuştu.923
Kur'ân'ın fesahat ve belagatı karşısında gözleri kamaşan birçok kuvvetli edip, şâir ve hatib, İslâmiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber şirke direnen, Peygamberimizle Müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlığı şiir ve hitâbeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar da vardı. İşte, Ka'b b. Züheyr, bunlardan biri idi.
Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu.
Kardeşi Büceyr, Resûli Ekrem safında yer almışken, Ka'b bir türlü şirkten vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.
Bir gün, yine, kardeşi Büceyr'e, Müslüman olmasından dolayı duyduğu kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr (r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular. Ka'b'ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırı aşmıştı. Bunun üzerine Resûli Ekrem, ashabına şöyle ilân etti:
"Kim Ka'b b. Züheyr'e rastgelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren heder edilmiştir [mubah kılınmıştır]."924
Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Ka'b'ın uğrayacağı âkıbet, şüphesiz, dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini îkaz edip nasihatte bulunmak üzere bir mektup yazdı. Mektubunda, hakkında verilen kararı da haber verdi. Bundan kurtulabilmenin tek çâresinin de ancak, Hz. Resûlullah'a gelip af dilemek olduğunu bildirdi.925
Mektubu alan Ka'b, yerinde duramaz hâle gelmişti. Âdeta kocaman yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamaycağını anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte devam edecek ve ele geçmemek üzere köşe bucak kaçacaktı veyahut Hz. Resûlullah'ın huzuruna çıkarak sadâkat elini uzatıp, o âna kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.
Ka'b, akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zâten kardeşinden mektup gelir gelmez de, iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.
Uzun mesafeyi kısa zamanda kat'edip Medine'ye gelen Ka'b, Resûli Ekrem'in huzuruna vardı. Peygamberimiz, onu şahsen tanımıyordu. Ka'b, bu durumu akıllıca kullandı. Efendimizin huzurunda diz çöküp mübarek elini tuttuktan sonra, "Ka'b b. Züheyr, tevbe etmiş ve Müslüman olarak huzuru saadetinize gelmek işitiyor. Ben, onu size getirsem, ona eman verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misin?" diye zekîce teklifte bulundu.
Ka'b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bunda pişmanlık duyup Müslüman olursa, artık Resûli Kibriya ile arasında bir mesele kalmamış demekti. Nitekim, Resûli Ekrem, bu teklife, "Evet." cevabında bulunarak bu kanâatini izhar buyurdu.
Bu cevap üzerine, Ka'b'in mânâ âlemi birdenbire parladı ve elini Hz. Resûlullah'ın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:"Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur! Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed, Allah'ın Resulüdür."
Resûli Ekrem ile etrafında bulunan sahabîler, bir anlık bir hayrete kapıldıktan sonra, Efendimiz, "Sen kimsin?" diye sordu.
Ka'b, "Ben, Ka'b b. Züheyr"'im yâ Resûlallah!.." diye cevap verdi.
O sırada ashabtan biri ortaya atıldı. "Yâ Resûlallah!.. Bırak da şu Allah düşmanının boynunu vurayım!" diye konuşunca, Efendimiz, "Bırak onu! O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve Hakk'a dönmüş olarak gelmiştir!"926 buyurdu.
Gönül ülkesi İslâm'ın manevî kılıcıyla fethedilen Ka'b, hemen o anda Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan "Banet Süâdü" isimli kasidesini Hz. Resûlullah'a sundu.
"Suad'ın ayrılığı yetmiyormuş gibi, iki taraf arasında söz taşıyanlar, bana, 'Ey Ebû Sülmâ'nın oğlu!.. Sen, artık kendini ölmüş bil!' dediler.
"Kendilerine güvenip de başvurduğum her dost ise bana, 'Seni oyalayıp teselli edemem; başının çâresine bak!' dedi.
"Ben de 'Çekilin yolumdan!' dedim. Rahmân'in takdir ettiği her şey elbette olacaktır.
"İnsanoğlunun mes'ud hayatı ne kadar uzun olursa olsun, mutlaka bir gün bir tabutta taşınacaktır.
"Resûlullah'ın beni öldüreceğini haber aldım! "Resûlullah'ın yanında bağışlanmak en çok umulan şeydir. "Özür beyan ederek Allah Elçisinin yanına geldim. "Resûlullah'ın katında özür dâima kabule şayandır: "Merhamet ve teenni ile muamele et bana!
"İçinde birçok nasihat ve hüküm bulunan Kur'ân hediyesini sana ihsan eden Allah, hidâyetini artırsın!
"Rakiplerimin dedikodusuyla beni muaheze etme!
"Hakkımda birçok dedikodu yapılmışsa da, ben pek o kadar suçlu değilimdir.
"Ben şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki, burada gördüğüm ve işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi muhakkak titrerdi!
"Burada, beni ancak Allah'ın izniyle Peygamber'in affına nail olmak kurtarabilir.
"Ben, Yüce Peygamber'e karşı hiçbir itirazda bulunmadan sağ elimi, onun adaletli eline uzatıyorum.
"Şimdi, söz onun sözüdür!
"Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah'ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır."927
Kâ'b, Resûli Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitliklerinden bahsederek kasidesine devam ediyordu.
Kaside içinde bir beyit vardı ki, Resûli Kibriya Efendimiz ondan son derece memnun olmuştu. O "Tâc Beyit" şuydu:
"Şüphe yok ki, Resûlullah, doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmemek için Allah'ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır."
Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek bürdesini [hırkasını] çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti yanında tebrik ve takdirlerini izhar etti.
Bundan sonra "Banet Süâdü" adlı kaside "Kasidei Bürde" olarak anılmaya başlandı.
Ka'b. b. Züheyr, Hz. Resûlullah'in bu hediyesiyle her zaman, her yerde iftihar ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.
Bir seferinde Hz. Muaviye, 10 bin dirhem vererek onu almak istemişti. Ka'b, "Resûlullah'in hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem!"928 diye cevap vermişti.
Fakat, Hz. Muaviye, Ka'b'ın vefatından sonra bu arzusuna nail oldu. Mirasçılarına 20 bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullah'ın bu mübarek Hırkai Saadetlerini kendilerinden aldı.
Daha sonra bu mübarek hırka Emevîlerden Abbasîlere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.930
Bugün, Hz. Resûlullah'ın bu mübarek hırkası mukaddes emanetleri arasında Topkapı Sarayının Hırkai Saadet Dairesinde muhafaza altında bulundurulmaktadır.931
"Hırkai Saadet, 1,24 boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan yapılmıştır. İçi, kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır. Önünde, sağ tarafında 0,23x0,30 ebadında bir parçası noksandır. Sağ kolunda bir eksiklik vardır. Yer yer harabtır.
"...Hırkai Saadet, müteaddit bohçalara sarılmış olduğu hâlde (0,57x0,45x0,21) ebadında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir.* Bunun üzerinde, Sultan Azîz tarafından yaptırıldığı ve şefaat talebini hâvî uzunca bir kitabe de bulunmaktadır.
"İşbu çekmece ayrıca bohçalar içinde olarak büyük bir altın sandukaya konulur. Bu da Sultan Azîz tarafından yaptırılmış olup üzerinde 'Lâ ilahe illallah. Ve mâ erselnâke İllâ rahmeten lilâlemin. Lâ ilahe illallah elMelikü'1Hakkü'IMübînMuhammedün Resûlullah Sâdıku'1Va'di'lEmîn.' yazılıdır.
"Dört ayaklı kaidesi de altın kaplamalıdır."932
Topkapı Sarayı Müzesi sabık müdürü Tahsin Öz, daha sonra kitabında şu satırlara yer verir:
"Saltanat devrinde, hükümdar, Ramazan'ın 15. günü, Topkapı Sarayına gelir. Hırkai Saadet, merasimi mahsusa ile açılır
930 i. Hâmî Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 2, s. 43. 31 Tahsin Öz, Hırkai Saadet Dairesi ve Emanatı Mukaddese, s. 23.
Hırkai Saadet'in bu ebadda Sultan Murad tarafından yaptırılmış olan altın bir mahfazası daha mevcuttur. Bu, san'at itibarıyla fevkalâde olup, ayrıca zümrütlerle de bezenmiştir. Fakat, Sultan Azîz yeni mahfazayı yaptırınca, birincisi boş kalmış ve şimdi hazinenin üçüncü salonunda teşhirdedir
ve başucunda bizzat hükümdar bulunduğu hâlde devlet ricali ve saray memurları tarafından ziyaret olunur ve destimaller hediye olunurdu. Bilâhare saray kadınları da ziyaret ederlerdi.
"Hırkai Saadet'in başmuhâfızı hükümdar olup, onun gaybubetinde bu vazife Tülbent Ağasına aittir. Hırkai Saadet hademe teşkilâtı, Topkapı Sarayı müze hâline intikal edinceye kadar (3 Nisan 1924) aynı an'aneyle
Uyeyne b. Hısn 'in Müslüman Olması
Uyeyne b. Hısn, Gatafanların reisi idi. İslâm nurunun gün geçtikçe etrafa parlak bir surette yayılması onu da düşündürüyordu. Bir gün hatırı sayılır birinden şunları dinlemişti:
"Ey Uyeyne!.. Sen, bu dar görüşlülükten hâlâ vazgeçmeyecek misin? Muhammed, memleketler fethedip duruyor; sen ise hâlâ başka şeylerle meşgulsün! Benî Nadirlerin, Hendek günü Benî Kurayzaların, ondan önce de Benî Kaynukaların, nihayet Hayberlilerin işlerini sen de gördün! Hâlbuki, bunların hepsi de, Hicaz Yahudilerinin ileri gelenleri ve kuvvetlileri idiler!"
Uyeyne adamı tasdik etti: "Evet!.. Bütün bunlar, aynen oldu!"
Nihayet, Hicret'in 8. senesinde, Mekke fethinden az önce Medine'ye gelerek Müslüman oldu.934
Benî Süleymlerin Müslüman Olması
Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke'yi fethe gittiği sıradaydı. Kudeyd mevkiinde Süleym Oğullarından 9001000 kadar kişi gelip Peygamber Efendimizle buluştular ve orada Müslüman oldular. Mekke'nin fethinde, Huneyn ve Taif Savaşlarında İslâm Ordusunda bulundular.
İlk Kısas Hükmü
Taif Seferi esnasında idi. Peygamber Efendimize Benî Leyslerden bir adam getirildi. Bu adam, Hüzeyllerden birini haksız yere öldürmüştü.
İki taraf, Resûli Ekrem Efendimizin huzurunda iddialarını sıralayıp savunmalarını yaptılar.
Sonunda Peygamber Efendimiz, öldürülen adama karşılık, katilin de öldürülmesine hüküm verdi. Hüküm infaz edildi.
Bu, İslâm'da kısasla neticelenen ilk kan dâvası idi.



