18 Haziran 2007 Pazartesi

Siyer - 1

ÖNSÖZ

Yeryüzünde gelip geçmiş insanların en mümtaz ve müstesna fertleri, Hz. Âdem'le (a.s.) başlayan peygamberler silsilesidir. Bu silsilenin en büyük ve en mükemmel halkasını da, hiç şüphe yok ki Son Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) teşkil eder.
Zira o, kendisinden evvelki bütün peygamberlerin bütün yüksek ahlâk ve âlî seciyelerini kendisinde toplayarak "Hatemû'1Enbiya" manâsıyla bütün peygamberlere reis, onların dinlerinin aslına vâris, kendisinden sonra gelen ve onun terbiye ve irşadı ile kemâl bulan milyonlarca evliya, asfıya ve sulehaya üstad ve muallim olmuştur.
Onun (a.s.m.) nurundan evvel kâinat umumî bir matem içindeydi. Mevcudat birbirine düşman, bütün cansız varlıklar birer cenaze, insanlar ebedî yokluğa mahkûm yetim hükmündeydiler.
Onun getirdiği nurla, kâinat birden şenlenerek cûşu huruş içinde muhteşem bir zikir ve şükür mescidi hâline gelmiştir. Mevcudat, artık birbirine düşman değil, kardeş olmuş; cansız varlıklar, Cenâbı Hakk' in sonsuz hikmetine mazhar ve insanların emrine musahhar birer memur vaziyetini almıştır. İnsanlar ise, ebedî yokoluştan kurtulmuş, Hâlıkı Zülcelâl'in sonsuz saadetler ülkesi olan Cennetine davetli azîz birer misafir durumuna girmişlerdir. Kısacası, âlemlere rahmet olarak gönderilen o zât, insanlığın gecesini gündüze, kışını bahara çevirmiştir.
En küçük bir alışkanlığı bile, tiryakisine bıraktırmak çok zahmetli ve uzun zaman isteyen bir iş olduğu hâlde, Alemler Fahri O Şanlı Nebî, câhil, vahşî ve inatçı insanların dem ve damarlarına işlemiş hayatlarının ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş pek çok âdetini kısa zamanda, tek başına, hiçbir zora başvurmadan kaldırmaya muvaffak olmuştur. Kendi çocuğunu canlı canlı toprağa gömen o vahşî topluluktan, en medenî milletlere medeniyet dersi verecek derecede yüksek seviyeli bir cemiyet meydana getirmiştir.
İçtimaî bakımdan çok düşük bir hayatın yaşandığı, hiç kimsenin hayatından emin olmadığı, karanlık bir dünyaya doğan o Hidâyet Güneşi, getirdiği saadet düsturlarıyla kısa zamanda yüksek anlayışlı ve yüce ahlâklı insanların yaşadığı emniyetli bir içtimaî hayat tesis etmiştir.
İşte, böylesine müstesna, nurânî bir şahsiyetin sahibi Hz. Muhammedin (a.s.m.), 23 sene gibi kısa bir zamanda bütün dünyanın düşmanlığına ve her türlü mânilere rağmen başardığı bu muazzam maddî manevî inkılâb, dost düşman herkesin hayranlık ve takdirini kazanmıştır.
Tevhid dâvasını omuzlandığı gün inanç ve fikirlerini paylaşacak tek bir kişi bile yeryüzünde yoktu. Vefatından az önce Arafat Dağında îrad buyurdukları Veda Hutbesi esnasında ise etrafında altından halkalar hâlinde 100 bini aşkın sahabî bulunuyordu. 1400 küsur sene sonra bugün ise, onun getirdiği nurun etrafında renkleri ayrı, dilleri farklı ve fakat inanç ve gönül birliği içinde bulunan bir milyarı aşkın ümmeti mevcuttur. Dillerinde onun ismi vardır. Hayatlarında onun getirdiği ebedî nizam hâkimdir.
Kâinat Kitabının derin muammasını en güzel surette anlayan ve ders veren de yine o olmuştur.
Onun ders verdiği hikmetten mahrum felsefeci, kâinattaki hakikî hikmeti elde edemez. Vesvese ve şüpheler girdabında kalb ve ruhunu kaybedeceği gibi, aklını da geveze eder. Kendi gibi çoklarını da yoldan saptırır.
Onun Kur'ân ahlâkım kendisine rehber edinmeyen ahlâkçının, onun ortaya koyduğu prensipleri benimsemeyen içtimaiyatçının insanları götüreceği yer, bir başka ahlâksızlık ve huzursuzluk zemini olacaktır.
Yazar, ondan ilhamını ve edebini almazsa, her zaman ruhsuz, mânevîyatsız ve eksik yazacaktır.
Hatib, onun hitabet tarzını bilmez ve ondan mevzuunu almazsa, kalb ve ruhlar üzerinde derin tesir icra edemeyecektir.
Edebiyatçı, onun nezih edebini bilip kendini onunla edeblendirmezse, edebsizlik çamurunda hem boğulacak, hem başkalarını boğacaktır.
Komutan, onun harb siyasetini bilmezse, hezimete uğramaktan, zulüm ve vahşet irtikâb etmekten kendisini kurtaramayacaktır.