Hicretin 9. Yılı
Hicretin 9. Senesindeki Mühim Bazı Hadiseleri - 1
ETRAFA VALİ VE ZEKAT MEMURLARININ GÖNDERİLMESİ
(Hicret 'in 9. senesi Muharrem ayı)
Bu tarihe kadar birçok kabîle İslâm'la şereflenmiş, birçok memleket de İslâm topraklarına katılmıştı. Bu memleketlerin idaresi ve halkına mükellefiyetlerinin bildirilmesi gerekiyordu.
Bu maksatla Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret'in 9. yılı Muharrem ayında İslâm memleketlerinden bazılarına valiler ve halktan zekât toplamak için de zekât tahsil memurları tâyin edip gönderdi.937
Resûl-i Ekrem'in, gönderdiği vali ve zekât tahsil memurlarına emir ve tavsiyeleri şu idi:
"Halkın kusurlarına karşı affedici davranınız ve en iyi mallarını almaktan sakınınız!"938
Yemen'in güzel kasabalarından biri olan San'a ve yine Ye-men'in Hadramut bölgesi ile Süleymler, Müzeyneler, Cühey-neler, Kilab Oğullan, Ka'b Oğullan, Resûl-i Ekrem Efendimizin vali ve zekât memurları gönderdiği memleket ve kabilelerden bazıları idi.939
Bu valiler, idarî işlerle meşgul olmaktan başka, halk arasında çıkan dâvalara da bakıyorlar, onları İslâmî hükümlere göre halletmeye çalışıyorlardı.
Zekât memurları ise, gittikleri kabilelere İslâm'ın zekât mükellefiyetini anlatarak, zenginlerinin bu malî ibâdeti yerine getirmeleri gerektiğini bildiriyorlardı.
Bazı kabileler bu mükellefiyetlerini seve seve yerine getirdiler. Bir kısım kabileler ise önce bu malî mükellefiyeti ağır bularak memurları hoş karşılamadılar; ancak sonradan bu hareketlerinden vazgeçerek zekâtlarını vermeye başladılar.
MEDİNE'YE AKIN AKIN HEYETLERİN GELMEYE BAŞLAMASI
Mekke'nin fethi, İslâm'ın en parlak ve şerefli bir zaferiydi. Çünkü, bu fetihle, senelerden beri Hz. Resûlullah ile Kureyş müşrikleri arasında süregelen amansız mücadele İslâm'ın galibiyetiyle netice bulmuştu.
Arabistan'daki kabileler de yıllardan beri devam edegelen bu çetin mücadeleyi yakından ve dikkatle takib etmişlerdi. Önce, bu mücadelede Resûl-i Kibriya'yı kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakmayı tercih etmişler ve, "Onu kavmi olan Kureyşlilerle baş başa bırakınız. Eğer, o, kavmine galib gelirse, şüphesiz kendisi sözünde doğrudur ve peygamberdir."940 demişlerdi.
İşte, etraftaki kabilelerin yakından takib ettikleri bu şiddetli mücadele, Mekke'nin fethiyle İslâm'ın üstünlüğü, şirkin mağlûbiyet ve perişanlığı ile son bulmuştu.
Artık onlar için tek yol kalmıştı: İslâm'ın şefkatli sinesine bir an evvel koşmak!
Gayet iyi biliyorlardı ki, Mekkeli müşriklerin bunca düşmanlık ve kuvvetlerine rağmen söndüremedikleri bir dâvayı kendileri de söndüremezler ve onun yayılmasını engelleyemezler.
Bu sebeple, Mekke'nin fethini takib eden günlerde, Hicret'in 9. yılı başlarında civar kabilelerin Müslüman olmak için Medine'ye akın akın geldikleri görülüyordu. Bu sebeple bu yıla "Heyetler Yılı" adı da verilmiştir.941
Gelen bu heyetlerin hepsini Peygamber Efendimiz, gayet güzel karşılıyor ve onlara izzet-ü ikramda bulunuyordu. Bu heyetlerin içinde her sınıflan insan vardı. Hepsi de Resûl-i Ekrem'in yüksek ahlâk ve faziletine, ashabının nâzik ve insanî hareket ve davranışlarına hayran kalarak yurtlarına dönüyorlardı.
BENÎ TEMİM HEYETİ MEDİNE'DE
Hz. Resûlullah, Hicret'in 9. senesi Muharrem ayı başlarında ashabtan Büsr b. Süfyan'ı, Huzaalılardan Benî Ka'b Kabîlesi-ne, zekâtlarını almak üzere göndermişti.
Ka'b Oğulları, gelen memura teslim etmek üzere hayvanlarından düşen zekâtı bir tarafa ayırmışlardı. Fakat, aynı yerde oturan Temim Kabîlesi, oldukça fazla olan bu hayvanların verilmesine karşı çıkmış, hattâ kılıçlarını sıyırarak Büsr Hazretlerini öldürebileceklerini bile izhardan çekinmemişlerdi. Bunun üzerine Büsr (r.a.), Medine'ye dönerek durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlatmıştı. Allah Resulü de 50 kadar bedevî süvariyle Uyeyne b. Hısn'ı, Temim Oğulları üzerine göndermişti. Uyeyne b. Hısn, Temim Oğulları üzerine anîden baskın yapmıştı. Birçok ganîmet malıyla birlikte 11 erkek, 20 kadın ve 30 kadar da çocuk esir edip Medine'ye geri dönmüştü.942
Uyeyne b. Hısn'ın Medine'ye dönmesinden az sonra idi.
Zekât vermemekte direnen Temim Oğullarından bir heyet, çıkıp Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. İçlerinde meşhur hatib ve şâirleri de vardı. Gayeleri, esirlerini geri almaktı. Peygamber Efendimiz, onlara, "Ne istiyorsunuz?" diye sordu.
"Biz Temim Kabîlesindeniz." dediler. "Sizinle şiir ve övünme yarışı düzenleyelim diye şâir ve hatiblerimizi getirdik!"
Hafifçe tebessüm eden Efendimiz, "Ben şiir söylemekle va-zifelendirilmediğim gibi, övünmekle de emredilmedim; bunu yapamam. Fakat, haydi neyiniz varsa ortaya dökün de görelim!" buyurdu.
Bunun üzerine Benî Temim'in, Utarid adındaki hatibi ayağa kalkarak, kavim ve kabilesini övdükten sonra, "Bizimle fazilet yarışına çıkacak kimse, saydıklarımızın bir benzerini sayısın, döksün, bakalım!" diyerek meydan okudu.
Benî Temim hatibinin sözlerini bitirip yerine oturmasından sonra, Resûl-i Kibriya, Sabit b. Kays'a, "Kalk, şunun konuşmasına karşılık ver!" diye emretti.
Sabit (r.a.), ayağa kalktı. Önceden hiçbir hazırlığı olmadığı hâlde, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğüne ve Resûlullah'ın medh ve senasına dair, Temimlileri bile hayrette bırakan gayet belâgatlı ve tesirli bir hitabede bulundu. Hz. Sabit şöyle diyordu: "Hamdolsun Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratan ve onlardaki hükmünü yürüten O'dıır.
"Hiçbir şey yoktur ki, O'nun fazl ve kereminin eseri olmasın!
"Bizim her tarafta galib gelişimiz ve hâkim oluşumuz da O'nun kudretinin eseridir.
"O, insanların arasından en hayırlısını seçerek peygamber göndermiştir; ki o peygamber, baba tarafından insanların en şereflisi, söz cihetinden en doğru sözlüsü, ana tarafından ise en üstünüdür! Allah, ona kitabını indirmiş, onu kullarının emini ve mu'temedi, cihanın da güzidesi ve seçkini kılmıştır!
Sıra, şâirlerin maharetlerini ortaya dökmesine gelmişti.
Önce, Benî Temim şâirlerinden biri ayağa kalkarak kendilerini medheden bir kaside sundu.
Adam şiirini bitirir bitirmez, Resûl-i Ekrem, şâiri Hasan b. Sâbit'e, "Kalk yâ Hasan!.. Şu adamın şiirine karşılık ver!"944 diye emretti; sonra da, "Allah Teâlâ, Resulünü müdafaa ederken, Hasan'ı, muhakkak Cebrail'le destekler!" buyurdu.
Kâinatın Efendisini müdafaa etmenin şerefini yüklenen Hz. Hasan, aşk ve heyecan içinde ayağa kalktı. Aynı vezin ve kafiyede uzun bir şiirle Temimli şâire cevap verdi. Şiirinde İslâm'ın müstesna güzelliğini, yücelik ve faziletini veciz ve açık bir ifadeyle dile getirdi.
Müslüman hatib ve şâirin, Temim Oğulları şâir ve hatibinden çok daha güzel birer hutbe ve şiir sunmaları, hem Peygamber Efendimizi hem de orada bulunan sahabîleri sevindirdi. Buna karşılık, Temim heyeti, İslâm şâir ve hatibinin, kendilerinkin-den daha üstün olduğunun belli olması karşısında sustular. İleri gelenlerinden olan Akra b. Habis ise, şöyle demekten kendini alamadı:
"Allah'a yemin ederim ki, bu zâta (Hz. Peygamber'e) her zaman gaybdan yardım ediliyor. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Her şeyde, herkese üstün gelmektedir. Onun hatibi hatibimizden, şâiri de şâirimizden daha üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve gürdür!"945
Daha sonra Akra b. Habis, Hz. Resûlullah'ın yanma yaklaştı ve şehâdet getirerek Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşunu diğerleri takib etti.
Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem, heyettekilerin her birini birer hediyeyle taltif ettiği gibi, alınmış olan bütün esirlerini de kendilerine geri verdi.947
BENÎ ESED HEYETİ MEDİNE'DE
Hicret'in 9. senesi Muharrem ayı idi.
Medine'ye gelen heyetlerden biri de, 10 kişilik Benî Esed Kabîlesi heyeti idi. Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem E-fendimize arzettikten sonra, "Yâ Resûlallah!.. Herkes kıtlık ve kuraklık içinde sıkıntıdan kıvranırken, biz kendi rızamızla kalkıp geldik. Başka kabileler gibi seninle harb etmeden Müslüman olduk!" diye konuştular.948
Bu sözleriyle, Peygamber Efendimizin, Müslüman olduklarından dolayı kendilerine minnettar kalması gerektiğini ifade etmek istiyorlardı; bu minnettarlık sebebiyle de bol ihsana mazhar olmayı ümit ediyorlardı. Henüz Müslüman olduklarından ve İslâm'ın engin ruhuna vâkıf bulunmadıklarından dolayı bu tarz bir tavır takındıkları muhakkaktı.
Hâlbuki, îman etmekle ancak kendilerine fayda temin etmiş oluyorlardı. Bu sayede ebedî hayatlarını mahvolmaktan kurtarmış sayılıyorlardı, iman etmekle Resûl-i Ekrem'in şahsına elbette hiçbir fayda temin etmiş değillerdi. Bu sebeple bu tarz davranışları yersizdi ve İslâm ruhuna uygun değildi. Nazil olan âyet-i kerîme, bunu ortaya koydu:
"(Ey Resulüm!..) İslâm'a girdiklerini senin başına kakıyorlar! Onlara de ki: 'Müslüman oluşunuzu başıma kakmayınız. Doğrusu, sizi îmana hidâyet buyurduğundan Allah sizin başınıza kakar; eğer îmanınızda sâdık kimseler iseniz!"
Mü'minin vazifesi, kâinatta en büyük ve en yüksek hakikat olan îmanı elde etmiş olmasından dolayı, Cenâb-ı Hakk'a şükür ve hamddır. Bunun dışında îmanına mukabil hiçbir maddî manevî menfaat beklememeli, hattâ kalben arzu etmemelidir. Zîra, îman nîmetine kavuşmanın ve Müslümanlık şerefiyle şereflenmenin karşılığı olarak verilecek mükâfat uhrevîdir. Ancak, o âlemde Cenâb-ı Hakk, fazl ve keremi ile bu eşsiz mükâfatı ihsan eder.
îman ve Kur'ân'a âit hizmetlerin sevab ve mükâfatları da uhrevîdir, âhirette verilir. Binâenaleyh, hem îman edip Müslüman olan, hem de Kur'ân'a ve İslâmiyete hizmet eden Müslüman, bu hizmetlerinden dolayı dünyevî bir mükâfat ve menfaat beklememelidir. Bekleyip kalben arzu ettiği takdirde dindeki itilâsını kaybetmiş sayılır. İhlasın zâyî olması ise, ibâdetlerin makbuliyet sırrını ortadan kaldırır; Allah korusun, insanı manen müflis duruma sokabilir. Bunun yanında, îman ve Kur'ân'a hizmet eden bir insan, istemediği ve kalben arzu etmediği hâlde maddî bir mükâfata bu hizmetinden dolayı nail olsa, bunu Cenâb-ı Hakk'in kendisine bir ihsanı bilip verenlerin minneti altına girmemelidir; ayrıca, "Bu maddî menfaat ve ücret dinî hizmetimden dolayı veriliyor." hissine de kapılmamalıdır.
TAYY KABÎLESİ PUTHÂNESİNİN YIKTIRILMASI
Tayy Kabîlesi, fevkalâde cömertliği dillere destan olan meşhur Hâtem-i Taî'nin kabîlesi idi. Yemen'de otururlardı.
Hicret'in 8. senesinde Hâtem-i Taî vefat etmiş, kabîle reisliğini oğlu Adiyy üzerine almıştı.
Mekke'nin fethinden sonra Arabistan'ın her tarafı putlardan temizlenip puthâneler yıktınlırken, bu kabilenin puthâneleri henüz duruyor ve Füls (Fels) adındaki putları da yıktırılmamış bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret'in 9. yılı Rebiülâhir ayında Hz. Ali'yi Ensâr'ın ileri gelenlerinden 150 kişilik bir kuvvetle Füls'ü yıkmaya gönderdi.950
Hz. Ali, emrindeki mücâhidlerle Tayy Kabîlesi yurduna vardı. Tayy Oğulları, mücâhidlere karşı koydular. Çarpışma meydana geldi. Düşman birçok kayıp verdi. Müslümanlar çarpışmadan galib çıktılar ve birçok esirle bol miktarda ganimet mallan elde ettiler. Bu arada, Tayy Oğulları puthânesi de bir daha onarılmayacak bir şekilde mücâhidler tarafından yıkıldı; putları Füls ise parçalanarak yakıldı.951
Kabîle reisi Adiyy b. Hâtem, henüz Hz. Ali gelmeden durumu haber almış ve Suriye tarafına kaçmıştı; bu sebeple ele geçirilememişti. Ancak, esirler arasında Hâtem-i Taî'nin Sef-fane adındaki kızı vardı.
Seffane 'nin İsteği
Hz. Ali, memur olduğu vazifeyi yerine getirdikten sonra esir ve ganîmet mallan ile Medine'ye döndü.
Esirler arasında bulunan Seffane, Mescid-i Nebevî'nin kapısında bir odaya konuldu. Oldukça zekî, ağır başlı bir kadındı. Günün birinde Resûl-i Ekrem bu odanın yanından geçerken, Seffane ayağa kalkarak, "Yâ Resûlallah!.. Babam dünyadan göçmüş, kardeşim ise kaçmış bulunuyor! Kurtulmak için verecek hiçbir şeyim yok. Hürriyete kavuşmam için yüksek affına, merhamet ve şefkatine sığınıyorum!"953 dedi.
Resûl-i Ekrem, kim olduğunu sorunca, Seffane kendisini şöyle tanıttı:
"Yâ Resûlallah!.. Ben, aileleri koruyan, esirlerin esaret bağlarını çözen, açları doyuran, çıplakları giydiren, misafirleri ağırlayan, yemekler yediren, selamlaşmayı yayan Hâtem-i Taî'nin kızıyım!"
Seffane'nin kendisini böyle tanıtmasından memnun olan Resûl-i Ekrem, "Ey kadın!.. Bu saydıkların, gerçekten mü'minle-rin sıfatlarıdır! Keski baban Müslüman olsaydı da, onu rahmetle ansaydık!"954 buyurdu.
Bu sözleriyle, Peygamber Efendimiz, mühim bir gerçeği ortaya koyuyordu. "Her kâfirin her vasfının kâfir olması gerekmediği" gerçeğini... Evet, Hâtem-i Taî, Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da ölmüştü. Ama yukarıda zikredilen sıfatlan Müslüman sıfatıydı. Resûl-i Ekrem de bu sözleriyle Hâtem'in bu Müslümanca sıfatlarım takdirle karşılıyordu. Bunu takdir etmekle kalmayıp Seffane'yi de serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Lâyık olandan şefkat ve merhametini, af ve safhını asla esirgemeyen Resûl-i Kibriya, bununla da kalmadı; Seffane'ye bol bol ikramda bulundu: Ona, elbise ve yol harçlığı vererek, güvenilir bir kafileyle de Şam'a, kardeşinin yanına gönderdi.955
Doğruca Şam'a varan Seffane, derhâl kardeşini buldu. Peygamberimizden gördüğü insanî muameleyi anlattı. Kız kardeşine yapılan bu şefkatli muamele, Adiyy'in mânâ âleminde dalgalanma meydana getirdi ve, "Bu zât hakkındaki fikrin nedir?" diye sordu. Fahr-i Âlem'in mübarek sımalarını bir kerecik gören ve onun bir tek insanî muamelesine mazhar olan Seffane* tereddüt etmeden, "Bana sorarsan," dedi, "hemen gidip ona tâbi olmanı tavsiye ederim!"
Adiyy, bir müddet düşünceye dalınca, kız kardeşi buna hiç gerek olmadığını, şu sözleriyle belirtti:
"Neden düşünüp duruyorsun? Eğer peygamberse, ona bir an evvel tâbi olur, büyük hayır ve fazilete erersin; yok, eğer hükümdar ise, hiçbir şey kaybetmezsin, Yemen'deki saltanatın yine elinde kalır. Üstelik, hor ve hakir de görülmezsin!"956
Adiyy, kız kardeşinin tavsiyesini uygun buldu; derhâl Medine'ye gelerek, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.
Babası gibi meşhur olan bu zâtı, Hz. Resûlullah, evinde ağırlayıp misafir etmek istiyordu.
Mescidden çıkıp Hâne-i Saadetlerine doğru beraber yürüdüler. Bu sırada önlerine bir kadın çıktı. Kadın, ihtiyacı için uzun uzadıya konuştu. Hz. Resûlullah, sabırsızlık göstermeden ve rahatsızlık duymadan onu dinliyordu. İhtiyar kadına karşı E-fendimizin bu güzel muamelesini ve nezaketini müşahede eden Adiyy, yalnız kendisine işittirmek istiyormuşçasına mırıldandı: "Vallahi, o hükümdar değildir!" Kala kala ikinci ihtimal kalmıştı: "Öyle ise peygamberdir!" ihtimali..
Beraberce Hâne-i Saadet'e vardılar. Efendimiz, Adiyy'i deriden bir şiltenin üzerine oturtmak istedi. Ancak o, buna razı olmadı. Oraya oturmaya kendisinin lâyık olduğunu söyledi. Fakat, Peygamberimiz oturmadı ve yine onun oturması için ısrar etti. Bu ısrar üzerine Adiyy, deriden şiltenin üzerine geçip oturdu. Hz. Resûlullah ise, bu değerli misafiri karşısında çıplak yerde oturdu. Efendimizin tevâzuunu ve misafire karşı gösterdiği alâka ve nezaketini ortaya koyan bu davranışı, Adiyy'in gönlünü biraz daha yumuşattı ve îmana bir nebze daha yaklaştırdı.
Bundan sonra Hz. Resûlullah, onu Müslüman olmaya davet etti. Bu davetini üç defa tekrarladı. Ne var ki Adiyy, bu davete o anda müsbet cevap vermekten kaçındı. "Ben," dedi, "Hıristi-yanım!"
Bunun üzerine Kâinatın Efendisi şöyle konuştu:
"Ey Adiyy!.. Belki de, 'Onun dinine insanların zaîf, fakir ve güçsüz kimseleri giriyor.' diye söylenmiş olmasından dolayı İslâm'a girmekten geri duruyorsun! Vallahi, öyle bir gün gelecek ki, o Müslümanlar, bol servete kavuşacaklar, hattâ mala tâlib olacak kimse bile bulamayacaklardır!
"Yine, 'Müslümanlar az, düşmanları çok.' diye düşünmüş olabilir ve bunun için de Müslüman olmaktan çekiniyor olabilirsin!
"Sen Hiyere'yi bilir misin? "İşte bu din, öylesine bir emniyet, bir âsâyiş temin edecek ki, bir kadın tek başına, Allah korkusundan başka hiçbir korku duymayarak, Hiyere'den kalkıp Kabe'yi tavaf etmeye gidecektir!"957
Bu konuşma, Adiyy'in gönül kapısını İslâm'a açtı ve orada Müslüman olmakla şereflendi.
Ashab-ı Kiram'in büyüklerinden olan Adiyy b. Hâtem, işte bu zattır.
PEYGAMBERİMİZİN, NECÂŞÎNİN VEFATINI HABER VERMESİ
Hicret'in 9. senesi Receb ayından bir gün idi. Hz. Resûlullah'ın etrafında birçok sahabî vardı.
Bu sırada, "Bugün, sizin sâlih bir kardeşiniz vefat etti. Kalkın, onun namazını kılın!"'58 diye buyurdu.
Sahabîler derhâl hazırlandılar ve Hz. Resûlullah'ın arkasında saf bağlayarak "sâlih kardeşleri" üzerinde gaib namazı kıldılar.
Namazdan sonra Resûl-i Ekrem, "Kardeşiniz Necâşî Ashame için Allah'tan mağrifet taleb ettik!"959 buyurdu.
Bunun üzerine sahabîler, "sâlih kardeşlerinin," Habeş Hükümdarı Ashame olduğunu öğrenmiş oluyorlardı.
Medine'ye yaklaşık bir hafta sonra gelen haber, Habeş İmparatorunun aynı günde vefat ettiğini bildiriyordu!
Habeş Necâşîsi Ashame, Hz. Resûlullah tarafından bir mektupla Hicret'in 7. senesinde İslâm'a davet edilmişti. Ashame derhâl Müslüman olmuştu. Müslüman elçiye de, "Keşke, şu saltanata bedel Muhammed-i Arabi'nin (s.a.v.) hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanattan çok daha üstündür!" demişti.
PEYGAMBERİMİZİN, HANIMLARINDAN BİR AY UZAK KALMASI
Hicret'in 9. senesinde, İslâm nuru bütün haşmetiyle Arabistan Yarımadasını kucaklamıştı. Hz. Resûlullah'ın elinde artık birçok maddî imkân vardı. İslâm Devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Hz. Resûlul-lah sâde hayatından ayrılmıyor, mütevazi yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.
Fakat, Ezvac-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyli saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetinden, bol nîmetler içinde yaşamaktan nasîblerini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimizin etrafında toplanarak, "Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz!" derlerdi; sonra da her biri birtakım arzularda bulunurdu.
Fakat, Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâde bir hayat sürmelerini ve buna razı olmalarını arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müsbet cevap vermiyordu. Ayrıca, Ezvac-ı Tâhirat'in bu tarz isteklerde bulunmasından da mübarek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.
Efendimizin mûtad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hâl hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımın odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.
Bu mûtad ziyaretlerinde Ezvac-ı Tâhirat'ın her biri, yanlarında bulunanlardan kendilerine ikram ederlerdi.
Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş Validemize bir tulum bal hediye getirilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekrem'e çok sevdiği bu baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb'in yanında her zamankinden fazla kalırdı.
Bu durum Hz. Âişe'nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.961
Hz. Âişe 'nin Talimatı
Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında nedense bir rekabet vardı; hattâ, bu yüzden Peygamberimizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Şevde, Safıyye ve Hafza (r. anhünne), Hz. Âişe'nin tarafını; Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Meymûne ve Cüveyriye (r. anhünne) ise, Hz. Zeyneb bint-i Cahş'ın grubunu teşkil ediyorlardı.%2
Resûl-i Ekrem'in, Hz. Zeyneb'in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Aişe, gayrete geldi. Taraftan olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu talimatı verdi:
"Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: 'Yâ Resûlallah!.. Megafir mi yediniz?' Resûlullah, 'Hayır.' diyecektir. Biz de o zaman, 'O hâlde bu koku ne?' diye soracağız. Tabiî ki o; 'Zeyneb bana bal şerbeti içirmişti.' cevabında bulunacaktır. O zamanda biz, 'Demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış.' deriz."
Megafır, "mağfur"un çoğuludur. Mağfur, fena kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.
Kâinatın Efendisi, bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bildiği için bu tarz bir talimatta bulunmuştu.
Peygamber Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa'nın odasına girerken, "Yâ Resûlallah!.. Megafir mi yediniz?" sorusuyla karşılaştı.
Peygamber Efendimiz, "Hayır!" dedi.
Hz. Hafsa, "O hâlde bu koku ne?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Zeyneb bint-i Cahş'ın evinde bal şerbeti içmiştim." buyurdu.
O zaman Hz. Hafsa, "Demek ki, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış." dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Onu bir daha içmem!" diyerek yemin etti. Sonra da, "İşte, yemin ettim! Sakın bunu (ne Âişe'ye ne de) başka bir kimseye duyurma." diye buyurdu.064
Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf "hanımlarını memnun etmek ve aralarındaki iki hizb hâlinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve kıskançlığının aile nizamı üzerine aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebni"965 olarak, kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.
Kâmil Mîras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 11, s. 209. Burada Hz. Resûlullah'ın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle faydalanmaktan alıkoymaktır; yoksa, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak ve haram itikad etmek değildir. Zîra, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de kimse helâl edemez. Ancak, bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan kendisini alıkoyma müsaadesine sahiptir. Buna binâen Resûlullah, kendisine, helâl bir gıda olan balı veya şerbetini içmeyi yasaklamıştır. Dolayısıyla, "Allah'ın helâl kıldığını Resûlullah nasıl haram kılar?" diye bir soru akla gelmemelidir.
Bunu, verdiği birkaç sırla* birlikte gizli tutmasını Hz. Haf-sa'ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hattâ, ondan bu hususta söz aldı.
Peygamberimizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"Ey Resulüm!.. Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, kadınlarının rızasını arayarak sen ne diye kendine haram edersin? Bununla birlikte üzülme! Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir."967
Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem'in bu sırlarını gizlemedi; çok geçmeden, en çok anlaştıkları Hz. Âişe'ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali oldu.
Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıanın ifşa edildiğini Cenâb-ı Hakk, Resulüne vahiyle bildirdi: "Hani Peygamber, kadınlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Vakta ki kadın o sırrı (gizlemeyip) haber verdi. Allah da onu Peygamber'e açıkladı. Artık Peygamber, zevcesine ifşa ettiklerinin bir kısmını bildirdiyse de bir kısmını yüzüne vurmaktan sarf-ı nazar etti. Resûlullah kadına ifşa, ettiğini söyleyince kadın, 'Onu sana kim haber verdi?' diye sordu. O da, 'Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi!' buyurdu."968
Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Hz. Hafsa'ya serzenişte bulundu. Hz. Aişe ise ona arka çıktı. Hep beraber dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.
Peygamberimiz hem duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.
Bir kısım rivayetlere göre, Peygamberimiz, Hz. Hafsa'ya, kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir'in, ondan sonra da Hz. Ömer'in halife olacağını haber vermişti
Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizli-ğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mâni olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadâkatlerini ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti;969 bu yemininden sonra da, Meşrebe diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.970
İşte, bu hâdiseye İ'lâ Hâdisesi denir. "İ'lâ"nın lügat mânâsı "mutlak yemin"dir; fıkıh dilinde ise, erkeğin, cinsî muamelede bulunmamak üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.
Ashab-ı Kiram 'in Telâşı
Peygamber Efendimizin Meşrebe'de yalnız başına kaldığını duyan sahabîler, "Hanımlarını boşamıştır." zannıyla telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöyle anlatır:
"Medine'nin Avali semtinde oturuyordum. Ensâr'dan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullah'ı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve sâireye dair (ne duyarsam) haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.
"Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım.
'"Ne var?' diye sordum. "'Büyük bir felâket!..' dedi.
"'Ne oldu?' dedim, 'Gassanîler, Medine'ye hücuma mı geçtiler?'
"'Hayır!..' dedi, 'Daha fena bir şey vuku buldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!'
"Bunun üzerine, sabah namazını kıldıktan sonra giyinip kuşandım ve Medine'ye indim. Hafsa'nın yanına vardım. Ağlıyordu.
"Ne diye ağlıyorsun?' dedim, 'Ben, seni bundan (Resûlul-lah'a karşılık vermekten, kendisinden bir şey istemekten) sakındırmamış mıydım?'
"Sonra sordum: 'Allah Resulü, sizleri boşadı mı?' "'Bilmiyorum.' dedi. '"Resûlullah şimdi nerede?' diye sordum, '"şuradaki Meşrebe'de... İnzivaya çekilmiş.' dedi. "Kalktım, Resûlullah'ın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebah vardı.
"'Ey Rebah!..' dedim, 'Resûlullah'ın yanına girmem için i-zin iste!'
"Rebah içeri girip çıktı; 'Arzunuzu arzettim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi.
"Dönüp mescide gittim. Ashab-ı Kiram'dan bazıları minberin etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı, bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat, canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullah'ın odasına tekrar yaklaştım.
"Rebah'a, 'Ömer'in içeri girmesi için izin iste!' dedim.
"Köle içeri girip çıktı; 'Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi.
"Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet o-turdum. Endişe ve üzümtümden bir türlü kurtulamiyordum.
"Yine, Resûlullah'ın bulunduğu odaya yaklaştım.
"Sesimi yükselterek, 'Ey Rebah!..' dedim, 'Ben, Resûlullah'ı görmek istiyorum! Müsaade iste! Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki, eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum!'
"Rebah içeri girdi. Çıkınca, 'Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi.
"Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: 'Gir, artık sana izin verdi!'
"İçeri girdim. Allah Resulüne selâm verdim. Hasırdan örülü bir yatak üzerinde idi. Hasır, derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyor idi. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı.
"Resûlullah, 'Niçin ağlıyorsun?' diye sordu.
"'Yâ Resûlallah!.. Nasıl ağlamayayım ki?.. Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ü sefasını sürerken, siz Allah'ın en sevgili kulu olduğunuz hâlde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!'
"Resûlullah, 'Ey Hattab'ın oğlu Ömer!..' dedi, 'Dünya nimetinin onların, âhiret saadetinin de bizim olmasına razı değil misin?'
"Sonra, 'Yâ Resûlallah!.. Kadınlarını boşadın mı?' diye sordum.
"Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, 'Hayır!..' buyurdular.
"Bu cevap karşısında birdenbire, 'Allahü ekber!' dedim, 'Bütün ashab keder içindeler. Gidip kendilerine hakikati söyleyeyim mi?'
"Resûlullah, 'Olur.' dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.
"Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım: 'Resûlullah, kadınlarını boşamamıştır!"
Resûluliah 'in Meşrebe 'den Ayrılışı
Bir ay dolunca, Resûluliah inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"Ey Nebîyy-i Zîşan!.. Zevcelerine de ki:
'"Eğer, siz dünya hayatını ve ziynetini murad ederseniz, gelin ben sizin razı olacağınız şekil üzere boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim!
"'Ve eğer, siz Allah'ı, Resulünü ve âhiret yurdunu murad ederseniz, Allah'ı ve Resulünü razı etmiş olursunuz. Zîra, sizden Allah'ın rızasını dünya metaı üzerine tercih ederek ihsan edenlere, Allah büyük ecir hazırlamıştır.'"972
Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hanımlarını, dünya ve dünya ziyneti ile Allah ve Resulünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu.
Âyet nazil olduğu sırada, Efendimiz, hanımlarından Hz. Âişe'nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı; hattâ, bu konuda babasına anasına danışabileceğini de beyan etti.
Hz. Âişe derhâl cevabını verdi: "Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım? Ben, elbette ki, Allah'ı, Resulünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum!"973
Peygamber Efendimiz, bu cevaba gülümsedi.
Diğer Ezvac-ı Tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resulünün rızasını ve âhiret yurdunu, dünya ve ziynetine tercih ettiler; böylece, Fahr-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadâkatlerini ispatlamış oldular.
BENÎ BELİY HEYETİNİN MÜSLÜMAN OLUŞU
(Hicret 'in 9. senesi Rebiülevvel ayı)
Bu tarihte, Benî Beliy Kabilesinden bir heyet Medine'ye geldi. Peygamber Efendimizle görüşüp huzurda Müslüman oldular.974
Heyetin büyüğü Ebûddabib, bu arada Peygamber Efendimize bazı sorular sordu. "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Ben, misafirleri ağırlamayı seven biriyim. Bundan dolayı bana âhirette bir sevab var mıdır?"
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Evet!.. Zengine olsun fakire olsun, yapacağın her iyilik sadakadır."975 buyurdu.
Bu cevaptan memnun olan Ebûddabib, bu sefer, "Yâ Resûlallah!.. Misafirliğin müddeti ne kadardır?" diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Üç gündür. Bundan sonra oturmak misafir için uygun olmaz."' buyurdu.970 Peygamber Efendimiz, bu hâdiseyle, misafirliğin hududunu çizmiştir. Mü'min, misafir mü'min kardeşini üç gün yedirip içirip, barındırmakla vazifelidir. Üç günü geçtikten sonra bu mükellefiyet üzerinden düşer. Bundan sonra onu ağırlayıp ağırlamamakta serbesttir.
Beliy heyeti, üç gün kaldıktan sonra Resûli-i Ekrem Efendimizin verdiği hediyelerle yurtlarına döndüler.



Hicretin 9. Senesindeki Mühim Bazı Hadiseleri - 2
HZ. ÜMMÜ GÜLSÜM'ÜN VEFATI
(Hicret 'in 9. senesi)
Resûl-i Ekrem Efendimizin kerîmesi ve Hz. Osman'ın zevcesi Hz. Ümmü Gülsüm, Hicret'in 9. senesinde vefat etti.1074 Yıkanıp kefenlendikten sonra, namazını bizzat Peygamber Efendimiz kıldırdı.1075 Defnedildikten sonra kabrinin başında bir müddet oturdu. Bu sırada gözlerinden yaşlar aktığı görüldü.
Hz. Ümmü Gülsüm, Peygamber Efendimizin en küçük kızı, Hz. Fâtıma'nın büyüğü idi. Annesi Hz. Hatice Müslüman olduğu sırada Müslüman olmuştu.
Hz. Osman'ın, Hz. Ümmü Gülsüm'den çocuğu olmamıştı.
SAKİF KABÎLESİ HEYETİNİN MEDİNE'YE GELİŞİ
(Hicret 'in 9. senesi Ramazan ayı)
Urve b. Mes'ud, Sakif Kabilesinin en çok sevilen reislerinden biri idi. Mekke'nin fethinden sonra Hicret'in 9. senesinde Medine'ye gelerek Müslüman olmuştu. Sonra da kabilesini İslâm'a davet etmek üzere Peygamberimizden izin istemişti. İzin verilince de Taife dönerek kabilesini İslâm'a davet etmişti. Ancak hakkı kabul etmemekte direnen Sakiffliler tarafından ok yağmuruna tutularak şehid edilmişti.1077
Urve'nin şehid edildiği haberini alan Peygamber Efendimiz, "Urve de Yasin Ehli* gibi kabilesini Müslüman olmaya davet etti ve sonunda şehid oldu."1078 diye buyurmuşlardı.
Sakifliler Baskı Altında
İşte, bu şehâdet hâdisesinden sonra Peygamber Efendimiz, Sakiflilerin takibini daha da artırmıştı. Bu vazifeyi, Müslüman olan Havazinlilerin Reisi Mâlik b. Avfa yaptırıyordu. Mâlik, Sakiflileri öylesine baskı altında tutuyordu ki, bir ara kalelerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı.
Yasin Ehli, kavmini, Hz. İsa'nın Havarilerinin dâvetine icabete çağırmış, ancak kavmi tarafından şehid edilmiş olan, Antakya halkından Habib-i Neccar'dır.
Nitekim, bu takib kısa zamanda tesirini göstermişti. Sakifli-ler, dalâlet ve şirk üzere yaşadıkları müddetçe rahat yüzü görmeyeceklerini kesinlikle anlaşmışlardı.
Ancak Müslüman olurlarsa rahat edebileceklerinin idrakine varan Sakifliler, işte Hicret'in 9. yılı Ramazan ayında Medine'ye, Peygamberimize bir heyet gönderdiler.1079
Çadır Kurulması
Peygamber Efendimiz, okunan Kur'ân'lan duyabilmeleri, Müslümanların cemaat hâlindeki huşu ve huzur içinde kıldıkları namazları görebilmeleri maksadıyla bu heyet için mescidin yan tarafında çadırlar kurdurdu.1080 Devamlı surette kendileriyle meşgul oldu, konuştu, İslâmiyeti anlattı.
Gizlice Kur 'ân Öğrenen Biri
Osman b. Ebî Âs, heyette bulunanların yaşça en küçüğü idi.
Diğer arkadaşları çadırlarına gittikleri sırada bu genç, Peygamberimizin yanına gidiyor, dinî sohbetlerini dinliyor, diğer arkadaşlarının haberi olmadan Kur'ân okumasını öğreniyordu. Hz. Resûlullah'ı bulamadığı zamanlarda ise Hz. Ebû Bekir'den ders alıyordu.
Heyettekiler Peygamberimizle konuşup Müslüman oldukları sırada Osman b. Ebî Âs, Kur'ân okumasını öğrendiği gibi, bir hayli de ezber yapmıştı. Heyettekiler kendileri için namaz kıldıracak bir imam istediklerinde de, Peygamberimiz, kendilerinden olan bu genci vazifelendirdi.
Sakif Heyetinin Yurtlarına Dönmeleri
Bir müddet kaldıktan sonra, Abd-i Yalil başkanlığındaki Sakif heyeti, Müslüman olarak Medine'den yurtlarına döndü. Olup bitenleri anlatınca, Sakifliler de Müslüman oldular.1082
Lat Putunun Yıktırılışı
Sakifliler, kendi putları Lafı elleriyle kırmak istemediklerinden, Peygamberimiz, bu putu yıkmak için Ebû Süfyan b. Harb ile Muğire b. Şu'be'yi gönderdi.1083
Daha düne kadar, Lat ve Uzza önünde eğilen Ebû Süfyan, şimdi kendi eliyle aynı putu kırıp dağıtmaya gidiyordu! Çünkü, gönlündeki şirk putu kırılmış, onun yerine saf, tertemiz tevhid bayrağı dikilmişti. Bunun için gitmekte tereddüt göstermedi.
Ebû Süfyan ile Muğire b. Şu'be, Taife varıp Lat putunu kırarak darmadağın ettiler.1084
Sakif Oğullarının putu Lâfın da tevhid nuruyla darmadağın edilmesinden sonra, Arabistan, putlardan ve puthânelerden tamamıyla temizlenmiş oluyordu. Artık bütün yollar, tevhid âlemine uzanıyor, bütün gönüller oraya bağlanmış oluyordu!
BENÎ HİLÂL HEYETİ
Resûl-i Ekrem'e bîat etmek üzere Medine'ye gelen heyetler arasında Benî Hilâl Kabilesi temsilcileri de bulunuyordu. Bunlar. Abd-i Avf b. Asram ve Kabisa b. Muharık adında iki kişi idi.
Abd-i Avf, arkadaşıyla gelip Peygamberimizin huzurunda Müslüman olunca, Efendimiz, "İsmin nedir?" diye sordu.
"Abd-i Avf tır." dedi.
Peygamber Efendimiz, "Sen, Abdullah'sın." buyurarak ismini değiştirdi.1086
Halktan Yardım İstemek Caiz mi?
Hilâl Oğulları temsilcilerinden Kabisa b. Muharık, bir ara Peygamberimize, "Yâ Resûlallah!.. Ben, kavmimden birisine kefil olup borçlandım. Bu hususta bana yardım et!"1087 diyerek yardım talebinde bulundu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kabisa'nm isteğine, "Olur! Biraz bekle! Bir yerden zekât inallarından gelirse borcunu öderim!" diye cevap verdi; sonra da, "Ey Kabisa!.. Bilesin ki, halktan bir şey istemek, şu üç durumdan birinde bulunan kimseden başkasına doğru değildir: 1) İki kişinin (veya iki kavim ve kabilenin) arasını bulmak için borçlanan, 2) Malı bir âfet sebebiyle mah-volan, 3) Kavim ve kabilesinden aklı başında üç adamın şehâdetiyle fakir olduğu tebeyyün eden! Ey Kabîsa, dilenmenin bundan ötesi haramdır." diye buyurdu.1088
Böylece, Kabisa'nın bu isteği, içtimaî hayatta mühim bir e-sas ve ölçünün ortaya konmasına vesile oldu.
İslâm nazarında dilencilik, ihtiyacı olmadan bir kimseden bir şey istemek, en kötü ahlâktan biri sayılmıştır. Bu hususta Re-sûl-i Ekrem Efendimizin birçok hadîsi mevcuttur.
ABDULLAH B. UBEY'IN ÖLÜMÜ
Abdullah b. Übey b. Selül, münafıkların reisi idi. Hz. Resû-lullah'ın azîz şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyetin inkişafına mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen gayreti ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını tahakkuk ettirmek için de birçok iftirada bulunmuştu. Müslümanların tesanüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda bu adam tesanütlerini bozucu hareketlerde bulunurdu. Fakat, Cenâb-ı Hakk'ın inayeti ve Resû-lullah'ın tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep akim kalırdı.
Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i kerîmeler, hattâ "Münâfıkûn" adında müstakil bir sûre nazil olmuştu.
Bu sebeple, Hz. Resûlullah, bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve hareketlerini kontrol altında bulundurur ve İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü bozucu plânlan karşısında hep tedbirli olurdu.
İşte, İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam, Hicret'in 9. senesi Zilkade ayında öldü.1089
Peygamberimizin, Cenaze Namazını Kıldırması
Abdullah b. Übey, münafıkların reisiyken, oğlu Abdullah son derece samimî ve müttakî bir Müslümandı. Bu, "ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran" Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve hikmetinin bir tecellîsiydi. Baba münafıkların reisi, oğul mücâhid bir Müslüman...
Babasının ölümü üzerine oğlu Abdullah, Hz. Resûllah'ın huzuruna çıkarak, "Yâ Resûlallah!.. Gömleğini bana versen de, babamı onunla kefenlesem..." dedi; sonra da, "Yâ Resûlallah!.. Onun namazını kılıp istiğfarda bulunsanız!.."1090 diye ricada bulundu.
Garibtir ki, hayatı boyunca İslâmiyet aleyhinde plânların tasavvuru ve tahakkukuyla meşgul olan bu adamın kefelenmesi için, Resûl-i Ekrem Efendimiz, sırtından gömleğini çıkarıp Hz. Abdullah'a verdi ve, "Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım!"1091 diye buyurdu.
Hz. Ömer 'in ikazı
Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz namazı kılmaya kalkarken, Hz. Ömer arkasından ridâsına yapıştı ve, "Yâ Resûlallah!.. Allah sizi münafıklar üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?"1092 dedi.
Peygamber Efendimiz, gülümseyerek, "Ben, istiğfar etmek veya etmemekte serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım! Allah Teâlâ, 'Habibim!.. Bu münafıklara, sen ister istiğfar et, istersen istiğfar etme (etmen de, etmemen de müsâvîdir). (Eğer) onlar için 70 defa istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir.' (Tevbe, 80) buyurmuştur."1093 dedi.
Daha sonra Resûlullah (s.a.v.), Abdullah b. Übey'in cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.1094
Nazil Olan Âyet
Aradan çok zaman geçmeden, Peygamberimize, münafık ö-lüleri hakkında Cenâb-ı Hakk tarafından şu kesin emir verildi:
"Münafıklardan ölen hiçbir kimse üzerine, hiçbir zaman namaz kılma; kabri başında (gömülürken veya ziyaret için) durma! Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü tanımadılar ve fâsık olarak can verdiler."1095
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, hiçbir münâfıkın cenaze namazını kılmadı, kabrinin başında da durmadı.1096
Hikmet
Peygamber Efendimizin, böylesine ömrünün her safhasında İslâm cemaatini bölmek gayretiyle yaşayan bir adamın cenazesine karşı bu alâkasının şüphesiz birçok hikmeti vardı.
En mühim hikmeti, onun etrafında toplanmış olanların samimî îman etmelerini temin etmekti. Nitekim, Resûl-i Ekrem Efendimize, gömleğini niçin verdiği ve cenaze namazını niçin kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:
"Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, kendisini Rabbimden gelecek azabtan kurtaramayacaktır; fakat ben, bu sayede onun kavminden bin kişinin samimî Müslüman olmasını umuyorum!"
Gerçekten de, Resûl-i Ekrem'in, Abdullah b. Übey'e bu derece lûtufkâr davranmasını gören bin kişi, samimiyetle Müslüman olmuştur.1098
Bunu gören Hz. Ömer de, davranışından pişmanlık duymuş ve, "Allah ve Resulü elbette daha iyi bilir!" demiştir.



Hicretin 9. Senesindeki Mühim Bazı Hadiseleri - 3
HACCIN FARZ KILINMASI
İslâm'ın beş şartından biri olan hacc, Hicret'in 9. senesinde farz kılındı."00
"Doğrusu, insanlar için konulan ilk mâbed, şüphesiz ki Mekke'de bulunan çok mübarek ve bütün âlemlere hidâyet olan Beyt'tir.
"Orada açık alâmetlerle İbrahim'in (a.s.) makamı vardır. Kim oraya girerse taarruzdan emin olur.
"Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır, farzdır. Kim bu farzı tanımazsa, herhalde Allah'ın ihtiyacı yok. O, bütün âlemlerden müstağnidir.""01 mealindeki âyet-i kerîmeler, Hicret'in 9. yılında nazil olunca, Hz. Resûlullah bir hutbe îrad ederek Müslümanlara bu mükellefiyetlerini şöyle bildirdi:
"Ey insanlar!.. Hacc. üzerinize fark kılındı; o hâlde haccediniz!"1102
Resûl-i Ekrem'in bu tebliği üzerine sahabîler, "Yâ Resûlal-lah, her yıl mı?" diye sordular.
Peygamber Efendimiz, cevap vermeyerek sustu.
Aynı sualin sahabîler tarafından üçüncü kere tekrarlanmasından sonra Peygamberimiz, "Hayır!.. Her yıl değil. Şayet (bu sualinize cevap olarak) 'Evet.' demiş olsaydım, muhakkak ki her sene haccetmek üzerinize farz olurdu ve siz buna güç yeti-remezdiniz.""03
Peygamber Efendimiz, Ashab-ı Kiram'ın aynı şeyi tekrar tekrar sormasından dolayı da şu dersini verdi:
"Ben, (bir şey teklif etmeyerek) sizi kendi hâlinize bıraktıkça, siz de beni kendi hâlime bırakınız. Muhakkak ki, sizden evvelki milletler, ancak çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefetleri yüzünden helak olmuşlardır! Binâenaleyh, ben size bir şey emrettiğimde, siz bundan gücünüzün yettiği kadar yapınız; bir şeyden de sizi nehyettiğimde, artık onu terk ediniz.""04
Peygamber Efendimiz, bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İslâm, beş şey üzerine kuruldu: Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, Ramazan orucunu tutmak.""05
Peygamber Efendimizin, Niyetlendiği Haca Tehir Etmesi
Hacc farz kılınınca, Peygamber Efendimiz hacc yapmak istedi. Fakat sonra, "Beytullah'ta müşrikler de bulunacaklar ve onu çıplak tavaf edecekler. Bu hâl ortadan kalkmadıkça, ben haccetmek istemem.""06 buyurarak şimdilik bu isteğini tehir etti.
Gerçekten, müşrikler, geceleyin Kabe'yi kadın erkek karışık ve çıplak olarak tavaf ederlerdi; üstelik bunu, Kabe'ye hürmet sayarlardı!"07
HZ. EBÛ BEKİR'İN, HACC EMİRLİĞİNE TÂYİNİ
Resûl-i Kibriya Efendimiz, kendisi gitmeyince, Hicret'in 9. yılında, Hz. Ebû Bekir'i, Müslümanlara haccettirmek ve hacc yapma usûlünü öğretmek üzere Hacc Emîri olarak tâyin etti.1108
Hz. Ebû Bekir, hacc yapmak üzere hazırlanmış bulunan 300 Müslümanla Medine'den yola çıktı; Medinelilerin ihrama girme yeri olan Zülhuleyfe'ye varınca orada ihrama girdi ve "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke Leb-beyk. İnnelhamde vennimete leke ve'1-Mülk. Lâ şerîke leke." diyerek telbiye getirdi.
Hz. Ali'nin Arkadan Gönderilmesi
Üç yüz kişiden ibaret İslâm'ın ilk hacı kafilesi Medine'den hareket ettikten bir müddet sonra, Berae [Tevbe] Sûresi nazil oldu. Ashab-ı Kiram, "Yâ Resûlallah!.. Bu sûreyi, halka okumak üzere Ebû Bekir'e gönderseniz!.." dedi.
Peygamber Efendimiz, "Bu tebliği ya benim veya ev halkımdan birisinin yerine getirmesi lâzımdır." diye buyurdu.'109
Arapların âdet ve geleneklerine göre, herhangi bir anlaşmayı ancak kabilenin reisi veya onun akrabasından biri yapabilir veya bozabilirdi.
Hz. Ali, akrabalık cihetiyle Peygamber Efendimize Hz. Ebû Bekir'den daha yakın bulunuyordu. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali'yi huzuruna çağırdı ve, "Berae Sûresinin baş tarafından şu yazılmış olanları götür." diye emrettikten sonra şöyle buyurdu:
"Kurban kesme günü Mina'da toplandıkları zaman halka yüksek sesle ilân et ki: Hiçbir kâfir, Cennet'e giremez. Bu yıldan sonra hiçbir müşrik, hacc yapmayacak! Hiçbir çıplak, Beytullah'ı tavaf etmeyecek! Kimin Resûlullah'la anlaşması varsa, onun anlaşması, müddeti bitinceye kadar geçerli olacaktır; müddetsiz anlaşmalar için dört ay müddet tanınacaktır!"1110
Hz. Ali, neden kendisinin gönderilmek istendiğini öğrenmek istiyordu.
"Yâ Resûlallah!.." dedi, "Ben yaşlı olmadığım gibi, hatib de değilim!"
Peygamber Efendimiz, "Bunu, mutlaka ya ben götüreceğim ya da sen götüreceksin. Fakat, sen git! Muhakkak Allah, senin diline ve kalbine sebat ihsan eder!""11 buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ali, derhâl Medine'den hareket etti. Beraberinde Ebû Hüreyre de (r.a.) vardı. Yolda Hz. Ebû Bekir'e yetişti.
Hz. Ebû Bekir ona, "Amir misin, memur mu?" diye sordu.
Hz. Ali, "Memurum." dedi ve geliş maksadını izah etti: "Re-sûlullah (a.s.m.), beni, halka Berae Sûresini okuyayım ve ahd sahibine ahdinin tamamlanacağını haber vereyim diye gönderdi.""12
Mekke'ye Varış
Hz. Ebû Bekir başkanlığındaki ilk hacı kafilesi Mekke'ye salimen girdi. Hz. Ebû Bekir, bir hutbe îrad buyurdu. Hutbesinde, halka haccın nasıl yapılacağını anlattı.
Hz. Ebû Bekir hutbesini bitirince, Hz. Ali ayağa kalktı ve, "Ey insanlar!.. Ben, size, Resûlullah'ın elçisiyim." dedikten sonra Berae Sûresinin ilk 30 veya 40 âyetini okudu.
Bu sûrenin ilk beş âyeti meâlen şöyledir:
"Allah ve Resulünden, muahede ettiğiniz müşriklere bir ültimatomdur: Bundan böyle yeryüzünde dört ay istediğiniz gibi dolaşın, şunu da bilin ki, siz, Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz! Allah, herhalde, kâfirleri rüsva edecek!
"Bir de, Allah ve Resulünden Hacc-ı Ekber günü insanlara bir ilândır ki, Allah ve Resulü, müşrikleri himaye etmekten artık kesin olarak uzaktır!
"Bununla birlikte (ey kâfirler, küfürden ve muahedeye riayetsizlikten) tevbe ederseniz, bu, sizin için hayırlıdır. Yok, yine yüz çevirirseniz, bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz!
"(Ey Resulüm) sen, Allah'ı, Peygamber'i tanımayanlara elîm bir azabı müjdele! Ancak, muahede yapmış olduğunuz müşriklerden bilâhare size ahitlerinde hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye yardım etmemiş olan müstesnadır. Bunlara, müddetlerine kadar ahitlerini tamamıyla îfa edin! Çünkü Allah, müttekileri (anlaşma hukukuna riâyet e-denleri) sever.
"O haram olan aylar çıktı mı, artık o müşrikleri nerede bulursanız, öldürün! Yakalayın, hapsedin ve onların bütün geçit başlarını tutun. Eğer, onlar tevbe edip müşriklikten vazgeçerler ve namaz kılıp zekâtı verirlerse, kendilerini serbest bırakın! Çünkü Allah, Gafûr'dur (çok affedicidir), Rahîm'dir (çok merhametlidir).
"Ve eğer müşriklerden biri eman dilerse, ona eman ver; tâ ki, Allah'ın Kelâmını dinlesin. Sonra da onu, emin olduğu yere kadar ulaştır. Çünkü, bunlar hakikati bilmez bir kavimdirler."1113
Daha sonra Hz. Ali, "Ben, size dört şeyi bildirmeye memurum:" dedi ve memur bulunduğu hususları halka ilân etti: "Hiçbir kâfir, Cennet'e giremez! Bu seneden sonra hiçbir müşrik, haccetmeyecek! Beytullah çıplak tavaf edilmeyecek! Kimin Resûlullah'la (a.s.m.) anlaşması varsa, onun anlaşması, müddeti bitinceye kadar muteber olacak! Bunlar dışındakilere dört ay daha mühlet tanınmıştır. Bundan sonra hiçbir müşrik için ne ahd, ne de himaye vardır.""14
Hz. Ali yanında, Hz. Ebû Hüreyre de yukarıdaki hususları zaman zaman halka yüksek sesle ilân ediyordu.
Haclarını tamamladıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve beraberindeki sahabîler Medine'ye döndüler.
Urve b. Mes'ud'un Müslüman Olması ve Şehâdeti
Urve b. Mes'ud, Taiflilerin ileri gelenlerindendi. Peygamber Efendimiz ordusuyla Taif i muhasara altına aldığı sırada, o, Yemen'in Cüreş şehrinde bulunuyordu. Orada, Taif müdafaası için mancınık vesaire yapma san'atını öğreniyordu.
Peygamber Efendimiz, Taif ten muhasarayı kaldırıp ayrıldıktan sonra Taife döndü. Bir müddet sonra da Cenâb-ı Hakk, kalbine İslâm'ın sevgisini düşürünce, çıkıp Medine'ye geldi. Hicret'in 9. yılı Rebiülevvel ayında Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurunda İslâmiyetle şereflendi.1"5 Efendimiz, bu değerli insanın Müslümanlar safına katılmasından fazlasıyla memnun oldu.
Urve b. Mes'ud, Medine'de bir müddet kaldıktan sonra bir gün Resûl-i Ekrem Efendimize, "Yâ Resûlallah!.. Müsaade buyurun da, gidip kavmimi İslâmiyete davet edeyim!" dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Taif halkının kibir ve gururlarının esiri olup Müslümanlıktan kaçındıklarını biliyordu. Bu sebeple, "Onlar, seni sağ bırakmazlar!" buyurdu.
Urve, "Yâ Resûlallah!.. Beni, onlar öz evlâdlarından daha çok severler!" dedi ve gitmek istediğini tekrarladı.
Peygamber Efendimiz yine, "Onlar, seni öldürürler!" buyurdu.
Urve, Taif halkının kendisine karşı gösterdikleri sevgi ve hürmete güveniyordu.
"Yâ Resûlallah!.. Vallahi, değil öldürmek, beni uykudan u-yandırmaya bile kıymazlar!" diye konuştu.
Sonra, dileğini üçüncü kere tekrarladı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Madem gitmek istiyorsun, git!" diye izin verdi.
Urve, derhâl yola koyulup Taife vardı; Taiflileri Müslüman olmaya davet etti.
Kibir ve gururlarının zebunu olmuş Taifliler, bu ulvî davete ok yağmuruyla karşılık verdiler ve çok sevdikleri Urve b. Mes'ud'u şehid ettiler."16
Onun şehâdet haberini duyan Peygamber Efendimiz, "Onun kavmiyle olan hâli, Sâhib-i Yasin'in kavmi arasındaki hâline benzer. Sâhib-i Yasin, kavmini, Allah Teâlâ'ya îmana davet etmişti de kavmi onu öldürmüştü!" buyurduktan sonra ilâve etti: "Allah'a hamdolsun ki, ümmetimin içinde, Sâhib-i Yasin gibi birini bulundurdu!""17
Hz. Ebû Bekir 'in Zevcesi Ümmü Rııman 'm Vefatı
Hz. Ebû Bekir'in, asıl ismi Zeyneb olan zevcesi Ümmü Ru-man, Mekke'de ilk sıralarda Müslüman olmuş ve Peygamber Efendimize bey'at etmişti. Kendisinden Abdurrahmân ile Hz. Âişe dünyaya gelmişti.
Ümmü Ruman, Hicret'in 9. senesinde vefat etti. Peygamber Efendimiz, kabrine inip, onun için Cenâb-ı Hakk'tan mağrifet niyaz etti.1"
Mestler Üzerine Meshin Emredilmesi
Peygamber Efendimiz, Tebük Seferi esnasında mestler üzerine meshetmeyi emir buyurdu."19 Bunun müddeti misafirler için geceli gündüzlü üç gün (72 saat), misafir olmayanlar için bir gün bir gecedir (24 saat).



Tebük Gazası
(Hicret 'in 9. senesi Receb ayı / Milâdi 630)
Hicret'in 9. senesi, İslâm'ın Arabistan Yarımadasında bütün haşmetiyle yayıldığı senedir. Bir taraftan dalga dalga insanlar Medine'ye gelerek Resûli Ekrem'e İslâmiyet üzerine bîat ediyor, diğer taraftan Müslüman olmuş kabilelerin dinî ve idarî işlerini tanzim etmek gayesiyle etrafa memurlar ve valiler gönderiliyordu. Hülâsa, Asrı Saadet'te İslâm, 9. Hicrî senede en şaşaalı ve ihtişamlı devrini yaşıyordu.
Ancak, parlayan bu güneşin haşmetini çekemeyen devletler de vardı. Onlardan biri, o zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans'tı. Başında Kayser Heraklius vardı. Çevredeki Hıristiyan Araplardan da gördüğ tahrik neticesinde Dini Mübîni İslâm'ı ve müntesiplerini ortadan kaldırmak maksadıyla büyük bir ordu hazırlıyordu. Bu maksatla Cüzam, Lahm, Âmile, Gassan v.s. kabileler de Heraklius'ıın bu ordusuna katılacaklardı.978 Bir insan seli hâlinde Medine üzerine akacak ve güya Müslümanları imha edeceklerdi.
Durumu Resûlullah Efendimiz derhâl haber aldı ve ânında hazırlığa başladı.
Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazaya çıkarken, maksadını açıklamazdı; bir başka yere gidecekmiş gibi davranır ve konuşurdu.
Bu sefer öyle yapmadı. Halkın ona göre hazırlanması için, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın kıtlık ve yokluk zamanı olduğunu, düşmanın da çokluğunu açıkça mücâhidlere bildirdi.979
Medine içinde harb hazırlıkları başlarken, Peygamber Efendimiz, etraftaki Müslüman kabilelere de haber gönderdi ve harb için mücâhid istedi.980
ZENGİNLERİN YARDIMI
Her tarafta kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Harbe iştirak edecek mücâhidlerden birçoğunun silâh satın alacak, harb hazırlığı için sarfedecek paraları yoktu.
Resûli Ekrem, Müslüman zenginleri, harb hazırlığı ve teçhizatı için yardıma çağırdı.
Hâli vakti yerinde olan Müslümanlar, bu davete derhâl icabet ettiler.
Hz. Ömer 'in Yardımı
Hz. Ömer, Nebîyyi Ekrem Efendimizin dâvetine koşanların başındaydı. Kendi kendine, "Bugün Ebû Bekir'i geçeceğim!" diyordu. Malının yarısını alıp Peygamber Efendimize getirdi.
Resûli Ekrem, "Ey Ömer!.. Ev halkına ne bıraktın?" diye sordu.
Hz. Ömer, "Size getirdiğimin bir mislini bıraktım." dedi.981
Hz. Ebû Bekir 'in Yardımı
Hz. Ebû Bekir, bütün serveti olan dört bin dirhem* gümüşü alıp huzuru Risâlete getirdi.
Hz. Ömer, onun ne getirmiş olduğunu merakla öğrenmek istiyordu.
Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Bekir!.. Ev halkına ne bıraktın?" diye sordu.
Sıddikı Ekber sevinçle, "Onlara, Allah ve Resulünü bıraktım!"982 cevabını verdi.
Bu fedakârlık karşısında Hz. Ömerü'lFaruk'un gözleri yaşardı ve, "Anam babam: sana feda olsun ey Ebû Bekir!.." dedi, "Hayır yolundaki her yarışta beni muhakkak geçiyorsun! Artık hiçbir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım!'"383
Hz. Osman 'in Yardımı
"Zinnureyn" lâkabının sahibi Hz. Osman, o sırada Şam'a göndermek üzere bir ticaret kervanı hazırlamıştı. Yardım daveti üzerine, kervanı Şam'a göndermekten vazgeçti ve 300 deveyi üzerindeki mallarla birlikte Hz. Resûlullah'a teslim etti. Ayrıca 50 at ve bin altın nakit hibe etti.
Hz. Osman b. Affan'ın bu fedakârlığı karşısında Serveri Kâinat Efendimiz, "Allah'ım, ben Osman'dan razıyım, Sen de ondan razı ol!"984 buyurdu.
Hz. Abdıırrahmân b. Avf'm Yardımı
Hz. Resûlullah'ın yardım dâvetine Abdıırrahmân b. Avf (r.a.), dört bin dirhemle koştu.
"Yâ Resûlallah!.." dedi, "Bu dört bin dirhemi size takdim ediyorum; bir o kadarını da ev halkım için bıraktım."
Bir dirhem, üç gramdır.
Resûli Ekrem, "Getirdiğin de, ev halkına bıraktığın da bereketli olsun!" buyurdu.985
Resûli Kibriya Efendimizin bu duası bereketiyledir ki, Abdurrahmân b. Avf Hazretleri vefat ettiği zaman, dört hanımından sâdece her birisinin mîras hissesine 18 bin miskal altın düştüğünü görmüşlerdi.986
Daha birçok Müslüman, ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmadılar. Kimi hurma getiriyor, kimi devesini getirip ordunun hizmetine veriyordu. Hiçbiri, getireceği şeyin büyüklüğüne, azlığına, ehemmiyetsizliğine bakıp yardıma koşmaktan geri kalmıyordu.
Bir Sa' Hurmayla Yardıma Koşan Zât
Ebû Akil, elinde bir sa'* hurmayla Resûlullah'ın huzuruna geldi.
"Yâ Resûlallah!.." dedi, "İki sa' hurma karşılığında bütün gece sırtımla su çektim. Bu iki sa'dan birini ev halkım için bıraktım, diğerini de Rabbimin rızasını kazanmak için size getirdim!"
Bundan son derece mütehassis olan Resûli Kibriya Efendimiz, "Allah, senin getirdiğini de, ev halkına bıraktığını da bereketli kılsın!" diye buyurdu ve getirilen hurmaların sadakalar kısmına dökülmesini emretti.987
Bir başka fakir Müslüman olan Ulbe b. Zeyd, Allah Resulünün bu dâvetine canü gönülden bir şeylerle katılmak istiyordu. Ama götürecek hemen hemen hiçbir şeyi yoktu. Allah'a yalvardı: "Ey Allah'ım!.. Sen, cihada çıkmayı emrettin. Halbuki beni, Resulünle birlikte cihada çıkabilecek bir bineğe sahipkılmadın." Sonra, kendilerinden yararlandığı bazı şeylerle Hz. Resûlullah'ın huzuruna geldi.
"Yâ Resûlallah!.. Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Kendisinden faydalandığım şu şeyleri tasadduk ediyorum." dedi ve ilâve etti: "Bundan dolayı, beni üzen veya bana kötü söyleyen ya da benimle 'Bu da tasadduk edilir mi?' deyip eğlenecek kimseye hakkımı helâl ediyorum!"988
Peygamber Efendimiz, "Allah, sadakanı kabul buyursun!" dedi.
Ertesi gün, Peygamber Efendimiz, ashabına, "Şu gece tasaddukta bulunmuş kişi nerededir?" diye sordu.
Kimsede bir hareket görülmedi.
Bu sefer Efendimiz, "Gece sadakayı veren nerede ise ayağa kalksın!" buyurdu.
Ulbe ayağa kalktı.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Ben, senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sen, sadakası kabul olunanların dîvânına yazıldın!"989 buyurdu.
Ulbe, bundan son derece memnun oldu.
Müslüman Kadınların Fedakârlığı
Müslüman kadınların bu yolda gösterdikleri fedakârlıklar da takdire şayandı. Boyunlarında, el ve kulaklarında ne kadar ziynet eşyası varsa, Allah yolunda cihada çıkacak olan ordunun hazırlığı için getirip onları Hz. Resûlullah'a seve seve teslim etmekte asla tereddüt göstermiyorlardı.
Eşlem Kabilesine mensup Ümmü Sinan der ki:"Âişe'nin (r.a.) evinde, Resûlullah'ın (a.s.m.) önüne serilmiş bir örtü gördüm. Üzerinde fil dişinden bilezikler, pazubendler, yüzükler, halhallar, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak kayışlar ile kadınlar tarafından gönderilen ve Müslümanların savaşa hazırlanmalarına yarayan birtakım şeyler bulunuyordu."990
İşte, bütün bu yardımlarla, kıtlık, yoksulluk ve fakirlik yüzünden harbe iştirak edecek durumdan mahrum bulunan birçok Müslümana da silâh tedarik edildi, sefer hazırlığı yapıldı, harb teçhizatı sağlandı.
BEKKAUN
Harbe iştirak etmek isteyenler öylesine çoktu ki, zengin ashabın yardımları bile onların teçhizi için kâfi gelmiyordu. Durumları müsait olmayanlar, Resûlullah'a, sefere gönüllü olarak katılmak istediklerini belirtiyorlar, ancak, kimine binecek deve, kimine silâh, kimine ise yol azığı tedarik edilemediğinden kabul edilmiyordu.
Red cevabı alanlar arasında "Bekkaun," yâni "Ağlayanlar" diye meşhur yedi zât vardı ki, şunlardı:
Salim b. Umeyr, Atnr b. Humam, Ulbe b. Zeyd, Irbez b. Sariyye, Ebû Leylâ Abdurrahmân b. Ka'b, Abdullah b. Mugaffel ve Heremî b. Abdullah."91
Bu yedi zât, harb hazırlıkları sırasında Peygamberimizin huzuruna çıkarak, "Yâ Resûlallah!.. Sefere çıkmak isteriz; ancak, binecek devemiz, yolda yiyecek azığımız yok!" diyerek durumlarını arzettiler.
Resûli Ekrem, "Size verecek binek kalmadı." buyurunca, üzüntülerinden ağlayarak huzuru Risâletten ayrıldılar.
Cenâbı Hakk, bu fedakâr sahabîler hakkında şöyle buyurdu:
"Bir de o kimselere günah yoktur ki, kendilerini bindirip savaşa sevkedesin diye sana geldikleri zaman (kendilerine), 'Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum.' demiştin. Bu uğurda sarfedecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler/'993
Harbe iştirak edemeycekleri endişesiyle üzüntülerinden gözyaşı dökerek Peygamberimizin huzurundan ayrılan bu sahabîler, bu âyetin inmesiyle zengin sahabîler tarafından birer ikişer teçhiz edildiler. Böylece, harbe iştirak etme imkânı kendilerine tanınmış oldu. Rivayete göre, bunların üçünü Hz. Osman b. Affan, ikisini Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, ikisini de Yamin b. Umeyr harb için teçhiz etmişlerdir.994
MÜNAFIKLAR SAHNEDE
Sıcaklık, kıtlık ve kuraklık her tarafı kasıp kavuruyordu. Bahçelerde meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamandı. İnsanların, güneşin kavurucu sıcaklığından birazcık olsun uzak kalmak amacıyla bağ ve bahçelerindeki ağaçların gölgelerine oturmak için en şiddetli arzuyu duydukları bir mevsimdi. Ve böyle bir zamanda İslâm Ordusu, dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Bizans'a karşı harbe çıkacaktı. Gönüllerinde Allah muhabbeti yerine dünya, mal, mülk sevgisi bulunan kimseler, buna nasıl iştirak edebilirlerdi, bu sıkıntılara nasıl katlanabilirlerdi?
Nitekim, dünyaya âdeta kopmaz bağlarla bağlı bulunan ve dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden münafıkların yine ortalığı karıştırmaya başladığı görülüyordu. Reisleri Abdullah b. Übeyy, Müslümanlar arasına fitne sokmak, onlarda harbe karşı bir gevşeklik, bir çekingenlik meydana getirmek gayesiyle şöyle konuşuyordu:
"Muhammed, Roma Devletini oyuncak mı zannediyor? Onun ve ashabının esir düşeceklerini şimdiden görür gibiyim!"995
Diğer münafıklar da, "Bu sıcakta harbe mi çıkılır?" diyorlardı.996
Cenâbı Hakk, münafıkların bu sözleri üzerine şu âyeti kerîmeyi inzal buyurdu:
"Tebük Savaşına iştirak etmeyip geri kalan münafıklar, ResûluUah'a muhalefet ederek oturup kalmalarıyla sevindiler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücadele etmeyi çirkin gördüler ve, 'Bu sıcakta harbe çıkmayın!' dediler. De ki:
'"Cehennem ateşi daha sıcaktır; fakat gidecekleri yeri bilseler...'"997
Bazıları da, kadınlara düşkünlüğünü, harbe iştirak etmemek için bahane ediyordu. Bunun üzerine de şu âyeti celîle nazil oldu:
"O münafıklardan kimi de şöyle diyecektir: '"Bana izin ver, beni fitne ve isyana düşürme!'
"Bilmiş ol ki onlar, fitneye düşmüşlerdir. Şüphe yok ki, Cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır."
Daha birçok münafık, böylesine sudan bahanelerle Peygamber Efendimizden izin istediler. Bunun üzerine, 80'den fazla münafığa izin verildi.
Onlar, Peygamber Efendimize beyan ettikleri özürlerinde yalancı idiler; Allah ve Resulüne gönülden inanmış kimseler değillerdi. Cenâbı Hakk, şu âyetiyle de onların bu durumunu Resulüne haber veriyordu:
"Senden izin isteyenler, ancak Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyenler, kalbleri şüpheye düşenlerdir. Onlar şüphe içinde bocalayıp dururlar."999
Bir sonraki âyette de, Allahü Taâlâ, yerlerinde oturup kalanlara bakıp ümitsizliğe kapılmamaları için Müslümanları tesellî ediyordu: "Eğer aranızda onlar da cihada çıksalardı, içinizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, bozgunculuğa koşarlardı!"1000
Münafıklar güruhunun sudan bahanelerle harbe iştirak etmeyişleri, Allah ve Resulüne gönülden bağlı olan mücâhidleri cihada çıkmak hususunda asla tereddüde düşürmedi.
İSLÂM ORDUSU HAZIR
Resûli Ekrem Efendimiz, her türlü sıkıntı ve imkânsızlıklara rağmen Seniyyetû'1Veda ordugâhında ordusunu hazırladı. Ordu, 30 bin kişi idi. Bunun 10 binini süvariler teşkil ediyordu.1001
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Medine'de yerine Muhammed b. Mesleme'yi (r.a.) vekil bıraktı.1002
Hz. Ali de, İslâm Ordusuyla Seniyyetû'lVeda'ya kadar gelmişti. Resûli Ekrem Efendimiz, onu huzuruna çağırdı ve, "Medine'de muhakkak ya ben kalacağım ya da sen kalacaksın."1003 buyurdu; sonra da onu, her iki ev halkının işleriyle meşgul olmak üzere Medine'de bırakacağını söyledi.
Hz. Ali ağladı. "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Gittiğin her tarafta ben senin yanında bulunmak isterdim; tek arzum buydu. Beni çocuk ve kadınlar arasında vekil mi bırakıyorsun?'"1004
Peygamber Efendimiz cevaben, "Bana göre sen, Musa'ya göre Harun* gibi olmaya razı olmaz mısın? Şu kadar farkla ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir!" buyurunca, Hz. Ali hiç beklemeden son sür'at Medine'ye geri döndü.1005
Peygamber Efendimiz, orduya hareket emrini vermeden önce, en büyük sancağı Hz. Ebû Bekir'e teslim etti;** en büyük bayrağı ise Zübeyr b. Sâbit'e verdi.
İslâm Ordusunun Medine 'den Hareketi
Receb ayının bir perşembe günü idi.
Güneşin batışına yakındı. Resûli Ekrem Efendimizin emriyle İslâm Ordusu Medine'den Tebük'e doğru harekete geçti. Gönüllü olarak Allah yolunda cihada çıkan mücâhidlerde, bunca sıkıntı ve nâmüsait şartlara rağmen en ufak bir tereddüt ve gevşeme yoktu. Geçici sıcaklığa ve sıkıntılara karşılık âhiret âleminde sonsuz nimetlere kavuşacaklarını, Allah'ın cemâliyle müşerref olacaklarını biliyorlardı. Güneşin kavurucu sıcaklığı, îmanlı gönüllerindeki serinliğe tesir edemiyordu. Maddî sıkıntı ve imkânsızlıklar İ'lâyı Kelimetullah uğrunda savaşmaya olan aşk ve şevklerini kıramıyordu. Bu ulvî ve kutsî duygularla yollarına devam ediyorlardı.
Hz. Ali'nin Arkadan İslâm Ordusuna Yetişmesi
Peygamber Efendimiz tarafından Hz. Ali'nin Medine'de bırakılması üzerine de münafıklar, ileri geri konuşmaya başladılar. Maksatları, bunu vesile ederek İslâm camiasında bir huzursuzluk meydana getirmekti. Şöyle diyorlardı:
"Herhalde, onu yanında götürmek istemediğinden Medine'de bıraktı!"1006
Hz. Ali bu sözleri duyar da durur mu? Derhâl silâhlanıp İslâm Ordusunun arkasına düştü; Cürf denilen mevkide Resûli Kibriya Efendimizle buluştu.
Peygamber Efendimiz, "Yâ Ali, neden dolayı çıkıp geldin?" diye sordu.
Hz. Ali, "Yâ Resûlallah!.. Münafıklar, senin bana kıymet vermediğini söylüyorlar, 'bende görüp hoşlanmadığın bir şeyden dolayı beni yanında götürmediğinden' söz ediyorlar!"
Peygamber Efendimiz, işin mahiyetini anlamıştı. Güldü.
"Onlar, yalan söylemişlerdir. Ben, seni, arkamda bıraktıklarıma vekil tâyin ettim. Derhâl geri dön! Gerek benim ev halkım ve gerek senin ev halkın içinde vekilim ol!" buyurdu. Sonra ilâve etti: "Yâ Ali!.. Bana göre sen, Musa'ya göre Harun gibi olmaya razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber olmayacaktır!" Hz. Ali, Efendimizin sözlerini tasdik edip derhâl Medine'ye döndü.
Medine'de birçok münafık kalmıştı. Bunların, herhangi bir karışıklığa ve bozgunculuğa tevessül edebileceklerini de göz önünde bulundurarak, Peygamber Efendimizin Hz. Ali'yi Medine'de bıraktığı da söylenebilir.
MEŞHUR ÜÇ KİŞİ
Bir kısım münâfıkın sefere katılmayışı yanında, ne yazık ki samimî Müslümanlardan Ka'b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebi de sırf ihmalkârlıkları yüzünden Medine'de kaldılar.1010
Bu meşhur üç kişi hakkında vâkî olacak muameleyi, Peygamber Efendimizin Medine'ye dönüşünden sonra anlatacağız.
Ebû Zerr 'in Geride Kalışı ve Bir Mucizenin Zuhuru
Fahri Kâinat kumandasındaki İslâm Ordusu, güneşin sıcaklığına, çölün kavuruculuğuna aldırmadan yoluna devam ediyordu.
Bir ara mücâhidler, "Yâ Resûlallah!.. Ebû Zerr, devesi yürümediğinden geride kalmış." dediler.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Eğer onda bir hayır varsa, Yüce Ailah, onu bize kavuşturur." buyurdu.1011
Ebû Zerr (r.a.), devesi zaîf olduğu için geride kalmıştı; devesinin yürüyemeyeceğini anlayınca da eşyasını sırtına almış, şiddetli sıcaklar altında yaya olarak ordunun arkasına düşmüştü.
Ordu, bir konak yerinde istirahate çekilmişken, uzaktan birinin gelmekte olduğu görüldü; yaklaşan, Ebû Zerr'di. Mücâhidler, Peygamber Efendimize haber verdiler. Şöyle buyurdular:
"Allah, Ebû Zerr'e merhamet etsin! O, yalnız yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur!"1012
Bu fermanı Nebevî'den seneler sonra, Hz. Osman'ın hilâfeti sırasındaydı.
Şam'da ikamet etmekte olan Ebû Zerr, bir gün, "Altını ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte bunları, elem verici bir azabla müjdele!"1013 mealindeki âyeti kerîmeyi okudu.
Hz. Muaviye, "Bu, biz Müslümanlar hakkında değil, Ehli Kitap hakkındadır!" deyince, Hz. Ebû Zerr, "Hayır; bu, hem bizim, hem de Ehli Kitap hakkındadır!" cevabını verdi.
Bu sebeple aralarında tartışma ve münakaşa çıktı.
Hz. Muaviye, bunun üzerine, "Ebû Zerr, Şam halkını rahatsız ediyor." diye yazıp, onu Hz. Osman'a şikâyet etti.
Hz. Osman da onu Şam'dan Medine'ye çağırdı.
Medine'ye gelen Hz. Ebû Zerr'e İslâm Halifesi, "Yanımda kal, bütün ihtiyaçlarını karşılayayım." diye teklifte bulundu. Fakat o, "Dünyanızdaki şeylerin bana gereği yok." diyerek bu teklifi kabul etmedi.
Bu sefer Hz. Osman, "İstersen, yakın bir yere çekil, orada kal." diye teklif etti.
Ebû Zerr, bunu kabul etti ve, "Rebeze'ye gitmeme izin ver." diye dilekte bulundu.
Hz. Osman'ın izin vermesi üzerine de Medine'ye üç konak uzaklıkta bulunan Rebeze'ye gitti.
Bir müddet sonra rahatsızlandı. Yanında sâdece zevcesi ile hizmetçisi vardı. Onlara, "Ölünce beni yıkayınız, kefenleyiniz. Sonra da cenazemi yolun ortasına koyunuz! Yanınıza uğrayacak ilk binitli yolculara, 'Bu, Resûlullah'ın (s.a.v.) sahabîsi Ebû Zerr'dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz.' deyiniz." diye vasiyet etti. Hanımı ağlamaya başlayınca, "Niye ağlıyorsun?" diye sordu.
Hanımı, "Sen, ölüp gidersen ben ne yaparım? Elimde avucumda hiçbir şey bulunmadığı gibi, seni saracak bir kefen bile yok!" dedi.
Bunun üzerine Ebû Zerr, "Ağlamayı bırak." dedikten sonra şöyle konuştu:
"Bir gün birkaç kişiyle birlikte Resûlullah'ın huzurunda idik. Şöyle buyurdular:
'"İçinizden birisi kır bir yerde vefat edecek; cenazesinde mü'minlerden küçük bir cemaat hazır bulunacaktır.'
"O mecliste benimle birlikte bulunanların hepsi, cemaatler içinde vefat ettiler. Sağ kalan bir tek ben varım. Şimdi de ben, kır yerde ölüyorum! Yolu gözetle! Söylediklerimin doğru çıkacağını göreceksin!"1014
Bu sözlerinden bir müddet sonra, Hicret'in 32. senesinde yanında sâdece hanımı ve hizmetçisi bulunduğu hâlde vefat ederek, Hz. Resûlullah'ın 20 sene önce verdiği haberi tasdik etti.
Vefat edince, zevcesi ile hizmetçisi onun vasiyetini verine getirdiler; yıkayıp kefenledikten sonra cenazesini yolun ortasına koydular.
Tam o sırada, umre yapmak üzere Iraklılardan küçük bir kafile çıkageldi. İçlerinde meşhur fakih Abdullah b. Mes'ud da vardı.
Hizmetçisi ayağa kalkıp, "Bu, Resûlullah'ın sahabîsi Ebû Zerr'dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz." deyince, Hz. Abdullah b. Mes'ud kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve Resûli Kibriya'nın seneler önceki fermanını tekrarladı: "Ebû Zerr, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur!"
Sonra da hep beraber bu büyük sahabînin cenazesini defnettiler.1015
İSLÂM ORDUSU, HICR'DA
İslâm Ordusu, Hıcr mevkiine vardı. Burası sekizinci konak yerleri idi.
Medine'den yedi merhale mesafede bulunan, Şam yolu üzerindeki Hıcr, Hz. Salih'in (a.s.) kavmi olan Semud'un geceyarısından sonra Cenâbı Hakk tarafından estirilen bir toz bulutuyla helak olduğu yerdi.1016
Buraya varınca, Peygamber Efendimiz, "Şu, azaba uğratılmış olanların evlerine, onların uğradıkları azaba uğrayacağınızdan korkarak ve ağlayarak giriniz." buyurdu.1017
Mücâhidler, Hıcr'in kuyusundan su aldılar; onunla hamurlarını yoğurdular.
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, "O kuyunun suyundan içmeyiniz; ondan namaz için abdest de almayınız! Onunla yoğurduğunuz hamuru da, develere yem yapınız! Ondan hiçbir şey yemeyiniz!"1018 diye emretti.
Peygamberimizin Yağmur Duası
Hıcr mevkiinde sabahlayan İslâm Ordusunda büyük bir susuzluk başgösterdi. Mücâhidlerin su kablarında su kalmamıştı. Hz. Ömer o ânı şöyle anlatır: "O kadar susamıştık ki, susuzluktan boynumuzun kopacağını zannettik! Herhangi birimiz gidiyor, yüklerimizin arasında su arıyor, ancak orada su bulamadığımız gibi düşüp kalıyorduk. Hattâ, içimizden biri, devesini kesmiş, hörgücündeki suyu içmişti!"
MÜNAFIKLARIN DEDİKODULARI
Müslümanlar arasında bulunan münafıklardan bazıları, bunu fırsat bilerek dedikoduya başladılar: "Eğer Muhammed gerçekten bir peygamber olsaydı, Musa Peygamber'in kavmine, Allah'tan yağmur dileyip yağmur yağdırdığı gibi, o da Allah'tan yağmur diler, yağmur yağdırırdı!"
Peygamber Efendimiz, bu ileri geri konuşmaları duyunca, "Demek onlar, böyle söylüyorlar, öyle mi? Allah'ın, size yağmur yağdıracağını umarım." buyurdu.1020
Hz. Ömer, sözlerine devamla der ki:
"Bütün bu güçlük ve sıkıntılar karşısında, Ebû Bekir, dayanamayarak, Resûlullah'a (a.s.m.) şu ricada bulundu:
"Yâ Resûlallah!.. Allah, duanızı kabul eder. Ne olur, bizim için hayır duada bulunsanız...'
"Resûlullah (a.s.m.), 'Bunu istiyor musunuz?' buyurdu. "Ebû Bekir, 'Evet yâ Resûlallah!..' dedi.
"Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.), ellerini açarak dua etti. Daha duasını bitirmeden, hava birdenbire karardı. Önce yağmur çiselemeye başladı, sonra da sağanak hâlinde boşaldı. Bütün mücâhidler ellerindeki kablarını doldurdular.
"Konakladığımız yerden ayrılınca bir de ne görelim? Yağmur sâdece ordunun bulunduğu bölge içine yağmış, o bölgenin dışında bir tek damla düşmemiş!"
İşte, Kâinatın Efendisi, böylesine bir dua, bir niyaz ve istek ile Allah'ın ikram ve ihsanına mazhar oluyordu.
Hz. Resûlullah, hayatında bu tarz birçok mucizeye, ikram ve ihsana mazhar olmuştur. Bu da onun peygamberliğinin delillerinden biridir. Bu ikram ve ihsanları gözleriyle gören Müslümanların ise îmanları daha da kuvvetleniyor, daha fazla mertebe katediyordu.
Kasva 'mu Kaybolması
Sefer sırasında bir ara Resûli Ekrem Efendimizin devesi Kasva kayboldu.1022 Ashabı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulamadılar.
Münafıklar, bunu da fırsat bilerek, Hz. Resûlullah'ı rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd b. Lusayt, "Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez!"1023 diye söylendi.
Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine ulaştırılınca, "Vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim, ondan başkasını asla bilemem!" diye buyurdu ve ilâve etti: "Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasva, filân ve filân dağların arasındaki vadidedir; yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz, onu bana getiriniz."1024
Sahabîler, Hz. Resûlullah'in tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış hâlde buldular ve alıp getirdiler.
Resûli Ekrem, ancak Cenâbı Hakk'ın kendisine bildirmesiyle gaybı bilir, insanlar için gayb hükmünde olan hâdiseleri haber verirdi. Bu, onun mazhar olduğu mucizelerinin bir nev'idir.
Resûlullah'ın, Allah'ın bildirmesiyle haber verdiği istikbâle âit bütün haberler, ashabın şehâdetiyle teker teker zuhur etmiştir.



İslâm Ordusu, Tebük'te
Nihayet, kavurucu sıcaklar altında ve sıcaktan âdeta kaynayan kumlar üzerinde yapılan yorucu bir yolculuktan sonra İslâm Ordusu on dokuzuncu konak yeri olan Tebük'e vardı.
Fakat, ortada ne Bizans ordusu, ne de başkası vardı. Doğu Roma İmparatoru, giriştiği hazırlıktan, cesaretsizliği sebebiyle son anda vazgeçmişti!
Ebû Hayseme 'nin Gelişi
Ebû Hayseme, samimî bir Müslümandı. Sırf ihmalkârlığı yüzünden İslâm Ordusuna katılamayıp, Medine'de kalmıştı.
İslâm Ordusunun Medine'den ayrılışından günlerce sonra, bir gün işinden evine dönmüştü. Hanımlarının çardağı süpürmüş, temizlemiş ve soğuk şerbetleri hazırlamış olduğunu görmüştü. Bu manzara birden âlemini değiştirdi. Çardağın kapısı önüne dikildi. Kadınlarına ve kendisi için hazırlanan şeylere bakarak, "Sübhanallah! Resûlullah (a.s.m.), yakıcı güneşin, rüzgâr ve sıcağın altında silâhını boynunda taşısın da, Ebû Hayseme serin gölgede, yemeği hazırlanmış, iki güzel kadının yanında, mal ve mülkünün içinde oturup dursun. İnsaf mı bu?" diye konuştu. Sonra da kadınlarına dönerek, "Vallahi, Resûlullah'a (a.s.m.) gidip kavuşmadıkça, hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim! Derhâl yol azığımı hazırlayınız." dedi.1027
Yol azığı hazırlanan Ebû Hayseme, derhâl Medine'den Te-bük'e doğru yola çıktı. İslâm Ordusu, Tebük'te konakladığı esnada, mücâhidler, uzaktan bir atlının geldiğini fark ettiler:
"İşte, bakınız bir süvari geliyor!" dediler.
Peygamber Efendimiz, "Ebû Hayseme mi ola? Onun olmasını isterdim!" dediler.
Biraz daha yaklaşınca, sahabîler onu tanıdılar; "Yâ Resûl-allah!.. Vallahi, gelen Ebû Hayseme'dir!" dediler.
Ebû Hayseme, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna varıp selâm verdi.
Resûl-i Ekrem, "Ebû Hayseme!.. Sen, helake yaklaşmıştın!" buyurdu.
Olup bitenleri haber verince, Resûl-i Kibriya Efendimiz ona hayırla dua buyurdu.1028
Peygamberimizin Tebük'teki Hutbesi
İslâm Ordusunun Tebük'te beklediği sıradaydı.
Peygamber Efendimiz, bir ara ayağa kalktı. Arkasını bir hurma ağacına dayayarak şu hutbeyi îrad buyurdu:
"Size, insanların en hayırlısını ve en şerlisini haber vereyim mi?
"İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında ya da iki ayağı üzerinde, son nefesine kadar Allah yolunda çalışan kimsedir! İnsanların en şerlisi de, Allah'ın Kitabını okuyup ondan hiç faydalanmayan azgın kimsedir!
"İyi biliniz ki, sözlerin en doğrusu Allah'ın Kitabıdır; yapışılacak en sağlam halka, takva kelimesidir; dinlerin hayırlısı, İslâmiyettir; sünnetlerin hayırlısı, Muhammed'in sünnetleridir; sözlerin şereflisi, zikrullahtır; kıssaların güzeli, Kur'ân'da olan kıssalardır; amellerin hayırlısı, Allah'ın yapılmasını mecbur kıldığı farzlardır; amellerin kötüsü, bid'atler, sonradan ihdas edilmiş [hoş olmayan] şeylerdir; en güzel yol, güzel yaşayış, Peygamber'in yolu ve yaşayışıdır; ölümlerin şereflisi, şehid-lerin ölümüdür; körlüğün körü, doğru yolu bulduktan sonra dalâlete sapmaktır; amellerin hayırlısı, faydalı olanıdır; doğru yolun hayırlısı, kendisine uyulandır; körlüğün kötüsü, kalb körlüğüdür; üst el, alt elden (veren el, alan elden) hayırlıdır; az olup yetişen şey, çok olup Allah'a taatten alıkoyandan hayırlıdır; özür dilemenin en fenası, ölüm gelip çattığı zamankidir; pişmanlığın kötüsü, Kıyamet Günündekidir; yanlışları en çok olan, dili en çok yalan söyleyendir; zenginliğin hayırlısı, gönül zenginliğidir; hikmetin başı, mehafetullahtır [Allah korkusudur]; şarap, içki, günahların her çeşidini bir araya toplayandır; gençlik, delilikten bir bölümdür; kazançların kötüsü, faiz kazancıdır; yemelerin kötüsü, yetim malı yemektir; mes'ud kişi, başkasının hâlinden ders ve ibret alandır; amellerde esas olan, neticeleridir; düşüncelerin kötüsü, yalan, yanlış düşüncelerdir; mü'mine sövmek, günah işlemektir ve dinî emirlere hürmetsizliktir; mü'mini öldürmek küfürdür; mü'minin etini yemek (dedikodu ve gıybetini yapmak) Allah'ın emirlerine karşı koymaktır; yalan yere, Allah adıyla yemin eden kişi, yalanlanır; af dileyen kişi, Allah tarafından affolunur; kim öfkesini yenerse, Allah onu mükâfatlandırır; uğradığı zarara katlanan kişiye, Allah karşılığını verir; Allah, zorluklara sabredip katlanan kimsenin sevabını kat kat artırır.
"Allah'ım, beni ve ümmetimi mağrifet eyle! Allah'ım, beni ve ümmetimi mağrifet eyle! Allah'ım, beni ve ümmetimi mağrifet eyle!
"Kendim ve sizin için Allah'tan mağrifet dilerim!"1029
Peygamberimizin Taunla İlgili Emri
Peygamber Efendimiz, Tebük'te iken, Şam taraflarında bir yerde taun [veba] hastalığının ortaya çıkmış olduğunu duydu. Bunun üzerine, ashabına hitaben, "Bulunduğunuz herhangi bir yerde taun zuhur ettiği zaman oradan çıkmayınız, kaçmayınız; taun zuhur eden yere de sakın yalaşmayınız!" diye buyurdu.1030
Tıp ilminde veba veya yumurcak olarak isimlendirilen taun, bulaşıcı hastalıklardan biridir. Hattâ, Avrupa'da bir ara korkunç olması sebebiyle "Kara Ölüm" diye de adlandırılmıştı. İşte, Peygamber Efendimiz, yukarıdaki sözleriyle, bu hastalığa karşı insanlığın tedbirli davranması gerektiğine tâ bin 400 küsur sene önceden dikkat çekmiştir. Yukarıdaki sözleriyle Re-sûl-i Ekrem Efendimiz, aynı zamanda, tıpta mühim bir yer işgal eden "karantina" usûlüne de tâ o zamandan işaret buyurmuştur.
Peygamberimizin, Ashab-ı Kiram 'in Görüşünü Alması
Tebük'te konaklayan Resûl-i Kibriya Efendimiz, Şam üzerine yürünüp yürünmemesi hususunda Ashab-ı Kiram'ın görüşünü sordu.
Hz. Ömer söz alıp, "Yâ Resûlullah!.. Eğer gitmekle Allah tarafından emrolundunsa git!" diye konuştu.
Peygamber Efendimiz, "Eğer o hususta Allah'tan herhangi bir emir almış olsaydım, o zaman sizin görüşlerinizi öğrenmek istemezdim!" diye buyurdu.
O zaman Hz. Ömer, fikrini şöyle beyan etti: "Yâ Resûlallah!.. Rumlar, sayıca oldukça kalabalıktırlar. O-ralarda Müslümanlardan tek kişi bile yoktur. Onların yakınlarına yeterince gelmiş bulunuyorsunuz! Bu derece yaklaşmanız onları korkutmuştur.Uygun görürseniz, bu yıl buradan geri dönünüz yahut Allah Teâlâ, size bu husustaki emrini bildirir."1031
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer'in bu görüşünü uygun buldu ve Tebük'ten ileri gitmedi.
YALNIZ PEYGAMBERİMİZE VERİLEN BEŞ ŞEY
İslâm Ordusu, Tebük'te beklemeye devam ediyordu.
Peygamber Efendimiz bir gece tecehhüd namazını kıldıktan sonra, çevresinde kendisini bekleyen sahabîlere dönerek şöyle buyurdu:
"Daha önce hiçbir peygambere verilmeyen şu beş şey bana verildi:
"1) Benden önceki peygamberlerin her biri yalnız kendi kavimlerine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim.
"2) Yeryüzü bana mescid [namazgah] ve temizlik vasıtası kılındı. Bunun için nerede olursam olayım, namaz vakti girince (su bulunmazsa) teyemmüm eder, namazımı orada kılarım. Ümmetimden herhangi biri, namaz vakti girince, bulunduğu yerde namazını kılsın. Benden önceki peygamberlerden hiçbirisine bu ihsan edilmemişti. Onların ümmetleri, namazlarını ancak kilise ve havralarında kılabilirlerdi.
"3) Ganimetler, bana helâl kılındı. Hâlbuki, benden önceki peygamberlerin hiçbirine helâl kılınmamıştı.
"4) Bana şefaat makamı verilidi.
"5) Ben, bir aylık mesafedeki düşmanlarımın bile kalblerine korku salmakla yardım olundum."1032
PEYGAMBERİMİZİN, HÂLİD B. VELİD'İ DÛMETÛL CENDEL'E GÖNDERMESİ
Tebük'ten ileri gitmeme kararı veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu esnada Hz. Hâlid b. Velid'i, yanına 400 süvari vererek Dûmetû'l-Cendel'de bulunan Kindelerin Kralı Hıristiyan Ükeydir b. Abdûlmelik'e göndermek istedi.
Hz. Hâlid, "Yâ Resûlullah!.. Her tarafını iyice bilmediğim geniş memlekette, bu kadar az sayıda insanla gidip onu bulmam nasıl mümkün olur?" dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, "Sen, muhakkak onu, yabanî sığır avlarken bulacak ve yakalayacaksın! Yakalayınca, onu öldürme, bana getir!" diye ferman etti.1031
Bunun üzerine Hz. Hâlid, beraberindeki mücâhidlerle Tebük'ten, Şam'ın Medine'ye en yakın beldelerinden olan Dû-metû'l-CendePe doğru hareket etti. Oraya vardığında, Resûl-i Kibriya Efendimizin haber verdiği gibi, Ükeydir'i yabanî sığır avlarken görüp yakaladı;1034 daha sonra, onu ve kardeşini alıp Hz. Resûlullah'ın huzuruna getirdi. Peygamber Efendimiz, onları Müslüman olmaya davet etti. Buna yanaşmadılar, fakat cizye vermeyi kabul ettiler. Bunun üzerine kanlan bağışlandı. Onlar da Tebük'ten ayrılıp memleketlerine döndüler.
EYLE HÜKÜMDARININ PEYGAMBERİMİZE GELMESİ
Peygamber Efendimiz, henüz Tebük'ten ayrılmadığı sırada, Eyle* Hükümdarı Yuhanne b. Ru'be, çıkıp huzura geldi; sulh yapmak istediğini belirtti. Her sene muayyen miktarda cizye vermek üzere, Peygamber Efendimiz onunla anlaşma yaptı.1036
Peygamber Efendimiz, ayrıca, Yuhanne ve Eyle halkı için şu yazıyı yazdırdı:
"Bismillahirrahmânirrahîm!
"Bu, Allah ve Allah'ın Resulü Muhammed tarafından Yuhanne b. Ru'be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezenleri için eman yazısıdır:
"Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz halkından Ey-lelilerle birlikte bulunanlar, Allah'ın ve Muhammed Peygam-ber'in himâyesindedirler. Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacaktır. Gerek su almak isteyen, gerek denizde veya karada dilediği yola gitmek isteyene mâni olmak helâl olmayacaktır.
"Bunu, Resûlullah'ın izniyle Cuheym b. Salt ve Şürahbil b. Hasene yazdı."1037
CERBA VE EZRUH HALKIYLA ANLAŞMA
İslâm Ordusunun Tebük'te ikameti sırasında Şam ülkelerinden Yahudî olan Cerba ve Ezruh halkı da, Peygamber Efendimize gelerek, cizye vermek suretiyle eman dilediler. Peygam-
Eyle, ilk Yahudî şehirlerindendir. Hz. ibrahim'in (a.s.) torunu Eyle'den dolayı bu isimle anılmıştır. Hicaz'ın sonu ve Şam'ın başlangıcıdır. Efendimiz tekliflerini kabul etti. Bir anlaşma metni yazılarak, kendilerine eman verildiği, kayıt altına alındı.10'8
BİR PARÇA AZIĞIN BİR ORDUYA YETMESİ
Tebük'ten ayrılmak üzere hazırlıklar yapılıyordu. Bu esnada sahabîlerden bazıları, mücâhidlerin azıklarının tükenmiş olduğunu ve büyük sıkıntıya düştüklerini gelip şikâyet suretinde Peygamberimize arzettiler; sonra da, "Yâ Resûlallah!.. Müsaade buyursaniz da, su taşıdığımız develerimizi boğazlasak, onların etini yesek olmaz mı?" dediler.
Peygamber Efendimiz, "Olur, öyle yapınız." diyerek müsaade etti.
Onlar da bunun üzerine gidip develerini kesme hazırlığına koyuldular.
Bu esnada Hz. Ömer yanlarına geldi. Develerini kesmekten vazgeçmelerini söyledikten sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna vardı. "Yâ Resûlallah!.. Halkın bindikleri develerini kesmeye izin mi verdiniz?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Uğradıkları açlıktan bana şikâyet ettiler. Ben de buna müsaade ettim." buyurdu.
Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah," dedi, "mücâhidler böyle yaparlarsa, binilecek deve kalmaz! Sen, onların arta kalan azıklarını getirt, bir araya topla; onlar üzerinde bereket duası yap! Yüce Allah, herhalde senin duanı kabul eder ve o yiyeceklere bereket ihsan buyurur."
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Olur." buyurdu.
Bunun üzerine mücâhidler, ellerinde kalan azıklarını getirdiler; Peygamber Efendimizin serdiği deri bir yaygı üzerine bıraktılar. Kimisi bir avuç hurma, kimisi bir avuç un, kimisi bir avuç darı v.s. getirmişti.
Yaygının üzerinde toplanan, çok az bir şeydi. Üç sa' (3.120 gram) var veya yoktu!
Peygamber Efendimiz, kalkıp abdest aldı, arkasından iki rekât namaz kıldı; sonra da, yiyeceklerin bereketlenmesi için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulundu. Peşinden de sahabîlere hitaben, "Kablarınıza alınız." buyurdu.
Herkes getirdiği kabını doldurdu; hiçbir kab boş kalmadı. Doyuncaya kadar da, yaygının üzerindeki azıktan yediler. Sonunda gördüler ki, yaygının üzerinde toplanan azık kadar hâlâ duruyor!



Tebük'ten Ayrılış
Peygamber Efendimiz 20 gün kaldıktan sonra ashabıyla Tebük'ten Medine'ye doğru harekete geçti.1040
Resûli Ekrem Efendimizin devesinin yuları, Ammar b. Yasir'in elindeydi; arkadan ise deveyi Huzeyfe b. Yeman sürüyordu.
Bu arada, "bir grup münâfıkın gece karanlığında kendisine suikastte bulunacağı," Resûli Kibriya Efendimize, Cenâbı Hakk tarafından haber verildi. Bu sebeple Resûli Ekrem devamlı etrafını gözetliyor, her an dikkatli bulunuyordu.
Bir ara karanlıkta bir grubun kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bunlar, suikastı plânlayan münafıklardı. Yoldaki dar boğazda Peygamber Efendimizi pusuya düşürmeyi planlamışlardı.
Peygamberimiz, hemen Hz. Huzeyfe'ye onları dağıtma emri verdi. Hz. Huzeyfe üzerlerine yürüyerek, "Ey Allah'ın düşmanları!.." diye bağırdı. Birden korkuya kapılarak ordunun içine karıştılar.'041
Resûli Ekrem Efendimize münafıkların bu tarz bir suikasta teşebbüs ettiklerini öğrenen Hz. Üseyyid b. Hudayr, fena hâlde hiddete geldi. Ordudaki münafıkların boyunlarını vurmak için izin istediyse de Resûli Ekrem Efendimiz, "Halkın, 'Müşriklerle arasındaki savaş sona erince, Muhammed, ashabını öldürmeye başladı.' diye yaygara yapmalarını hoş görmem." buyurdu.
Üseyyid b. Hudayr, "Yâ Resûlallah, bunlar, senin ashabın değiller ki!.."dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Mademki dilleriyle kelimei şehâdet getirerek Müslüman olduklarını izhar etmişlerdir, şu hâlde onlara dokunamayız!" buyurdu.1042
MESCİDİ DIRAR
Peygamber Efendimiz, Tebük Seferine hazırlandığı sıradaydı. Kübalı bir grup münafık huzura çıkarak, "Yâ Resûlallah!.. Yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir mescid yapmış bulunuyoruz." dedikten sonra ilâve etmişlerdi: "Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz."1043
Dillerinden dökülen bu cümleler, zahire bakılırsa, masum bir niyetin ifadesi olarak görünüyordu. Ne var ki, içlerinde gizledikleri menhus niyet başkaydı. Maksatları, küçük plânda dahi olsa Müslüman cemaati bölmek, İslâm'ın ilk mescidi olan Küba Mescidinden, inşa ettikleri mescide adam çekip kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı. Bu hususta, bizzat Peygamber Efendimizin "fâsık" diye adlandırdığı Ebû Amir Rahip Abdi Arnr da, kendilerine yardım edeceğine söz vermişti: "Siz, bir mescid yapınız ve içine mümkün olduğu kadar silâh depo ediniz. Ben de Rum Hükümdarı Kayser'e gideceğim. Rumlardan asker getirtip, Muhammed ve ashabını Medine'den çıkaracağım!''1044
Ne var ki, Resûli Kibriya Efendimiz, içlerinde gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple onlara, "Şu sırada Tebük Seferine çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve Allah da dilerse, gelir mescidinizde size namaz kıldırırız." buyurmuştu.1045
Hz. Resûlullah'i çağırmalarındaki asıl maksat, inşa ettikleri mescidin bir nevi kutsîyet ve meşruiyetini tescildi. Bu gerçekleşirse, halkı oraya çekip rneş'um gayelerine âlet etmeleri daha da kolaylaşacaktı.
Hakikati hâlde böyle biır mescide ihtiyaç var mıydı?
Hayır... Ama, münafıklık tohumlarının intişârı için böyle bir yuvaya, böyle bir toplantı yerine kendilerince gerek duymuşlardı.
Nihayet, Tebük Seferi neticelenmiş, Peygamber Efendimiz ashabıyla Medine'ye dönüyordu. Medine yakınında bu münafıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine olan sözünü yerine getirmesini istediler.1046
Fakat, Cenâbı Hakk, onların bu art niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi; işin iç yüzünü, orada Resulüne inzal buyurduğu şu âyetlerle bildirdi:
Ebû Amir, başmünâfık Abdullah b. Übey b. Selül'ün yakın akrabası idi. Câhiliyye devrinde ruhbanlığa özenirdi. Peygamber Efendimize peygamberlik verilince bunu kıskanmaya başladı. Peygamber Efendimiz hicretle Medine'ye gelince, o, etrafına topladığı birkaç adamla Mekke'ye gitti. Bedir Savaşında Müslümanlara karşı savaştı. Bizzat Peygamber Efendimiz ona "Fâsık" adını taktı. Mekke'nin fethinden sonra Şam'a gitti.
"Bir de, zarar vermek, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve bundan önce, Allah ve Resulü ile harbedenin gelmesini beklemek için bir bina yapıp onu mescid edinenler ve 'Bununla, iyilikten başka bir şey kastetmedik.' diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Fakat, Allah şâhid ki, onlar seksiz şüphesiz yalancıdırlar!
"Ey Resulüm!.. Sen, orada (Mescidi Dırar'da) hiçbir zaman namaza durma! Tâ ilk gününden beri temelleri takva üzerine kurulan mescid (Küba Mescidi) içerisinde namaza durman elbette daha lâyıktır. Orada günahlardan ve kirlerden temizlenmeyi seven erler vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.
"Binasını, Allah korkusu ve O'nun rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını, yıkılacak bir yerin kıyısına kurup da onunla birlikte kendisi de Cehennem ateşine çöküp giden kimse mi?..
"Allah, zâlimler güruhuna hidâyet vermez. Onların kurdukları bina, kalblerinde temelli bir şek ve nifaka sebep olacaktır! Meğer ki kalbleri, ölümle parçalanmış olsun!
"Allah, her şeyi bilen, her yaptığını yerli yerince yapandır."1047
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Mâlik b. Duhşum ile Âsim b. Adiyy'i çağırıp şu emri verdi:
"Şu, halkı zalim olan mescide gidiniz; onu yıkınız, yakınız!"1048
Peygamber Efendimizin bu emri derhâl yerine getirildi. Kur'ân'da "Mescidi Dırar [Zarar Mescidi]" olarak vasıflandırılan malûm bina yakılıp yıkıldı.
MEDİNE'YE YAKLAŞIRKEN...
Resûli Ekrem Efendimiz, Medine'ye yaklaştığı sırada, Ashabı Kiram'a hitaben, "Medine'de öyle kimseler vardır ki, sizin gittiğiniz ve geçtiğiniz her yerde ve vadide onlar da sizinle birlikte bulunmuş gibidirler." buyurdu.
Ashabı Kiram, "Yâ ResûlallahL Onlar Medine'de iken nasıl bizimle birlikte olabilirler?" diyerek hayretlerini izhar ettiler.
Peygamber Efendimiz meseleyi izah etti: "Onlar, ancak mazeretleri sebebiyle Medine'de kalmışlardır. Allah Teâlâ, Kitabında, 'Mii'minlerin hepsi, topyekûn muharebeye çıkacak değillerdir. O hâlde, onların her sınıfından yalnız birer zümre muharebeye gitmeli, kimisi de—din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri muharebeden dönüp kendilerine geldikleri zaman, onları Allah'ın azabıyla korkutmaları için— gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki, (bu suretle mü'minler aykırı hareketlerden) kaçınırlar.' (Tevbe, 122) buyurmuyor mu? Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onların duaları, düşmanımıza, silâhlarımızdan daha tesirlidir."1050
Uhud 'a Sevgi
Medine'ye doğru yaklaşırken, bir ara Resûli Ekrem Efendimiz, Uhud Dağına baktı ve, "İşte Uhud Dağı!.. O bizi sever, biz de onu severiz!" buyurdu.1051
Senniyetû 'lVeda 'da Karşılayış
Peygamber Efendimizin gelmekte olduğunu duyan Medine'deki büyük küçük Müslümanlar, yola çıkıp onu Seniyyetû'lVeda denilen tepede karşıladılar. Kadınlar, küçük çocuklar, Hz. Resûlullah'ı tekrar görmenin sevincini yaşıyorlardı. Bu sevinçlerini, "Seniyyetû'lVeda'dan dolunay doğdu üstümüze,/ Yalvaran bulundukça, Allah'a hamdetmek düşer bize!.." diyerek izhar ediyorlardı.1052
Medine 'ye Geliş
Nihayet, Resûli Ekrem Efendimiz, ordusuyla yorucu bir yolculuktan sonra Ramazan ayında Medine'ye geldi.1053
BÜYÜK MUVAFFAKİYET
İslâm Ordusu, Tebük'te kimseyle karşılaşmamıştı. Ancak, böylesine uzun bir yolu en zor şartlar altında katedip düşmanı karşılamaya gitmesi bile büyük bir muvaffakiyetti. Bu sefere çıkış, aynı zamanda o günün en büyük devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğuna açıktan açığa bir meydan okuyuştu. Bu meydan okuyuşa cevap verme cesaretinin gösterilmemesi ise ayrı bir ehemmiyetli mânâyı taşıyordu. Bu, artık İslâm kuvvet ve kudretinin karşısında çıkacak bir gücün bulunmadığının bir ifadesiydi.
DÜNYA BAŞLARJNA DAR GELEN ÜÇ KİŞİ
Ka'b b. Mâlik, Mürare b. Rebi ve Hilâl b. Ümeyye, üçü de samimî, sağlam birer Müslümandı. Fakat üçü de, meşru bir özürleri olmaksızın, sırf ihmalkârlıklarının eseri olarak Tebük Seferine çıkan orduya katılmayıp Medine'de kalmışlardı.
Ka'b b. Mâlik, Ensâr'ın Hazreç Kabilesinden olup, şâirdi. Akabe Bîatında bulunan üç şâirden biriydi. Harblerde kahramanlık duygularını harekete getiren hamasî şiirler söylerdi.
Tebük Seferine kadar Bedir hâriç diğer bütün savaşlara katılmıştı. Hattâ, Uhud günü, her tarafın birbirine karıştığı o dehşetli anda Resûli Kibriya Efendimizi miğferi altında parlayan mübarek gözlerinden o tanıyıp ashaba haber vermiş, onların toparlanması için seslenmişti. O günkü çarpışmada 11 yara da almıştı.1055
Mürare b. Rebi ile Hilâl b. Ümeyye de Ashabı Bedir'den, örnek ahlâk ve fazilet sahibi iki sahabî idi.1056
Neden Katılmamışlardı?
Bu üç kişiden biri olan Ka'b b. Mâlik (r.a.), geri kalışını şöyle anlatır:
"...Resûlullah (a.s.m.), bu savaşı (Tebük Savaşını), meyvelerin olgunlaştığı ve ağaç gölgelerinin altında serinlenme arzusunun şiddetlendiği bir zamanda yaptı. Resûlullah'la beraber bütün Müslümanlar harbe hazırlandılar.
"Ben de onlarla birlikte sefere hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Fakat hiçbir iş görmeden (akşam üzeri) döner, geri gelirdim.
"Ve kendi kendime, 'Hazırlanmaya imkânım, kudretim ve henüz zamanım da var.' derdim. Bu (ihmalcilik) bende durmayıp devam etmişti. Nihayet herkes gerçekten hazırlandı. Ve bir sabah Resûlullah (a.s.m.) ile Müslümanlar sefere çıktılar. Hâlbuki ben, o âna kadar, savaş teçhizatımdan hiçbirini hazırlamamıştım! Yine kendi kendime, 'Bir iki gün sonra hazırlanır, onlara yetişirim!' diyordum.
"Ordu, Medine'den ayrılıp gittikten sonra, hazırlanmak için sabah erkenden kalktım. Fakat, yine eskisi gibi bir türlü hazırlık yapamadım! Bu durumum Müslümanlar gidinceye ve savaş bitinceye kadar böyle devam etti. Binip gitmeyi, onlara yetişmeyi düşündüm—keşke bunu olsun yapsaydım! Fakat (bir türlü) muvaffak olamadım."1057
Geri kalan diğer iki sahabînin de durumları bundan farksızdı. Hiçbiri kötü niyetle geri kalmış değildi. Ancak, ihmalkâr davranmışlar ve ordudan geri kalmışlardı. Bu durum da onların acı bir imtihan ve sıkıntı geçirmelerine sebep oluyordu.
Af Dilemeye Gelmeleri
Resûli Ekrem Efendimiz, henüz Mescidi Saadetlerinde iken bu üç sahabî af dilemeye geldiler. Ne için geri kaldıklarını açık açık anlattılar.
Hz. Ka'b b. Mâlik, af dilemeye gittikleri ânı şöyle anlatır:
"Resûlullah (a.s.m.), sabahleyin geldi. Herhangi bir seferden döndüklerinde önce mescide gider, orada iki rekât namaz kılar, ondan sonra da Müslümanlarla otururdu.
"Yine aynı şekilde iki rekât namaz kılıp Müslümanlarla oturduğunda, harbe iştirak etmemiş olanlar ona gelerek yemin ettiler ve özür beyanında bulundular. Bunlar 80 kadardı. Resûlullah (a.s.m.), onların sözlerine ve zahire bakarak beyan ettikleri Özürlerini yerinde görüp, onlar için Allah'tan af diledi, işin iç yüzünü ve hakikatini Allah Teâlâ'ya havale etti.
"O sırada ben de huzura geldim. Resûlullah'a (a.s.m.) selâm verince, acı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana, 'Gel bakalım.' buyurdu.
"Yürüdüm, önüne oturdum.
"Bana, 'Seni harbten alıkoyan sebep neydi? Sen (Akabe'de) bîat etmiş değil miydin?' buyurdu.
'"Evet, vallahi, yâ Resûlallah!.. Size her hâlü kârda yardım etmeye söz verdim.
"Yâ ResûlallahL Allah'a yemin ederim ki, sizden başka şu dünyada insanlardan herhangi birisinin karşısında otursaydım, alelade bir özür ileri sürerek onun gazabından kendimi kurtarmayı başarırdım! Çünkü, ben, Allah'ın inayetiyle kuvvetli bir natıka sahibiyim. Bugün sana yalan söylesem şu anda beni mazur görürsün; fakat bir gün Allah işin hakikatini bildirirse yine bana kızarsın. Eğer huzurunuzda doğruyu söylersem yine kızacaksınız. Ama ben bu hususta Allah'ın affını diliyorum. Hayır, hiçbir mazeretim yoktu. Şunu da belirteyim ki, hiçbir zaman bu sefere çıkıldığı andaki kadar kuvvetli ve varlıklı da olmamıştım."1058
Resûli Ekrem Efendimiz, Ka'b Hazretlerinin bu konuşmasından sonra, "İşte, bu, doğruyu söyledi! Kalk, git; Allah, senin hakkında bir hüküm verinceye kadar bekle!" buyurdu.1059
Diğer iki sahabî de, Ka'b Hazretleri gibi konuştular. Peygamber Efendimiz, onlara da, gidip, Allah'ın haklarında indireceği hükme kadar beklemelerini söyledi.1060
Görüşme Yasağı
Resûli Ekrem, Allah'ın kendisine vahiyle bildireceği hükme kadar, diğer Müslümanların bu üç kişiyle görüşüp konuşmalarını da yasakladı.1061
Bu yasak üzerine, artık, herkes onlardan kaçıyordu. Görüşmek istedikleri kimseler, hattâ akrabaları bile kendileriyle görüşmek, konuşmak istemiyorlardı; hattâ, selâmlarını bile almıyorlardı. Artık yeryüzü, bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye, ruhlarını sıkmaya, kalblerini sıkıştırmaya başlamıştı.
Ka'b b. Mâlik, bu hazin ve sıkıntılı hâlini ise şöyle tasvir eder:
"Resûlullah (a.s.m.), harbe iştirak etmeyen ben ve diğer iki zâtla Müslümanların konuşmalarını yasakladı. İnsanlar bizden kaçıyorlardı. Bize karşı tutumları başkalaştı. Bu yüzden dünya beni sıkmaya başladı. Dünya, artık tanıdığım o dünya değildi sanki... Bu durumumuz tam 50 gün devam etti.
"İki arkadaşım, kaderlerine rıza göstererek evlerinde oturup günlerini ağlayarak geçiriyorlardı; ben ise, onlardan daha genç ve güçlü idim. Dışarı çıkıyor, Müslümanlarla beraber namaz kılıyor, sokaklarda, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat, bir tek kişi bile benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra sahabîleriyle sohbete başlayan Resûlullah'a (a.s.m.) selâm veriyordum ve kendi kendime, 'Acaba selâm almak için dudakları kımıldadı mı, kımıldamadı mı?' diye soruyordum.
"Sonra Resûlullah'ın (a.s.m.) yakınında namaz kılıyor, yan gözle kendisini kolluyordum. Ben namaza durduğumda Resûlullah bana bakıyor, onun tarafına döndüğüm zaman da benden yüz çeviriyordu."10"
Evet, işte bu üç sahabî, böylesine acı ve ibretli bir imtihana tâbi tutulmuşlardı. Hatta, oldukça ibret vericidir: Hiç kimsenin kendisiyle görüşmek istemediğini gören Ka'b Hazretleri, bir gün amcasının oğlu Ebû Katade'nin yanına varır. Selâm verir. Ebû Katâde onun selâmını almaz. Hz. Resûlullah'ın selâmını almadığı kimsenin selâmını Ebû Katade nasıl alabilir? İsterse en yakın akrabası, isterse öz kardeşi olsun! Ashabı Kiram'm, Hz. Resûlullah'a olan muhabbet ve sadâkatlerinin bariz bir misâlidir bu...
Ka'b b. Mâlik, selâmını almayan Ebû Katade'ye, "Allah için olsun söyle: Allah'ı ve Resulünü ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, değil mi?" diye sorar.
Ebû Katade tek kelime cevap vermez. İkinci kere sorar. Ebû Katade yine tek kelime konuşmaz. Üçüncü sefer soruşunda sâdece, "Allah ve Resulü daha iyi bilir!" diye cevap verir.
Çok sevdiği amcasının oğlu Ebû Katade'den bu cevabı alan Ka'b, tabiî ki gözyaşlarını tutamaz ve gözleri yaşlı yaşlı oradan uzaklaşır.1063
Cebele 'den Ka 'b 'a Gelen Mektup
Henüz Ka'b ve arkadaşları Allah'ın Resulü ve Müslümanların kendilerine karşı tatbik ettikleri her türlü boykottan kurtulmuş değillerdi. Bu sırada Gassan Hükümdarı Hıristiyan Cebele b. Eyhem'den kendisine bir mektup geldi. Mektupta kendisine hitaben şöyle deniliyordu:
"Haber aldığıma göre, sahibin (Hz. Peygamber) sana cefa ve eza ediyormuş! Allah, seni hakaret görecek ve hakkın zâyî olacak bir mevkide (tahkir ve tezlil için) yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana sânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz."1064
Hz. Ka'b, mektubu okuyunca, kendi kendine, "Bu da bir başka imtihandır." dedi ve mektubu ânında yırtıp yakarak1065 Hz. Resûlullah'a olan sadâkatini bir kere daha ortaya koydu.
Bir Yasak Daha...
Ka'b (r.a.) ve iki sahabînin tutuldukları imtihan, çilelerinin 40. günü bittikten sonra daha da şiddetlendi. Resûli Ekrem Efendimiz, onlara şu haberi gönderdi:
"Bundan böyle hanımlarına da asla yakışmayacaklardır!"
Bu emri alan Hz. Ka'b, hanımına, "Bu hususta Allah'ın hükmü gelinceye kadar, git, babanın evinde otur, kal!" diye emretti.1067
Gerçekten, Ka'b b. Mâlik ile diğer iki sahabî Mürare b. Rebi ve Hilâl b. Ümeyye, çok çetin imtihanlara tâbi tutuluyorlardı ve bu imtihanlarla Allah'a ve Resulüne karşı olan sadâkatlerinin derecesi ölçülüyordu. Görüldüğü gibi, onlar da kendilerine yakışan sadâkati göstermekte asla tereddüt göstermiyorlardı.
Sahabî Kadındaki Feraset
Üç kişiden biri olan Hilâl b. Ümeyye, hizmetini kendisini göremeyecek kadar yaşlıydı. Bu muameleye mâruz kalışından dolayı durmadan ağlıyordu. Yemiyor, içmiyordu. İçtiği bir yudum su veya birazcık süt idi.
Kendisine bu emir tebliğ edilince, hanımı, çıkıp, Hz. Resûlullah'ın huzuruna geldi.
"Yâ Resûlallah!.." dedi, "Hilâl b. Ümeyye, kendi işini göremeyecek kadar yaşlanmış bir ihtiyardır. Hizmet edecek kimsesi de yoktur. Acaba, sâdece ona hizmette bulunmama müsaade eder misiniz?"
Resûli Ekrem Efendimiz, "Kendine yaklaştırmamak şartıyla, hizmet edebilirsin." buyurdu.1068
Kadın sahabî, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Vallahi, onun ne bana, ne de hiçbir şeye doğru kımıldayacak hâli var! Vallahi, bu muameleye mâruz kalışından beri de durmadan ağlıyor; gözlerini kaybedeceğinden korkuyorum!"
BEKLENEN HÜKÜM
Nihayet, bu üç sahabînin çektikleri çilenin 50. günü tamamlanmıştı. Cenâbı Hakk, Resulüne onlar hakkındaki hükmünü göndererek şöyle buyurdu:
"Geri bırakılan üç kişiyi de Allah bağışladı! Çünkü, o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıkmıştı ve Allah'tan kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla olduğunu anlamışlardı. Bundan sonra Allah, onları, tevbekâr olmaya muvaffak kılıp tevbelerini kabul buyurdu, şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edicidir, çok merhametlidir."1070
Müjdeleniyorlar!
Cenâbı Hakk'ın, kendilerini affetmiş olduğunu bildirmesiyle, bu üç zâtın 50 gün süren acı ve ızdıraplı imtihanı bitmiş oluyordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra, Cenâbı Hakk'ın, malûm üç kişinin tevbelerini kabul buyurduğunu, Ashabı Kiram'a bildirdi.
Bunun üzerine, Zübeyr b. Avvam (r.a.), atına atlayarak son sür'at Ka'b b. Mâlik'i, Said b. Zeyd ise Hilâl b. Ümeyye'yi müjdelemeye gitti.
O sırada Ka'b b. Mâlik evinde oturuyordu. Düşünceliydi. Dünya bütün genişliğine rağmen ona dar geliyor ve ruhunu âdeta tutmuş, sıkıyordu. Tam bu esnada Hz. Zübeyr yetişip müjdeyi verince, birden secdeye kapandı. Artık, üzerindeki bütün sıkıntılar gitmişti. O küçücük evi sanki bir dünya gibi genişlemişti. Ruhundaki sıkıntı, yerini ferah ve sürura terketmişti. Sevincinden üzerindeki elbisesini çıkarıp Hz. Zübeyr'e giydirdi.
Tevbesinin kabul olunduğunu duyan Hilâl b. Ümeyye de, derhâl secdeye kapandı. Uzun süre başını secdeden kaldırmadı. Müjdeyi veren sahabî der ki:
"Sevincinden can verdiğini sandım!"
Mürare b. Rebi'i de bir başka sahabî müjdeledi.
Ka 'b, Peygamberimizin Huzurunda
Ka'b b. Mâlik, bizzat gidip tevbesinin kabul olunduğunu bir kere de Resûli Ekrem Efendimizden öğrenmek istiyordu. Bunun için Mescidi Nebevî'nin yolunu tuttu. Her gören ona, "Allah, tevbeni kabul etti; müjdeler olsun sana ey Ka'b!.." diyordu.
Ka'b, mescide vardı; selâm verip, Hz. Resûlullah'ın huzurunda diz çöktü. Resûli Ekrem Efendimizin de yüzü sevinçten gülüyordu. Ka'b'ın selâmını tatlı bir tebessümle birlikte aldı. Sonra da, "Müjde, ey Ka'b!.. Bugün, annenden doğduğun günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı, en mes'ududur!" diye buyurdu.
Ka'b b. Mâlik, "Yâ Resûlallah!.. Bu müjde senden mi, yoksa Allah'tan mı?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Benden değil, doğrudan doğruya Allah katından." diye buyurdu.1072
Manevî sıkıntıdan kurtulan Ka'b, son derece memnun ve mesrurdu. "Yâ ResûlullahL Tevbem kabul olunduğu için Allah ve Resulü yolunda sadaka olarak malımı dağıtmak istiyorum!" dedi.
Peygamber Efendimiz bu teklife, "Malımın bir kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır."1073 cevabını verdi.



Hicretin 10. Yılı
Hicretin 10. Senesindeki Mühim Bazı Hadiseleri - 1
HZ. İBRAHİM'İN VEFATI
(Hicret'in 10. senesi Rebiülevvel ayının 10. günü Salı)
Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocuklarına karşı âdeta bir şefkat ve sevgi deryasıydı.
Hz. Hatice'den dünyaya gelen üç oğlu Kasım, Abdullah ve Tâhir'i, henüz Mekke'de iken ve bebek yaşta ebedî âleme u-ğurlamıştı. Onların ebedî âleme göçüyle mübarek kalbleri oldukça teessür duymuştu. Fakat, Hz. Mâriye'den sevgili oğlu İbrahim'in dünyaya gelişi onu bir derece tesellî ediyordu. Bu sebeple, bu biricik oğlunu fazlasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.
Evet, şefkat, "rahmet-i İlâhiyye'nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilverindendir." Şefkatin en şirini de evlâda karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenâb-ı Hakk'ın, anne babaya muvakkaten teslim edilmiş bir emanetidir.
İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, her emanet gibi, bu emanete karşı da gereken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.
Hz. İbrahim, 16 ayına henüz ayak basmıştı.
Bu sırada Peygamber Efendimiz, onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.
Peygamber Efendimiz, hasta yatan nur topu oğlunun gözlerinde eski parlaklığı ve hareketli bakışları göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sakin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yolcu olduğunu âdeta ifade etmek istiyordu.
Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak, "Allah'ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim?.." diye buyurdu.
Az sonra İbrahim, fâni dünyaya gözlerini yumdu.
Bu esnada Efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.
Hz. Abdurrahmân b. Avf, "Yâ Resûlallah!.. Siz de mi ağlıyorsunuz? Böyle ağlamaktan halkı menetmemiş miydiniz?" deyince, Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ey İbn-i Avf!.. Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan iki ağlayış ve bağırışı yasakladım: Nîmete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musibet ve felâket sırasındaki bağırışiyla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmaktan... Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acımadan ibarettir. Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!""20
"Göz Ağlar, Kalb Üzülür. "
Peygamber Efendimiz, yukarıdaki dersinden sonra da gözyaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca, "Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz."1'21 buyurdu ve ilâve etti: "Vallahi, ey İbrahim!.. Senin ayrılığın, bizi fazlasıyla mahzun et-
tjt»1122
Bir erkek evlâda doyamamanin hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak, "Ey dağ!..
Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak, yıkılmış, gitmiştin! Fakat, biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lil-lah ve innâ ileyhi raciûn.""123
Kabri Başında
Teçhiz ve tekfininden sonra, en mutena ve mübarek eller ü-zerinde Hz. İbrahim Bakî Mezarlığına götürüldü. Efendimiz orada cenaze namazını kıldırdı.
Kabir hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz, kabirde bir delik gördü. Kabri kazanın dikkatini çekti ve oranın kapatılmasını emretti.
Kabirci, "Yâ Resûlallah!.. O delik mevtaya ne zarar verir, ne de fayda!.." deyince, Kâinatın Efendisi şu dersi verdi:
"Evet, o, ölüye fayda da vermez, zarar da; ancak, dirinin gözüne zarar verir, onu rahatsız eder! Allah, kul bir iş yapınca onu mükemmel yapmasını ister."1124
Bundan sonra Hz. İbrahim kabre kondu. Resûl-i Kibriya E-fendimiz, mübarek elleriyle gözyaşları arasında kabrin üzerine toprak serpti, su serpti.
Peygamberimizin Müslümanları ikazı
Hz. İbrahim'in vefat ettiiği gün güneş tutulmuştu.
Halk bunun, onun vefatıyla ilgili olduğunu sanarak, "İbrahim'in ölümü sebebiyle güneş tutuldu!" dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerife vardı ve Allah'a hamd ve senadan sonra Ashab-ı Kiram'a şu dersini verdi:
"Ey insanlar!.. Biliniz ki, güneş ve ay, Allah'ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescidlere sığınınız; onlar açılıncaya kadar da Allah'a dua ediniz, namaz kılınız!"1125
BİR İŞARET
Hz. İbrahim'in ölümüyle Peygamber Efendimizin çocuklarından sâdece kızı Fâtıma hayatta kalmış oluyordu. Bu da onun neslinin hikmete binâen erkekten değil, kadından devam edeceğinin ifadesiydi. Böylece, "Muhammed, erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; fakat o, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur."112" âyet-i kerîmesinin işarî mânâsı da anlaşılmış oluyordu: "Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiyeyi fehmeder ki: Peygamber'in (s.a.v.) evlâd-ı zükûru [erkek çocukları], rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli bir hikmete binâen kalmayacaktır. Yalnız 'rical' tâbirinin ifadesiyle nisanın [kadınların] pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd, Hz. Fâtıma'nm (r.a.) nesl-i Mübâreki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurânî silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet'in manevî ve maddî neslini idame ediyorlar."
HALID B. VELID İN NECRAN'A GÖNDERİLMESİ
(Hicret 'in 10. senesi Rebiülevvel ayı / Milâdî 631)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu tarihte Hz. Hâlid b. Velid'i 400 mücâhidle Yemen civarındaki Necran'da oturan Haris b. Ka'b Oğullarına gönderdi."28
Resûlullah'ın Hâlid b. Velid'e emri şöyleydi:
"Onları üç gün İslâm'a davet et. İcabet ederlerse, gerekeni yap; şayet icabet etmekten kaçınırlarsa, onlarla savaş!""20
Hz. Hâlid, emrindeki mücâhidlerle Necran yakınına vardı. Birkaç taraftan süvari elçiler göndererek Haris b. Ka'b Oğullarını üç gün üst üste İslâmiyete davet etti. Necran halkı, sonunda davete icabet ederek Müslüman oldu.1130
Bunun üzerine, Hz. Hâlid, İslâm'ın ahkâmını öğretmek üzere aralarında bir müddet kaldı. Sonra da durumu Resül-i Ekrem Efendimize bir mektupla bildirdi. Mektubunda, ne yapması gerektiğini de soruyordu.
Peygamberimizin Hz. Hâlid'e Cevabı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hâlid'in mektubuna şu cevabı yazıp gönderdi:
"Resûlullah Muhammed'den Hâlid b. Velid'e... "Allah'ın selâmı üzerine olsun!
"Senden (yaptığından) dolayı, Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a hamdederim!
"Elçinin getirdiği mektubunu aldım. Mektubunda, Haris b. Ka'b Oğullarının karşı koymadan Müslüman olduklarını, tek bir şeriki olmayan Allah'a îman ettiklerini, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehâdet getirdiklerini, Allah'ın onları doğru yola hidâyet ettiğini haber veriyorsun!
"Onları, Allah ve Resulünün emirlerine göre hareket ettikleri takdirde, âhiret nîmetleriyle müjdele; aykırı hareket ettikleri takdirde, âhiret azabıyla korkut!
"Artık dön, gel! Onların elçileri de seninle birlikte gelsin! "Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerine olsun!"1131
Hâlid b. Velid'in, Benî Haris Heyetiyle Medine'ye Gelmesi
Resûl-i Ekrem Efendimizin emri üzerine Hz. Hâlid, Haris b. Ka'b Oğullarından bir heyetle Medine'ye geldi. Elçiler, Hz. Resûlullah'ın huzuruna çıkıp Müslüman olduklarını haber verdiler.
Peygamber Efendimiz, Benî Haris b. Ka'blara, elçiler arasında bulunan Kays b. Husayn'ı vali ve kumandan tâyin etti.
Elçiler, Medine'de bir müddet kaldıktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizin verdiği hediyelerle yurtlarına döndüler."
MÜSLÜMAN BELDELERE VALİ VE ZEKAT MEMURLARI GÖNDERİLMESİ
Hicret'in 10. senesinde İslâm güneşi birçok beldede bütün haşmetiyle parlamaya başlamıştı. Bu sırada Peygamber Efendimiz, İslâmiyetin yayıldığı bütün beldelere valiler ve zekât, sadaka tahsil memurları gönderdi. Necran, Hadramut, San'a, Kinde, Sadif, Yemen, Zebid, Rima, Aden, Sahil, Cened [Yemen], vali ve zekât tahsil memurlarının gönderildikleri yerler arasındaydı."33
Muaz b. Cebel 'in Yemen 'e Gönderilişi
Peygamber Efendimiz, Müslüman beldelere vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıradaydı.
Bir gün, sabah namazından sonra cemaate dönerek, "İçinizden hanginiz Yemen'e gider?" diye sordu.
Hz. Ebû Bekir istekli çıktı; "Ben giderim, yâ Resûlallah!.." dedi.
Peygamber Efendimiz, hiçbir cevap vermeyip sustu. Az sonra tekrar, "Hanginiz Yemen'e gider?"' diye sordu.
Bu sefer Hz. Ömer ayağa kalktı; "Ben giderim, yâ Resûlallah!.." dedi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Faruk'a da cevap vermeyip sustu.
Bir müddet bekledikten sonra tekrar, "İçinizden Yemen'e kim gider" diye sordu:
Muaz b. Cebel (r.a.) kalkıp, "Yâ Resûlallah!.. Ben giderim!" dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Ey Muaz!.. Bu vazife senindir!" buyurdu.
O sırada Yemen, üç valiliğe ayrılmıştı. Hz. Muaz, valiliklerin en büyüğü olan Cened Valiliğine tâyin edilmişti. Orada kadılık yapacak, halka İslâmiyeti, Kur'ân-ı Kerîm okumayı öğretecek, Yemen ülkesinde tahsil edilen zekât ve sadakaları da vazifelilerden teslim alacaktı.
Hz. Muaz, Medine'den ayrılacağı sırada Peygamber Efendimiz ona, "Sana herhangi bir dâva halli için getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?" diye sordu.
Hz. Muaz, "Allah'ın Kitabındaki hükümlerle hüküm veririm!" dedi.
Resûl-i Ekrem, "Eğer Allah'ın Kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin?" diye sordu.
Hz. Muaz, "Resûlullah'ın sünnetine göre hüküm veririm." dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer, "Resûlullah'ın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?" diye sordu.
Hz. Muaz, "O zaman, kendi görüşüme göre ictihad eder, hüküm veririm!" dedi.
Peygamber Efendimiz, bundan son derece memnun oldu. Bu memnuniyetini, "Allah'a hamdolsun ki, Resûlullah'ın elçisini, Resûlullah'ın razı olduğu şeye muvaffak kıldı!" buyurarak izhar etti."
Peygamberimizin Emir ve Tavsiyeleri
Yola çıkacağı sırada ise Peygamber Efendimiz, Hz. Muaz'a şu emir ve tavsiyelerde bulundu:
"Sen, Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları, bir olan Allah'a îmana ve benim de Resûlullah olduğuma şehâdete davet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah'ın her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Eğer bunu da kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek zekâtı farz kıldığını bildir. Eğer bunu kabul ederlerse, sakın mallarının en kıymetlilerini alma! Mazlumun duasından sakın; çünkü, bu dua ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur.""35
Bu sırada Muaz b. Cebel Hazretleri de, Efendimizden bazı tavsiyelerde bulunmasını istedi:
"Yâ Resûlullah!.. Bana tavsiyelerde bulun."
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Her ne hâlde ve nerede olursan ol, Allah'tan kork!" buyurdu.
Hz. Muaz, "Yâ Resülallah!.. Bana biraz daha tavsiyede bulun." dedi.
Peygamber Efendimizi bu sefer, "Günahın arkasından hemen haseneyi [iyilik ve hayır] yetiştir ki, onu yok etsin!"
Hz. Muaz, "Yâ Resülallah!.. Bana tavsiyeni artır." diye dileğini tekrarladı:
Peygamber Efendimiz, "İnsanlara, güzel ahlâkla muamele et!" buyurdu."
Resûl-i Ekrem Efendimizin, Hz. Muaz ve beraberinde gönderdiği Ebû Musa el-Eş'arî'yi uğurlarken de son tavsiyesi şu oldu:
"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin; ihtilâfa düşmeyin!"
HZ. ALİ'NİN YEMENE GÖNDERİLMESİ
(Hicret 'in 10. senesi Ramazan ayı / Milâdî 631)
Bu tarihte, Peygamber Efendimiz, Hz. Ali'ye, Yemen' de bulunan Mezhiclere gidip onları Islâmiyete davet etmek vazifesini verdi. Hz. Ali'yle birlikte 300 süvari vardı."38
Peygamber Efendimiz, uğurlayacağı sırada Hz. Ali, "Yâ Resûlallah!.. Nasıl yapacağım?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Onların sahalarına girinceye kadar yürü; mıntıkılarına girince, onları 'Lâ ilahe İllallah.' demeye davet et. Eğer, 'Lâ ilahe İllallah.' derlerse, onlara namazı emret. Zekâtlarını da alarak, fakirlerine dağıt. Başka bir şey de isteme. Şunu da bil ki, Allah'ın senin vasıtanla bir kimseye hidâyet ihsan etmesi, sana, üzerinde güneşin doğduğu her şeyden Allah'ın yanında daha hayırlıdır. Onlar seninle çarpışma-dıkça da sen onlarla çarpışma!""39 diye buyurdu.
Hz. Ali, bu emir üzerine, maiyetindeki mücâhidlerle Yemen mıntıkasına vardı. Kendisini karşılayan halkı Müslüman olmaya çağırdı. Halk, icabet etmeyip karşı koydu.
Bunun üzerine Hz. Ali, ordusunu düzene soktu ve onlarla çarpıştı. Mücâhidlere karşı duramayan düşman, sonunda davete icbet etmeye mecbur kalıp, Müslüman olmayı kabul etti.
Reislerinden bazıları gelerek Müslüman olduklarını, bu arkalarında bulunan kabilelerinin de temsilcileri bulunduklarını bildirdiler. Zekâtlarını da getirip Hz. Ali'ye teslim ettiler.
Hz. Ali daha sonra, Veda Haccı sırasında gelip Peygamberimize kavuştu."



Hicretin 10. Senesindeki Mühim Bazı Hadiseleri 2
ESVEDİ ANSÎ'NİN, NÜBÜVVET DAVASIYLA ORTAYA ÇIKIŞI
Peygamber Efendimizin Veda Haccından sonra, etraftan gelen Müslümanlar memleketlerine dönmüşlerdi. Aldıkları talimatları memleketlerine götürmüşler, halka onları anlatmışlardı.
Veda Haccı esnasında inen Mâide Sûresinin üçüncü âyeti kerîmesi, dinin kemâle erdiğini beyan ediyordu. Bu, Resûli Kibriya Efendimizin aynı zamanda vefatının da yakınlaştığının ifadesi oluyordu. Bunu bir kısım Müslüman sezmişti. Veda Haccından sonra Peygamber Efendimizin hastalanması ise buna kuvvet vermişti.
Bu esnada Araplardan bazı kimseler peygamberlik dâvasına kalkıştı.
Bunların ilki, Benî Ans Kabilesinden Esvedi Ansı diye tanınan Abhele b. Ka'b idi. Kâhin ve hokkabaz bir adamdı; sözleriyle halkı tesir altına alırdı."61
Yemen'de ortaya çıkan bu adam, peygamber olduğunu ve meleklerin kendisine vahiy getirdiğini iddia etmeye başladı. Birtakım yalan, dolan ve hilelerle Yemen ahalisinden birçok kimseyi aldattı. Necran halkı da ona tâbi oldu. Daha sonra San'a'ya gidip orayı da zaptederek fesad ve irtidat dairesini genişletti.
Yemen'de bulunan Müslüman vali ve memurlar orayı terk etmek durumunda kaldılar. Hz. Muaz b. Cebel, Ma'rib' de bulunan Ebû Musa elEş'arî Hazretlerinin yanına gitti. Daha sonra ikisi oradan Hadramut'a gittiler.
Resûli Kibriya Efendimiz, durumu haber aldı; Yemen'deki Müslümanlara, "Her nasıl olursa olsun Abhele'nin hakkından geliniz!" diye haber gönderdi."64
Yemen'deki Müslümanlar bu emir üzerine harekete geçtiler; sonunda, onu evinde öldürdüler. Esved'in öldürüldüğü haberi, Medine'ye, Peygamber Efendimizin vefatından bir gün önce, Pazar günü ulaştı. Yalancı Esved'in öldürülmesinden sonra Müslüman vali ve memurlar tekrar Yemen'e döndüler.
MÜSEYLİMEİ KEZZABIN PEYGAMBERLİK İDDİASIYLA ORTAYA ÇIKIŞI
Yine, Hicret'in 10. senesinde, Müseylimei Kezzab, Yemame'de peygamberlik dâvasına kalkıştı.
Müseylime, daha önce Benî Hanife temsilcileriyle Medine'ye gelerek Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. Yemame'ye dönünce irtidat etti."65
İrtidat ettikten sonra Müseylime, Peygamberimize ortak olduğunu iddia etmeye ve yaymaya başladı. Kısa zamanda hokkabazlık ve sihirbazlığıyla Benî Hanif ve Yemame halkından birçok kimseyi kandırıp etrafına topladı. Hattâ, bir ara Kur'ânı Kerîm'i bile taklide kalkıştı! Birtakım gülünç sözler dizip Kur'ân diye okurdu. Uydurduğu lâflardan bazıları şunlardı:
"Fil nedir? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi?
"Onun hurma lifinden ip gibi kuyruğu ve uzun hortumu vardır. Bu, Rabbimizin yarattıklarından azıcığıdır!"
Museylime'yi gülünç duruma sokan bir başka sözü ise şuydu:
"Ey kurbağa kızı kurbağa!.. Ne diye nak nak, vak vak edip duruyorsun!
"Üstün suda, altın balçıkta! Sen, ne suyu bulandirabilirsin, ne de içene mâni olabilirsin! Yarasa, sana ölüm haberini getirinceye kadar yerde bekle!"
Peygamber Efendimiz, Necid diyarında bulunan Müslümanlara da haber göndererek, Müseylimei Kezzab'ın hakkından gelmelerini emir buyurdu.
Resûli Kibriya Efendimizin ebediyet âlemine irtihalinden sonra, Hz. Ebû Bekir, Hâlid b. Velid komutasında Müseylime'nin üzerine bir ordu gönderdi. Vahşî b. Harb, Hz. Hamza'yı şehid ettiği harbesiyle onu öldürdü.



Veda Haccı
(Hicret 'in 10. senesi Zilhicce ayı / Milâdî 632 Mart) Hicret'in 10. yılı Zilkade ayı idi.
Bu tarihte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, hacc için hazırlandı. Medine'deki Müslümanlara da haccetmek üzere hazırlanmalarını emir buyurdu. Ayrıca, Medine dışındaki Müslümanlara da bu maksatla hazırlanıp Medine'de toplanmaları için haber gönderdi.
Bu haber üzerine, haccetmek arzusunda olan binlerce Müslüman, Medine'ye akın etmeye başladı. Çok geçmeden, Medine, îman ve İslâm'ın nuruyla münevver sımalarla dolup taştı. Medine etrafında çadırlar kuruldu.
Müslümanlar eşsiz bir bayram sevinci yaşarken, Resûl-i Kibriya Efendimiz de, tebliğ ettiği azametli dâvanın muazzam neticesini görmenin huzur ve saadeti içinde Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükrediyordu.
Medine 'den Ayrılış
Zilkade ayının çıkmasına beş gün vardı. Günlerden Cumartesi idi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine'de yerine Ebû Dücane es-Saidi'yi vekil bıraktı."41 Hâne-i Saadetinde yıkandı. Güzel kokular süründü. Yeni elbiseler giydi. Öğleye doğru Hâne-i Saadetinden çıkıp Mescid-i Şerife gitti. Öğle namazını kıldırdı.1142
Fahr-i Âlem Efendimiz, etrafını nurânî halkalar hâlinde sarmış olan 100 bini aşkın Miislümanla birlikte Medine'den hareket ederek Zülhuleyfe mevkiine vardı. Geceyi, muazzam ce-maatiyle burada geçirdi.
Ertesi günü, öğle namazını burada eda ederek ihrama girdi ve her biri insanlık âleminin birer yıldızı olan sahabîleriyle birlikte Mekke-i Mükerreme'nin yolunu tuttu.
Fahr-i Âlem Efendimiz, devesi Kasva'nın üzerinde idi. Yüz bini aşkın sahabî, o Manevî Güneşin etrafında yörüngelerini kaybetmeyen gezegenleri andırıyordu. Dillerde telbiye vardı: "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerike leke leb-beyk! Innelhamde venni'mete leke velmülk. Lâ şerîke lek."
Sanki yeryüzü bir ağız olmuş, aynı "telbiye"yi yüz binler dille tekrarlıyordu. Fahr-i Âlem Efendimiz ve sahabîlerin sevinç ve heyecanına âdeta yer ve gök iştirak ediyordu.
MEKKE'YE VARIŞ
Tarih, Zilhicce ayının dördü, Pazar günü, sabahın erken saatleri...
Fahr-i Kâinat Efendimiz, etraftan gelenlerin de katılmasıyla 100 bini aşan Müslüman hacılarla Mekke'ye, üst kısmından, Senniyetü'l-Keda mevkiinden girdi.1143 Kâbe-i Muazzama'yı görünce, "Yâ Rabbi!.. Bu muazzam mabedin azamet, şeref, keramet ve mehabetini artır." diye dua etti.
Bundan sonra Efendimiz, Beytullah'a vardı. Hacerü'1-Es-ved'i istilâm etti* ve o köşeden Kâbe-i Muazzama'yı tavafa başladı. Tavafın ilk üç devresinde adımlarını kısaltıp omuzlarını silkelemek suretiyle hızlı ve çalımlı yürüdü; kalan dört devresini ise ağır ağır yürüyerek tavafını tamamladı.
Kabe'nin etrafını yedi defa dolaşarak tavafı tamamladıktan sonra Makam-ı İbrahim'e vardı. Orada iki rekât namaz kıldı."45 Sonra tekrar dönüp Hacerü'l-Esved'i istîlâm etti. Bu esnada Hz. Ömer'e, "Ey Ömer!.. Sen, güçlü kuvvetlisin. Hacerü'1-Es-ved'e yetişmek için başkasına omuz vurma! İnsanları, güçsüzleri rahatsız etme! Eğer, tenha bulursan onu istîlâm et; yok tenha bulamazsan, uzaktan el sürüp öpme işareti yap ve Keli-me-i Tevhid oku, tekbir getir." diye buyurdu."46
Peygamberimizin Sa 'y Edişi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bundan sonra Safa Tepesine çıktı. Orada Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükrünü takdim etti. Buradan inerek Safa ve Merve arasında yedi kere sa'y etti.
Mina 'ya Gidiş
Mekke'de Pazar, Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri kalan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Perşembe günü Mina'ya gitti. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada cemaatle eda etti. Geceyi orada geçirdi. Zilhicce'nin dokuzu Cuma günü sabah namazını eda ettikten sonra Mina'dan Arafat'a doğru hareket etti.'147
İstîlâm, Hacerû'l-Esved'e elle dokunmak yahut onu öpmek, bunlar mümkün değilse karşıdan el sürme işareti yapmak demektir.
Ashab-ı Kiram'in getirdiği telbiye ve tekbirlerle âdeta yer gök çınlıyordu.
VEDA HUTBESİ
Arafat'ta Allah'a hamd ve senadan sonra hususî olarak o sırada hazır bulunan 100 bini aşkın (120 bin) sahabîye, umumî olarak da bütün Müslümanlara, bütün insanlığa, değişmez, eskimez ölçüler ihtiva eden şu hutbesini îrad buyurdu:
"Ey insanlar!.. Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım!
Arafat Meydanı ve Nemire Mescidi
"İnsanlar!.. Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.
"Ashabım!.. Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak mes'ul olacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
"Ashabım!.. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır! Lâkin, borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Câhiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır! İlk kaldırdığım faiz de, Abdûlmuttâlib'in oğlu (amcazadem) Abbas'ın faizidir.
"Ashabım!.. Câhiliyyet devrinde güdülen kan dâvaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvası, Abdûlmuttâlib'in torunu (amcazadem) Rebia'mn kan davasıdır.
"Ey İnsanlar!.. Bugün Şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurmak gücünü ebedî surette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
"Ey insanlar!.. Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız onların, aile yuvasını, sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa, onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre her türlü yivim ve giyimlerini temin etmenizdir.
"Ey mü'minler!.. Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız; o emanet, Allah'ın Kitabı Kur'ân'dır.
"Müminler!.. Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman, Müslümanın kardeşidir, böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinizin herhangi bir hakkına tecavüz, başkasına helâl değildir. Meğer ki gönül hoşluğuyla kendisi vermiş olsun.
"Ashabım!.. Kendinize de zulmetmeyiniz; kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
"Ey insanlar!.. Cenâb-ı Hakk, her hak sahibine hakkını (Kur'ân'da) vermiştir. Vârise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına âit soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların bedduasına uğrasın! Cenâb-ı Hakk, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şehâdetlerini kabul eder.
"Ey insanlar!.. Rabbiniz birdir; babanız da birdir. Hepiniz, Âdem'in çocuklarısınız; Adem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Arab'ın Arap olmayana—takvadan başka—bir üstünlüğü yoktur.
"İnsanlar!.. Yarın beni sizden soracaklar! Ne diyeceksiniz?
'"(Allah'ın elçiliğini îfa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun) diye şehâdet ederiz.' (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şehâdet parmağını kaldırarak, sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu:)
"Şâhid ol yâ Rab!.. Şâhid ol yâ Rab!.. Şâhid ol yâ Rab!.."
Cebel-i Rahme
Öğle ve İkindi Namazlarının Beraber Kılınışı
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bütün insanlığa en yüksek ve kutsî bir ders olan Veda Hutbesini sona erdirdiği sırada, Hz. Bilâl-i Habeşî öğle ezanını okumaya başladı. Resûl-i Kibriya Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, huşu içinde susup ezanı dinlediler. Ezan bitince, Hz. EJilâl kamet getirdi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, o muhteşem cemaate imam olup önce öğle namazını kıldırdı. Sonra yine karnet getirilerek ikindi namazını kıldırdı. Böylece Efendimiz, bir ezan iki kametle iki vaktin namazını birleştirdi.
İlk İşaret
İkindiden sonraydı; vakit, akşama yakındı. Resûl-i Kibriya Efendimiz, devesi Kasva'nın üzerindeydi. Bu sırada şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"İşte bugün, sizin için dininizi kemâle erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti seçip kabul ettim!"1150
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu âyeti okuyunca, Ashab-ı Kiram son derece sevinip ferah duydular. Sâdece biri ağlıyordu: Hz. Ebû Bekir... Sahabîler buna bir mânâ veremediler. Sordular, şu cevabı aldılar:
"Bu âyet, Resûlullah'ın (a.s.m.) vefatının yakın olduğuna delâlet ediyor; onun için ağlıyorum!""51
Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) söylediği ve anladığı sır, doğru idi. Zîra bu âyet, Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyadan göç zamanının yaklaşmış olduğuna ilk işaret idi. Çünkü, teklif ve tebliğ edilmesi gereken şeyler bittiğine göre, teklif ve tebliğ edenin vazifesi de son bulacak demekti.
Aynı sırrı Hz. Ömer'in de idrak ettiğini, kaynaklar zikrederler."
Arafat 'tan Müzdelife 'ye...
Cuma günü, güneş battıktan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimiz, devesi Kasva'nm üzerinde, terkisinde Üsame b. Zeyd olduğu hâlde, Arafat'tan Müzdelife'ye geldi. Bu sırada akşam namazı vakti çıkmış, yatsı vakti girmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir ezan, iki kametle önce akşam, arkasından yatsı namazını kıldırdı."53
Müzdelife 'den Mina 'ya...
Peygamber Efendimiz, Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan geceyi Müzdelife'de geçirdi. Cumartesi günü sabah namazını orada eda ettikten sonra Meş'ar-ı Haram'a geldi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabına, "Cemre'de atılacak u-fak taşları toplayınız." diye emretti ve taşların nasıl atılacağını gösterdi.
Sonra, Akabe Cemresine birer birer yedi ufak taş attı. Her taş atışında "Allahü ekber!" diyerek tekbir getiriyordu. Bu arada, Ashab-ı Kiram da aynı şekilde Cemre taşlarını atıyorlardı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Akabe Cemresine yedi taşı attıktan sonra Mina'ya döndü.
Kurban Kesme
Resûl-i Kibriya Efendimiz, oradan kurban kesme yerine gitti. Ömr-ü Saadetlerinin her bir senesi için bir kurban olmak üzere 63 kurbanı bizzat mübarek elleriyle kesti."54 Saçlarını tıraş Cemre, kendisiyle teyemmüm etmek caiz olan küçük taş veya toprak parçaları veyahut da taş demektir. Mina'da üç küçük taş kümesi vardır: Cemre-i U-lâ, Cemre-i Vusta ve Cemre-i Akabe...
ettirdi. Kesilen saçlarım hâtıra olsun diye sahabîlerine birer ikişer dağıttı. Bu da, ashabından ayrılığın yaklaştığına işaretti. Ayrıca, "Ey insanlar!.. Haccın usûl ve erkânını benden öğreniniz. Bilmem, ama belki bundan sonra burada benimle görüşemezsiniz." buyurarak da bu işareti kuvvetlendirdi.
Hz. Hâlidb. Velid'in, Efendimizin Alın Saçını Alması
Resûl-i Ekrem Efendimizin saçının ön kısmı tıraş edildiği sırada, Hz. Hâlid b. Velid, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Alnın üzerindeki saçtan bana ver!"
Peygamber Efendimiz, isteğini kabul etti ve kendisine saçının ön kısmından birkaç tel verip, hayatında devamlı muzaffer olması için dua etti. Hz. Hâlid, mübarek saçları alıp gözüne sürdü, sonra da külahının önüne yerleştirdi.
Resûl-i Ekrem Efendimizin o saç ve duasının bereketi hürmetine Hz. Hâlid, girdiği her harbten muzaffer çıkmıştır. Nitekim, kendi de, "Ben, onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu."1155 demiştir.
Peygamberimizin İfaza Tavafı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden önce İfaza [Ziyaret] Tavafını yapmak üzere Kâbe-i Muazzama'ya gitti; Müslümanlara da gitmelerine emir buyurdu. Tavafını yaptıktan sonra öğle namazını kıldı. Zemzem kuyusundan su içti."56
Resûl-i Ekrem Efendimiz, o gün akşama doğru Mina'ya döndü.
Peygamberimizin İkinci ve Üçüncü Gün Cemrelerini Atışı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kurban bayramının ikinci ve ü-çüncü günü, güneş batıya doğru eğildiği zaman yaya olarak Mina Mescidinden sonraki İlk Cemre'nin yanına vardı. Oraya birer birer yedi tane çakıl taşı attı. Her birini atarken "Allahü ekber!" diyerek tekbir getiriyordu.
Bundan sonra İkinci Cemre, ondan sonra da Cemre-i Akabe denilen Üçüncü Cemre'nin yanına vardı. Her birisine birer birer yedi tane taş attı. Her taş atışında yine "Allahü ekber!" diyerek tekbir getiriyordu."57
Muhassab 'a Gidiş
Zilhicce'nin 13'ü, salı günü...
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Mina'dan Muhassab denilen taşlık yere gitti. Orada çadırı kurulmuştu. Bu sırada Ashab-ı Ki-ram'a, "Allah, sözümü güzelce ezberleyip, sonra da onu duymayanlara ulaştıran kimselerin yüzünü nurlandırıp neşelendirsin. Olabilir ki, anlayan, kendisinden daha iyi anlayana onu ulaştırır. İyi biliniz ki, üç şey mü'min ve Müslümanların kalb-lerine kin ve kıskançlık sokmaz." diye hitab ettikten sonra, o hususları şöylece sıraladı:
"Allah'ın rızasını gözeterek ihlâsla amel, Müslüman olan amirlere nasihat ve itaatte bulunmak, Müslüman cemaate itikad ve sâlih amelde tâbi olmak...""58
Veda Tavafı Zilhicce'nin 14'ü, Çarşamba günü...
Resûl-i Kibriya Efendimiz, sabah namazından önce, Beytul-lah'a tavaf için gidileceğini Ashab-ı Kiram'a ilân etti; daha sonra, Kâbe-i Muazzama'ya gidip Veda Tavafı yaptı.1159
MEDİNE'YE DÖNÜŞ
Resûl-i Kibriya Efendimiz ve Ashab-ı Kiram, Veda Tavafından sonra, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye doğru yola çıktılar. Gadir-i Hum Vadisinde konakladılar. E-fendimiz orada öğle namazını kıldırdı. Namaz bitince ashabına, "Ey insanlar!.. Biliniz ki, ben de insanım! Çok sürmez; Yüce Rabbimin elçisi gelecek, beni ebedî âleme çağıracak. Ben de onun dâvetine icabet edeceğim. Yakında size veda edeceğim!" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Eğer sadâkatle sarılırsanız, sizi doğru yolda muhafaza edecek iki şey bırakıyorum: Onların birincisi Allah'ın Kitabı Kur'ân'dır; ki içinde hidâyet ve nur vardır. Ona sımsıkı sarılınız! İkincisi de Ehl-i Beytim'dir.*"1160
Resûl-i Kibriya Efendimizin, biz Müslümanlara bıraktıkları arasında ikinci olarak "Ehl-i Beytini zikretmesi manidardır. Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin şu açıklamasını da nakletmemiz yerinde olacaktır:
"Resûl-i Ekrem (a.s.m.), gayb-âşina nazarıyla görmüş ki: Al-i Beyt'i, Âlem-i islâm içinde bir şecere-i nurânîye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâm'ın bütün tabakatında kemâlât-ı insanîye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zâtlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt'ten çıkacak. Yâni, nasıl ki, mil-let-i İbrahimîye'de ekseriyet-i mutlaka ile nurânî rehberler Hz. İbrahim'in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammedîye'de de (a.s.m.) vezaif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesalikinde Enbi-ya-i Benî İsrail gibi, Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammedîye'yi (a.s.m.) görmüş. Onun için
js
demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyt'e karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikati te'yid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size, iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri Kitabullah, biri Âl-i
Bu sözlerinden sonra Hz. Ali'nin elinden tuttu. "Ben kimim Mevlâsı isem, Ali de onun Mevlâsıdır." diye buyurdu ve arkasından, "Allah'ım!.. Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol!" diye Allah'a niyazda bulundu."61
Resûl-i Kibriya Efendimizin yakında ebedî âleme göç edeceğini haber veren yukarıdaki sözleri, Ashab-ı Kiram'ı hüzne garketti. Uğrunda canlarını feda ettikleri, öz nefislerinden daha çok sevdikleri Kâinatın Efendisi, aralarından gidecekti!
Şimdiden âdeta kendilerini birer yetim kabul edip gözyaşları döküyorlardı!
Medine'ye Varış
Medine görününce, Peygamber Efendimiz üç defa tekbir getirdi. Sonra âdetleri olan duayı yaptı: "Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah tektir, şerîki yoktur. Mülk O'nundur. Bütün hamd de O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir. Rabbimize yönelici, günahlarımızdan tevbe edici, Rabbimize kulluk, secde ve hamd edici olarak dönüyoruz."1162
Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyye'nin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Al-i Beyt'tir.
"İşte, bu sırra binâendir ki, Kitab'a ve sünnete ittiba unvanıyla bu hakikat-i hadîsiyye bildirilmiştir. Demek, Âl-i Beyt'ten, vazife-i risâletçe muradı Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beyt'ten olmadığı gibi, Âl-i Beyt'e hakikî dost da olamaz. "Hem, ümmetini Âl-i Beyt'in etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: "Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlâhîyle bilmiş ve İslâmiyet za'fa düşeceğini anlamış. O hâlde, gayet kuvvetli ve kesretli bir cema-at-i mütesanide lâzım ki, Âlem-i İslâm'ın terakkîyat-ı mânevîyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i ilâhîyle düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş. Evet, Al-i Beyt'in efradı ise, itikad ve îman hususunda şâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridirler. Çünkü, İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık, za'f ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i islâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü, fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhanla sonra iltizam eder." (Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar, s. 19-20).
Medine'ye girilince, Efendimiz, doğruca Mescid-i Şerife vardı. Orada iki rekât namaz kıldıktan sonra Hâne-i Saadetine döndü.
Bu, Resûl-i Kibriya Efendimizin ilk ve son haccı oldu.



Hicretin 11. Yılı
Usame Ordusu
Hicret'in 11. senesi Sefer ayının 26'sı, Pazartesi günü idi.
Resûl-i Kibriya Efendimizin hastalanmasına bir gün gibi kısa bir zaman vardı. Buna rağmen o, yine İslâm'ın istikbâl ve inkişafını ilgilendiren tedbirler almak, gerekli teşebbüslerde bulunmakla meşguldü.
Bizans, İslâm Devleti için her zaman büyük bir tehlike hüviyetini koruyordu. O zamana kadar da gerekli dersi tam manâsıyla almış değildi. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz, o tarafa büyük ehemmiyet veriyordu.
Pazartesi günü, Ashab-ı Kiram'a sefer için hazırlanmalarını emretti. Hedef belli idi: Bizanslılarla, yâni Rumlarla muharebe... Emri duyan Müslümanlar evlerine dağılıp sür'atle hazırlığa başladılar.
Ertesi gün, yâni salı günü Resûl-i Kibriya Efendimiz, Üsame b. Zeyd Hazretlerini huzuruna çağırttı. Ona şu emri verdi:
"Seni, hazırlanan ordu üzerine komutan tâyin ediyorum! Sür'atle harekete geç, babanı şehid edenler üzerine yürü. Allah, sana zafer ihsan ederse, orada fazla durma, geri dön!"



Peygamberimizin Hastalanması
Bu emri verişinden bir gün sonra anîden hastalandı; fakat, cihad için yola çıkacak ordunun hazırlığından vazgeçmedi. Bir gün sonra, yâni Perşembe günü, hasta olduğu hâlde bizzat kendi eliyle sancağı Hz. Üsame'ye verdi.
"Ey Üsame!.. Allah yolunda, Allah'ın ismiyle muharebeye çık, Allah'ı inkâr edenlerle çarpış!" buyurdu. Sonra, Müslümanlara hitaben, "Ahde vefasızlık etmeyiniz! Küçük çocukları ve kadınları öldürmeyiniz! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; zîra, ne olacağını bilemezsiniz. Belki, onlar yüzünden belâ ve musibete uğrayabilirsiniz! Fakat, 'Allah'ım!.. İmdadımıza yetiş, düşmanımızın hakkından gel, bizi onların zararından koru!' diye dua ediniz!" diye konuştu ve ilâve etti: "Şunu da unutmayınız ki, Cennet, kılıçların parıltısı altındadır!"1168
Hz. Üsame, sancağı Büreyde b. Huseyb'e teslim ettikten sonra, aldığı emir gereği karargâhını Cüruf te kurdu. Hazırlığını bitiren Müslüman oraya koşuyordu.
Bazı Sözler
Hz. Üsame, ordusunu hazırlamakla meşguldü. Müslümanlar da harbe katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı. İslâm Ordusunda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Ubeyde b. Cerrah gibi Ashab-ı Kiram'in ileri gelenlerinden birçok kimse vardı. Bunların üzerine, henüz 20 yaşına basmamış Hz. Üsame kumandan tâyin edilmişti.
Bu durum, hoşa gitmeyen bazı sözlerin söylenmesine sebep oldu: "Henüz 20'sine ayak basmamış bir delikanlı kumandan tâyin ediliyor, ashabın ileri gelenlerinden birçok kimse emri altına veriliyor! Bu nasıl olur?"
Ayyaş b. Ebî Rebia ise, "İlk Muhacirlerin başına bu genç nasıl kumandan tâyin ediliyor?"1169 diyordu.
Sanki bir anda Hz. Üsame'nin Resûl-i Kibriya Efendimiz tarafından tâyin edildiği unutuluvermiş gibi bir sürü söz ve dedikodu...
Duruma Hz. Ömer (r.a.) muttali oldu. Bu tarz sözleri sarf-edenlere gereken cevabı verdikten sonra, meseleyi gidip Hz. Resûlullah'a(s.a.v.) intikal ettirdi.
Peygamberimiz, yakalandığı hastalığın şiddetinden yatağında yatmaktaydı. Haberi alır almaz, kızgınlığının ifadesi yüzünden belli oldu. Sargılı başıyla yatağından kalktı. Ashabın yardımıyla mescide giderek minbere çıktı. Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra, "Ey insanlar!.. Üsame'yi kumandan tâyin ettiğim için bazılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum!" dedi; sonra, konuşmasına şöyle devam etti:
"Benim, Üsame'yi kumandan tâyin etmeme itiraz ediyor gibisiniz! Daha önce Üsame'nin babasını kumandan tâyin ettiğim zaman da aynı şeyi yapmıştınız! Vallahi, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermişse, Üsame de babasından sonra kumandanlığa lâyık bir kimsedir! Babası nasıl en sevdiğim biri idiyse, Üsame de en sevdiğim kimseler arasından biridir! O da, babası da her türlü hayrı işleyebilecek yaratılışa sahip kimselerdir. Onlardan hayırlı işler bekleyiniz. Muhakkak ki Üsame, sizin hayırlı olanlarınızdandır ve bu işe ehliyetli birisidir!""70
Bu hitabesinden sonra minberden inip Hâne-i Saadetine girdi. İslâm Ordusuna katılacak Müslümanlar, birer ikişer gelip kendisiyle vedalaştılar. Efendimiz onlara, "Üsame'yi gönderme işini geri bırakmayınız.""71 diyordu.
Hattâ, bir ara, dadısı ve Hz. Üsame'nin annesi Hz. Ümmü Eymen, Hâne-i Saadet'e gelip, "Yâ Resûlallah!.. Üsame'yi bir süre karargâhında bıraksan olmaz mı?" deyince, Efendimiz aynı sözlerini tekrarladı: "Üsame'yi gönderme işini ihmâl etmeyiniz. Onu gönderiniz!"
Bu kesin emir üzerine Müslümanlar karargâha gittiler.
Bakî Mezarlığını Ziyaret
Fahr-i Âlem Efendimizin, bu fânî dünyayı terkedeceği an, günbegün, saatbesaat yaklaşıyordu.
Bir gece yarısı, ansızın Hâne-i Saadetinden çıktı. Hz. Âişe Validemiz, "Yâ Resûlallah, nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.
Resûl-i Ekrem, "Bakî Mezarlığında medfun bulunan ehlim için istiğfar etmek üzere emir aldım; oraya gidiyorum.""72 diye cevap verdi.
Yanında âzadlı kölelerinden Ebû Rafı ve Ebû Müveyhib vardı. Bakî Mezarlığında kabirler arasında uzun müddet durarak dua ve istiğfarda bulundu. Sonra Ebû Müveyhib'e dönerek yakında ebedî âleme gideceğini, Bâkî-i Hakikî'nin cemâliyle müşerref olacağını şöylece ifade buyurdu:
"Ey Ebû Müveyhib!.. Dünya hazinelerinin anahtarları ile âhiret nimetlerini seçme hususunda serbest bırakıldım; ben de âhiret nimetlerini tercih ettim!"'173
Bu sözleri duyan Ebû Müveyhib'in birden nutku tutuldu. Yalnız gözü değil, bütün duygulan, ruhu, kalbi bir anda ağlamaya başladı.
Bu manâlı ziyaretten sonra Resûl-i Kibriya, Hâne-i Saadetine geri döndü.
Uhud Şehidlerini Ziyaret
Uhud şehidleri için de dua ve istiğfarda bulunması, Efendimize emredilmişti. Bu sebeple, bir gün Uhud'a gitti. Orada şe-hid olan en güzide sahabîleri için uzun uzun dua etti.
Oradan döner dönmez, Mescid-i Saadet'e vardı. Minbere çıktı. Müslümanlara hitaben, "Ben, sizin Kevser Havuzuna ilk kavuşanınız ve sizi ilk karşılayanınız olacağım." buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Ben, sizin hakkınızda, benden sonra müşrikliğe dönersiniz diye korkmuyorum; fakat ben, sizin hakkınızda, dünyaya kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz ve bunun neticesi olarak sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olup gidersiniz, diye korkuyorum!"1174
Hz. Meymûne 'nin Evinde
Resûl-i Ekrem Efendimiz, âdetleri gereği Hz. Meymûne'nin evinde bulunuyorlardı. Hasta olmasına rağmen ailelerinin hakkına son derece riâyet ediyordu. Burada Efendimizin ateşi birden yükseldi. Davet ettiği bütün hanımları, etrafında mahzun ve kederli duruyorlardı.
"Yarın hanginizin evine gideyim?" diye sordu.
Bu sualini birkaç kere tekrarladı. Hiçbir hanımından cevap gelmedi.
Bu soruyu sormasındaki maksadı, hastalık günlerini Hz. Âişe Validemizin evinde geçirmeyi arzu etmiş olmasındandı.
Peygamber Efendimizin bu arzusunu, Ezvac-ı Tâhirat, fera-setleriyle anlamada gecikmediler; ittifakla, Hz. Âişe Validemizin evinde kalmasını uygun gördüler.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, Hz. Meymûne'nin evinden çıkarak, bir eli Hz. Ali'nin, diğer eli Hz. Abbas'ın omuzunda, onların yardımıyla Hz. Âişe Validemizin evine geldi.1175
Peygamberimiz ve Hz. Âişe
Hz. Âişe Validemiz, Efendimizin hastalığı esnasındaki bir hâtırasını şöyle anlatır:
"Resûlullah (s.a.v.), eve geldiği sırada başımda bir ağrı belirmişti. Ağrının şiddetinden 'Vay başım, vay başım!..' diye söylendim.
"Resûlullah bunu duyunca, 'Ne ehemmiyeti var, neden üzülüyorsun? Eğer benden evvel dünyadan göçüp gidersen seni teçhiz ve tekfin eder, namazını da kılarım.' diye konuştu.
"Ben de, 'Benim ölümümü mü istiyorsunuz?' dedim."
Hz. Âişe, Peygamberimizin lâtife yaptığını birden anlayamayıp böyle konuşmuştu.
Resûl-i Ekrem, latifesinin sonunu şu ciddî sözlerle bağladı:
"Ey Âişe!.. Senin başının ağrısı geçer, gider. Asıl baş ağrısı, benim başımın ağrısıdır; artık ondan kurtulmak çok zor!""76
Peygamberimiz ve Sıddık-ı Ekber
Her yerde her zaman Allah ve Resulüne sadâkatin zirvesinde bulunan Sıddık-ı Ekber, Resûl-i Ekrem'in huzuruna çıkarak, kendisine hizmet etmekten şeref duyacağını, şöylece dile getirdi:
"Yâ Resûlallah, müsaade buyurursanız, hastalığınızda size hizmet etmek isterim!"
Resûl-i Ekrem, Sıddık-ı Ekber'in arzusuna müsaade etmedi; ama cevabı, gönlünü fethediciydi:
"Yâ Ebâ Bekir!.. Bu niyetinle bile yapacağın hizmetin sevab ve mükâfatına şimdiden nail oldun. Ancak ben, hastalığım esnasında hizmetlerimi kızımla zevcelerimden başkasına gördürecek olursam, onları üzmüş olurum!"
En Ağır Hastalık, En Fazla Izdırap
Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz, yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu.
Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle, "Yâ Resûlal-lah!.. Eğer bizden birisi bu derece ızdırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin!" dediler.
Resûl-i Ekrem, cevabıyla, durumunu şöylece izah etti:
"Benim hastalığım, bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Teâlâ, sâlih ve mü'min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musibet ve o hastalık vasıtasıyla o mü'min sâlih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder."
Ve Hz. Âişe Validemiz şöyle der:
"Hakikaten, Resûlullah'ın hastalığından daha zor, daha şiddetli bir hastalık görmedik."
İbn-i Mes 'ud Anlatıyor
Abdullah İbn-i Mes'ud (r.a.) ise, Peygamberimizin hastalığının şiddetini şöyle dile getirir:
"Nebî'nin (s.a.v.) hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetli sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım.
'"Yâ Resûlallah!.. Humma hararetinden çok ızdırap çekiyorsunuz! Yâ Resûlallah!.. Bu hummanın iki kat ızdırabı var; elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır.' dedim.
"Resûlullah, 'Evet.' diyerek beni tasdik etti. Sonra da şöyle buyurdu:
'"Hastalığa tutulan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah Teâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin!'"1177
Ümmü Bişr Anlatıyor
Hastalığı sırasında Resûl-i Ekrem'in ziyaretine giden Bişr b. Bera'nın annesi Ümmü Eîişr de, gördüklerini şöyle anlatır:
"Resûlullah'ı ziyarete gitmiştim. Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim:
"'Yâ Resûlallah!.. Ben böyle sıtma hiç görmedim!' "Resûlullah (a.s.m.), bana cevaben şöyle buyurdu:
'"Bizim hastalığımız, herkesten daha şiddetli, daha ziyade olur; fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevab ve mükâfat da o nisbette fazla olur!''"178
Resûl-i Ekrem 'in, Bir Yazı Yazdırmak için Kâğıt Kalem İstemesi
Rebiülevvel ayının sekizi, Perşembe günü...
Resûl-i Kibriya Efendimizin hastalığının en şiddetli anları... Etrafında Hz. Ömer gibi bazı zâtlar bulunuyordu. Bu arada, "Bana kâğıt kalem getiriniz, size bir yazı yazayım; tâ ki, bundan sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayasınız." buyurdu."79
Hz. Ömer, "Resûlullah'a (a.s.m.) hastalığı baskın gelmiştir. Yanınızda Kur'ân var. Allah'ın Kitabı bize yeter." dedi.
Bazıları Hz. Ömer'in sözlerini doğruladı. Kimisi de kâğıt kalemin getirilmesini istiyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, anlaşmazlığa düşüldüğünü farkedince, "Yanımdan kalkınız! Yanımda münakaşa, gürültü olmaz. Beni kendi hâlime bırakınız!" buyurdu.1180
Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizin yazdırmayı arzu ettiği şey, yazılmamış oluyordu.
Hastalığının Hafiflediği Gün
Fahr-i Alem Efendimizin hastalığı gün gün, saat saat şiddetini artırıyordu. Bir ara soğuk su getirilmesini emretti. Getirilen suyu mübarek vücutlarına döktürdü.
Bundan sonra biraz hafifleyip rahatlık hissetti. Bunun farkına varır varmaz, Hz. Ali (r.a.) ve Fazl b. Abbas Hazretlerine dayanarak, Hâne-i Saadetinden Mescid-i Şerife gitti. Minbere çıkıp oturdu. Ashab-ı Kiram'a şu hitabede bulundu:
"Ey insanlar!.. Duydum ki, vefat edeceğimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz! Hangi peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı ki ben de kalayım? Bilesiniz ki ben yakında Rabbime kavuşacağım; O'na siz de kavuşacaksınız!
"Ey Ensâr!.. İlk Muhacirlere iyilik etmenizi size tavsiye ederim!
"Ey Muhacirler!.. Size de, Ensâr'a iyilikte bulunmanızı tavsiye ederim! Onlar size yardımda bulundular. Sizi memleketlerine getirdiler. Sizi evlerinde ağırladılar, barındılar. Geçimde sıkıntı içinde oldukları hâlde sizi kendilerine tercih ettiler. Her kim onların üzerine hâkim durumuna geçerse onlara iyilikte bulunsun.
"Ey insanlar!.. Her şey Cenâb-ı Hakk'ın ezelî iradesi dairesinde cereyan eder. Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderine galebe etmek sevdasına kapılmayınız; çünkü mağlûb olursunuz. Cenâb-ı Hakk'a hile yapmaya kalkışmayınız; zîra zarar ve ziyana siz uğrarsınız. Ben size, şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser Havuzu kenarıdır. Her kim Kevser Havuzu kenarında benimle buluşmak isterse, elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.
"İnsanlar!.. Bilmelisiniz ki, günah işlemek, nîmet ve kısmetlerin değişmesine sebep olur. İnsanların ekserisi sâlih olursa, onların amirleri, idarecileri de adi ve insaf ile muamele ederler. Halk, isyan ve günaha meylederse onların idarecileri, hâkimleri de zulm ve adaletsiz iş görmeye yönelirler."118'
Bu hitabesinden sonra tekrar Hz. Âişe Validemizin evine gitti ve yatağına yattı.
Efendimizin Müslümanlarla Helâlleşmesi
Resûl-i Ekrem, hastalığının en şiddetli olduğu bir günde as-habıyla helâlleşmeyi arzu etti.
Yine, bir taraftan Hz. Ali'ye, diğer taraftan da Fazl b. Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minbere çıkıp oturdu.
Hz. BilâPe de (r.a.) şu emri verdi:
"Halka nida et; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!"
Hz. Bilâl, emri yerine getirdi. Bir anda toplanan halkı, mes-cid almaz oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Allah'a hamd ve senadan sonra Ashab-ı Kiram'a şöyle hitab etti:
"Ey insanlar!.. Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, 'Resûlullah bana darılır.' diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak, benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir veyahut helâl edendir. Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!""82
Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerini tekrarladı: "Ey insanlar!.. Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Her kimin benden alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın!""83
Cemaat içinden biri ayağa kalktı: "Yâ Resûlallah!.. Sizden üç dirhem alacağım var!"
Peygamber Efendimiz, "Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye 'Yemin et.' diye teklif de etmem; ancak, bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!" dedi.
Adam, "Yâ Resûlallah!.. Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana, fakire üç dirhem vermemi emrettiniz. Ben de verdim. İşte, istediğim, bu üç dirhemdir!" dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Doğru söylüyorsun!" dedikten sonra, "Ey Fadl!.. Buna üç dirhem ver!" buyurdu."84
Mescide Açılan Kapıların Kapatılması
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, "Mescide açılan kapıları kapatınız; sâdece, Ebû Bekir'in kapısı açık kalsın!""85 buyurdu.
Emir gereği Mescid-i Şerifin çevresindeki evlerin kapısı, Hz. Ebû Bekir'inki hâriç, hepsi kapatıldı."86
Hz. Ebû Bekir, Namaz Kıldırmaya Memur Ediliyor
Resûl-i Kibriya Efendimiz, hastalığı esnasında ezan okununca dâima Mescid-i Şerife çıkar ve cemaate namaz kıldırırdı.
Vefatına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı. Bu sebeple artık Mescid-i Şerife de çıkamaz oldu. O zaman, "Ebû Bekir'e söyleyiniz; insanlara namaz kıldırsın!"1187 diye emir vererek, imamlığı Hz. Ebû Bekir'e bıraktı.*
Peygamberimizin Son Namaz Kıldırışı
Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu.
Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, bedeninde bir hafiflik hissetti. Hz. Abbas ile Hz. Ali'nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerife çıktı.
Hz. Ebû Bekir, Fahr-i Âlem Efendimizin gelmekte olduğunu anlayınca, geri çekilmek istedi. Efendimiz, yerinde durması için işaret etti. Sonra Hz. Ebû Bekir'in yanına oturtulmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir'in sol tarafına götürüp oturttular. Hz. Ebû Bekir ayakta, oturmuş olan Efendimize tâbi oldu."88
Resûl-i Kibriya Efendimizin Mescid-i Şerifte Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur!
Hz. Cebrail 'in, Hatırını Sormak İçin Gelişi Rebiülevvel ayının onu, Cumartesi günü idi.
Peygamber Efendimizin hayatında, Hz. Ebû Bekir 17 vakit namaz kıldırmıştır.
Cenâb-ı Hakk tarafından Cebrail (a.s.) geldi, Resûl-i Kibriya Efendimizin hâl ve hatırını sordu.
"Ey Ahmed!.." dedi, "Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi. Sana soracağı şeyi senden çok daha iyi bildiği hâlde, sana, 'Kendini nasıl buluyorsun?' diye soruyor."
Rabb-i Rahîmine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan Fahr-i Kâinat Efendimiz, "Ey Cebrail!.. Kendimi baygın ve sıkıntılı bir hâlde görüyorum!" diye cevap verdi."



Vefatından Bir Gün Evvel
Rebiülevvel ayının 11 'i, Pazar günü...
Cin ve insin peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), yatağında, şiddetli ateşler içinde idi. Etrafında Ezvacı Tâhirat vardı. Başucunda Hz. Âişe Validemiz oturuyordu.
Bu sırada Hz. Üsame, ordugâhtan gelip Huzuru Saadetlerine girdi. Efendimiz, dalgın yatıyordu. Yerinden kımıldayacak hâli yoktu. Hz. Üsame, mübarek ellerini ve başlarını öptü. İçi hüzün ve keder doluydu. Azamî hürmet içinde Kâinatın Efendisinin karşısında ayakta durdu. Efendimiz ona bir şey söylemedi. Sâdece ellerini göğe kaldırdı ve onun üzerine sürdü. Ona dua ettiği anlaşıldı.1190
Resûli Ekrem Efendimizin duasını alan Hz. Üsame, doğruca ordusunun başına döndü.
Hz. Cebrail 'in İkinci Gelişi
Rebiülevvel ayının 11 'i, Pazar günü...
Hz. Cebrail, yine hatırlarını sormak üzere geldi. Bu esnada Yemen'de peygamberlik dâva eden yalancı Esvedi Ansî'nin îdam olunduğunu haber verdi. Resûli Ekrem Efendimiz de bu haberi Ashabı Kiram'a bildirdi.



O Pazartesi
Hayatında mühim hâdiselerin meydana geldiği pazartesi günü... Rebiülevvel ayının 12'si... Böyle bir pazartesi gününde mübarek gözlerini dünyaya açmışlardı.
Bu gün de, Resûl-i Kibriya Efendimizin bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi. Bu hafifliği hisseder etmez yatağından kalktı. Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerife teşrif etti.
O sırada Ashab-ı Kiram saf bağlayıp Hz. Ebû Bekir'in arkasında sabah namazı kılıyordu. Kâinatın Efendisi, bu nurânî manzarayı görmekle son derece sevindi, hattâ tebessüm buyurdu. Kendileri de Hz. Ebû Bekir'e uyarak namazını eda etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizi, aralarında mütebessim bir sîma ile gören sahabîler, bütün bütün sıhhat zannıyla son derece sevindiler.1192
Peygamber Efendimiz, Hücre-i Saadetlerinde
Son günün sabah namazını Hz. Ebû Bekir'e uyup ashabının arasında kılarak onları sevince garkeden Fahr-i Kâinat, namazın edasından sonra yine Hücre-i Saadetine döndü. Yataklarına yattılar.
Bu arada, Kumandan Hz. Üsame, son defa kendisiyle vedalaşmak üzere geldi.
Resûl-i Ekrem, "Allah'ın bereketiyle artık hareket et!" buyurdu.
Emri alan Kumandan Hz. Üsame b. Zeyd, doğruca ordugâha gidip mücâhidlere hareket emrini verdi.
Hz. Ebû Bekir 'in, İzin İsteyip Sünh 'taki Evine Gidişi
Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de, Fahr-i Kâinat Efendimizin durumunun bir ara iyileştiğini farketmişti. Bunun için huzura girip, "Yâ Resûlallah!., Allah'a hamdolsun! O'nun lütuf ve keremi ile sağ salim sabaha çıktınız! Müsaade buyurursanız, Sünh'taki evime gideyim." dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, "Olur." buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh'taki evine gitti."94
Müslümanlara ve Ev Halkına Son Seslenişi
Son gün... Pazartesi günü...
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dillerinden şu cümleler dökülüyordu:
"Ey insanlar!.. Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyordur!
"Ey insanlar!.. Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsınız; zîra ben, ancak Allah'ın Kitabı Kur'ân'ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım!
"Ey kızım Fâtıma!.. Ey halam Safıyye!.. Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz (Bana güvenmeyiniz)! Çünkü ben, sizi Allah'ın azabından kurtaramam!"1195
Peygamberimizin, Hz. Fâtıma 'ya Söyledikleri
Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem'in hayatta kalmış olan biricik kızı idi. Kâinatın Efendisinin evlâd sevgisini kendisiyle tatmin ettiği tek evlâdı..
Hz. Fâtımatû'z-Zehra, güzel ahlâkta, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta Peygamber Efendimize en çok benzeyen evlâdı idi.
Resûl-i Ekrem, hastalığının son gününde bir ara biricik kızı, güzel ahlâk ve zarafet timsâli Hz. Fâtima'yı yanına çağırdı.
Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu. Ona gizlice bir şey söyledi.
Hz. Fâtıma'yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı. Arkasından gözyaşları boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, sonra yine bu güzide kızına gizlice bir şey daha söyledi. Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma, birden gülümseyip sevinmeye başladı.
O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca, Hz. Fâtıma şu cevabı verir:
"Önce bana pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi; bunun için ağladım! Sonra da 'Ailem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın.' deyince de sevindim!"1196
Son Anlar...
Rebiülevvel ayının 12'si, Pazartesi günü... Güneş, batıya doğru kayıyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek başlan, Hz. Âişe'nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Artık, nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Dili Allah'ı zikretmekle meşguldü: "Allah'ım, beni Refik-i Âlâ'ya* ulaştır!" duasını tekrarlıyordu. Bu esnada bile ümmetime irşadda bulunmaktan geri durmuyordu: "Elleri-nizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza, namaza dikkat ve devam ediniz!"1197 diyordu.
Bu hazin manzara, orada bulunan Hz. Fâtıma'nın yüreğini âdeta dağlıyordu. Bir ara Resûl-i Kibriya Efendimizi bağrına bastı; "Vay, babamın çektiği ızdıraba!.." diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, "Bugünden sonra baban hiçbir ızdı-rap çekmeyecektir." buyurdu ve ilâve etti: "Kızım, sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman 'İnnâ lillah ve İnnâ ileyhi raciûn.'de.""98
Hz. Cebrail ile Hz. Azrail 'in Birlikte Gelişleri
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu fânî dünyada artık son dakikalarını yaşıyordu.
Bu esnada, Hz. Cebrail, Hz. Azrail'le geldi. Resûl-i Kibriya Efendimizin hâl ve hatırını sordu; sonra, "Ölüm meleği Azrail, içeri girmek için izninizi ister!" dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz müsaade edince, Hz. Azrail içeri girdi. Efendimizin önüne oturdu.
"Yâ Resûlallah!.." dedi, "Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım!"
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cebrail'e baktı. O da, "Yâ Resûlallah, Mele-i Âlâ seni beklemektedir!" dedi.
Bunun üzerine, Hâtemû'1-Enbiya Efendimiz, "Yâ Azrail, gel, memuriyetini yerine getir." diye buyurdu."99
Peygamberimizin, Rabbine Kavuşması
Mübarek başlan Hz. Âişe'nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Yanında su kabı vardı. İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübarek yüzüne sürdü. Mübarek dudaklarından "Lâ ilahe İllallah." cümlesi döküldü. Sonra ellerini yüzünden kaldırdı. Gözlerini evin tavanına dikti. "Allah'ım, Refık-i Âlâ!.." cümlesini tekrarlaya tekrarlaya 63 yaşında iken mübarek ruhu Refık-i Âlâ'ya yükseldi.1200
Tarih, Hicret'in 11. senesi, Rebiülevvel ayının 12'si, Pazartesi günü. Milâdî: 8 Haziran 632.



Vefattan Sonra
Hâtemû'lEnbiya Efendimizin pâk ruhları artık Alâyı İlliyyin'e [En Yüksek Makama] yükselmişti. Ezvacı Tâhirat, üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar!
O sırada annesi tarafından "Hz. Resûlullah'ın son anlarını yaşadığını" haber alan Hz. Üsame, hareket etmeyip ordusuyla Mescidi Şerife gelmişti. Hânei Saadet'te feryad ve figanın yükseldiğini duyan ashab, kalblerinden vurulmuşa döndüler. Sanki gök kubbe bir anda başlarına yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu.
Hz. Ömer, cesaret ve adalet timsâli Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hattâ, herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırdı:
"Resûlullah ölmemiştir ve sağdır! Ona sâdece, Hz. Musa'ya arız olan saika gibi bir sarika arız olmuştur. Kim 'Muhammed öldü.' derse, onu kılıcımla iki parça ederim!"1201
Halkı Teskin Eden Sıddıkı Ekber
Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının âdeta koptuğunu farkeden Hz. Ebû Bekir, sür'atle Hânei Saadet'e geldi.
Dehşet ve hayret içinde, Fahri Kâinat'ın mübarek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü, tecessüm etmiş bir nur idi. Eğildi,tazim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:
"Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!.."1202 Sonra da Ehli Beyt'e teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer
Hz. Ebû Bekir, Hânei Saadet'ten çıktıktan sonra Mescidi Şerife vardı. Hz. Ömer'in "Resûlullah vefat etmedi." sözlerini duymuştu. Bunun üzerine şöyle konuştu:
"Kim ki Muhammed'e (s.a.v.) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür. Kim ki Allah'a ibâdet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy'dır, ölümsüzdür."1203
Sonra da şu âyeti kerîmeyi okudu:
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ardınıza dönüverecek misiniz (Dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?) Kim ardına dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar verecek değil; fakat şükredip sabredenlere, Allah muhakkak mükâfat verecektir!"1204
Bu âyeti kerîme, Uhud Muharebesinde, "Muhammed öldürüldü!" şayiası üzerine nazil olmuştu. Ashab, onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş oldukları hâlde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!..
İşte, yalnız metanetini m eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve ashaba hizmeti ve vazifeyi îfa etmiş oluyordu.
Bu hitabe ve bu âyeti kerîmeyi hatırlamaları üzerine sahabîler, kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar.
Daha sonra Hz. Ebû Bekir, şu mealdeki âyeti kerîmeyi okudu:
"(Ey Resulüm!..) Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler!"1205
Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir, bu hitâbesiyle, o zamanki İslâm cemaatine büyük bir hizmet îfa etmiş oluyordu.
Ashabı Güzin artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de "Resûlullah ölmemiştir!" sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi.
Evet, Medine Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifiyle duyduğu sevinç kadar hiçbir sevinç duymamıştı. Şimdi ise, aynı Medine, en büyük hüzün ve keder ânını yaşıyordu; âdeta, semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.
Hz. Ebû Bekir 'in Halife Seçilmesi
Resûli Kibriya Efendimizin vefatıyla Medine mateme bürünmüştü. Gözlerden gözyaşı, gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu.
Ancak, bununla hiçbir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslâm'ın hükümlerini tatbik edecek, Resûli Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi gerekliydi.
Bunun için derhâl teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan, Sıddıkı Ekber Hz. Ebû Bekir'di. Zîra, Ashabı Kiram'in en yüksek tabakası, en evvel Mekke'de îman eden seçkin sahabîlerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi. Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûli Ekrem Efendimize yakın idiler; fakat, Nebîyyi Muhterem Efendimiz, yârı garı olan Hz. Ebû Bekir'i, ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescidi Şerife açılan kapıların hepsini kapattırdığı hâlde Hz. Ebû Bekir'inkini açık bıraktırmıştı. Ebediyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslâm'ın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti. Bu sebeple, Hz. Resûlullah'tan sonra halifeliğe en lâyık o idi. Nitekim, netice de öyle oldu.
Resûli Ekrem Efendimizin ebediyet âlemine irtihal buyurdukları Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müzakerelerden sonra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah'ın halifesi seçildi ve ona biat edildi.
Hz. Ebû Bekir'e Umumî Biat
Rebiülevvel ayının 13'ü, Salı günü...
Hz. Ebû Bekir, Mescidi Nebevî'ye geldi, minbere çıkıp oturdu.
Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı; Allah'a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara hitaben, "Allah, halifeliği, sizin hayırlınız, Resûlullah'ın (a.s.m.) yârı garı olan zâta nasîb etti. Kalkınız, ona biat ediniz!" dedi.
Mescidi Şerifte bulunan Müslümanlar, kalkıp, Hz. Ebû Bekir'e umumî bey'at yaptılar.1206
Bîat işi bitince, Hz. Ebû Bekir, Allah'a hamd ve şükrettikten sonra şöyle konuştu:
"Ey insanlar!.. Ben, üzerinize vali ve emîr oldum. Hâlbuki, sizin en hayırlınız değilim! Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz, fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz! Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir. İnşallah, içinizdeki en zaîfiniz, kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zaîfiniz olacaktır!
"Ey insanlar!.. Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki, cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben, Allah ve Resulüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz; ben, Allah ve Resulüne âsi olursam, sizin de bana itaatiniz lâzım gelmez. Kendim ve sizin için Allah'tan af ve mağrifet dilerim!"1207
Peygamber Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması
Rebiülevvel ayının 12'si Pazartesi günü Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimiyle meşgul olduklarından, Peygamber Efendimizin yıkanması, teçhiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir'e Mescidi Nebevî'de umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı.
Resûli Kibriya Efendimizin Hücrei Saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas, Kuşem b. Abbas, Üsame b. Zeyd ve Peygamberimizin âzadlısı Şükran (Salih) bulunuyordu.
Bu arada, Ensârı Kiram da, bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs b. Havlî'yi içeri aldı.1209
Yıkama işini Hz. Ali yaptı; zîra, Resûli Kibriya Efendimiz, sağlığında ona, "Vefat ettiğim zaman, beni sen yıka." diye vasiyet etmişlerdi.
Evs b. Havlî testiyle su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsame ve Şükran, Peygamberimizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de, eline sarmış olduğu bezle gömlek üzerinden ovuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesetleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücrei Saadet'in içini, o âna kadar görülmemiş güzel bir koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görülegelen şeylerden hiçbirinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken, "Anam babamı sana feda olsun! Hayatında da, vefatında da temizsin, güzelsin yâ Resûlallah!.."12" diyordu.
Yıkama işi bittikten sonra, Hâtemû'lEnbiya Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.
Peygamberimizin Üzerine Namaz Kılınması
Rebiülevvel ayının 13'ü, Salı günü öğleye doğru Resûli Kibriya Efendimizin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücrei Saadetinde şeririnin üzerine konuldu. Bundan sonra Hânei Saadetlerinin kapısını açtılar. Önce erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar, Fahri Âlem Efendimize karşı bu son vazifelerini huşu ve hüzün içinde îfa ettiler.
Resûli Ekrem 'in Defni
Resûli Ekrem'in nereye defnedileceği hususu görüşüldü.
Bir kısmı, Mekke'ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine'de ve Bakî Mezarlığına, bazıları ise mescidin içine defnedilmesini teklif etti.1211
Fakat, Hz. Ebû Bekir, "Ben, Resûlullah'tan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: 'Cenâbı Hakk, her peygamberin ruhunu, o peygamberin defnolunmak istediği yerde kabzetti.' Dolayısıyla, Resûlullah'ı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!"1214 dedi.
Bu teklif, Ashabı Kiram tarafından da benimsendi. Böylece, Resûli Kibriya Efendimizin, Hz. Aişe'nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.
Hz. Bilâl 'in, Müslümanları Ağlatması Resûli Kibriya Efendimiz henüz defnedilmemişti.
Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu. "Eşhedü Enne Muhammede'rResûlullah." dediği zaman, Ashabı Kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı; Mescidi Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.
Bu, Hz. Bilâl'in son ezanı oldu. Resûli Kibriya Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı.
Peygamberimizin Kabre Konması
Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi.
Nihayet, gönül ve gözyaşları arasında Serveri Kâinat'ın mübarek na'şını kabrine tevdi ettiler.
Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken, duamız da şu:
Allah'ım!.. Bizi dünyada Resulünün sünnetinden ayırma; âhirette ise şefaatinden mahrum kılma!
Âmin... Âmin... Âmin...

Hiç yorum yok:


İ’lem Eyyühel-Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur. Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelîn makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mu'cizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâniine îmân etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.

Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı
Salih Suruç