İdareci, onun idarecilik vasfını bilmezse, hayatta kâmil mânâda muvaffakiyeti pek az elde edecektir.
San'atkâr, onun ibretli nazarıyla kâinata, eşyaya, insana bakmazsa, tabiatperestlikten kendisini kurtaramayacaktır.
Eğitimci, onun şefkat, sevgi ve saadet bahşeden terbiye düsturlarını bilmezse, vazifesinde gereği gibi başarı elde edemeyecektir.
Çok şeyi unutturan, eskiten ve duyulmaz hâle getiren zaman, Kâinatın Efendisinin nurânî sadâsını değil unutturmak, eskitmek, belki daha gür bir şekilde günümüze kadar aşk ve şevk içinde taşımıştır; Kıyamet'e kadar da daha parlak bir surette taşıyacaktır. Bugün onun Asrı Saadetinden akıp gelen kutsî eda ve sadâsı, ruhlarımızı, gönül ve vicdanlarımızı bir başka tatlılık, bir başka heyecan ve bir başka haşmet ile okşamaktadır. Bize yeniden hayat, yeniden aşk, yeniden ümit, metanet ve cesaret vemektedir.
Böylesine bir Yüce Peygamber'in (a.s.m.) örnek hayatını kaleme almak, o nur kaynağından asrımızın karanlıklarını aydınlatacak huzmeler sunmak, elbette çok büyük ve şerefli bir vazifedir; büyüklüğü nisbetinde de dikkat ve hassasiyet isteyeceği muhakkaktır. Şimdiye kadar Resûli Ekrem Efendimizin (a.s.m.) hayatı yüzlerce defa yazılmıştır. Fakat, onun (a.s.m.) beşerî şahsiyetiyle peygamberlik vazifesinden gelen manevî şahsiyetinin muvazeneli şekilde nazara verilmesi hususunda her zaman gerekli dikkatin gösterildiği söylenemez.
Siyerler ve tarihler, aynı zamanda sosyal hâdiseleri tesbit eden birer tarihî kaynak olmak hüviyetleriyle daha çok Peygamberimizin beşerî şahsiyeti üzerinde durmuşlardır; risâlet makamındaki ulvî şahsiyetine ise, aynı nisbette dikkatleri çekmemişlerdir.
Hâlbuki, o eşsiz zâta gerçek hürmet ve itaat hislerini telkin edecek olan, daha çok peygamberlik şahsîyetindeki müstesna kemâlâtının bilinmesidir.
Gerçi onun ümmete her cihetten imam ve örnek olduğunu göstermek zaruretine binâen, beşerî ahvâlinden bahsetmek de elbette gerekli, hattâ zarurîdir.
Fakat, onun ulvî şahsiyetini idrak edebilmeye, sathî nazar sahipleri için sâdece bu beşerî yönü nazara vermek yeterli değildir.
Bunun için Peygamberimizin bir çekirdeğe benzetilen beşerî ahvâlini anlatırken o çekirdekten çıkan haşmetli Tûbâ Ağacı gibi manevî hüviyetine, risâlet şahsiyetine de zaman zaman nazarları çevirmek gerekmektedir. Tâ ki, ona lâyık hürmet ve muhabbet, hakkıyla gösterilebilsin.
Meselâ, o zâtın çarşı içinde bir at alış verişinde, sıradan bir bedeviyle pazarlık yapmasına bakıldığında, manevî şahsiyetinin anlaşılması, idrak edilmesi mümkün değildir. Bu durumda hemen akıl gözünü kaldırıp, onun refrefe binip, semâvâtı geçip, hattâ Cebrail'i bile geride bırakarak tâ Kabı Kavseyn makamına yükseldiği risâlet şahsiyetine bakılmalıdır. Ancak böylece beşerî halleriyle risâlet şahsiyeti arasında tam bir köprü ve denge kurulmuş olabilir.
Uzun süren titiz bir çalışma sonunda vücut bulan elinizdeki eserde, bu hususa azamî derecede ihtimam gösterilmiş, mütehassıs bir heyetin dikkatli tedkiklerinden sonra sizlerin istifadesine sunulmuştur.
Eserin telifinde, günümüz insanının anlayabileceği bir lisan ve okuma rahatlığı sağlayacak bir üslûb kullanılmasına da hassasiyet gösterilmiştir.
Günümüzde insanlığının asıl ızdırabı. Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'i (a.s.m.) tam manâsıyla tanımamış, hakikî şahsiyetini bilememiş olmasından ve getirdiği esaslara karşı lakayt kalmasından, onlara aşk ve şevk içinde kucak açmayışından gelmektedir. Dünyanın manevî sarsıntısı da, sıkıntısı da, anarşi ve huzursuzluk içinde bunalması da bundan doğmaktadır.
Onu anlamadıkça, sevmedikçe ve hayat bahşeden prensiplerini kendisine rehber edinmedikçe de insanlığın bu sıkıntı, sarsıntı ve buhrandan kurtulması mümkün değildir.
İnsanlık, onu anlamak zorundadır.
Bu eserimiz, onun bir nebze de olsa anlaşılmasına vesile olacaksa kendimizi bahtiyar addedeceğiz.
Sizi eserle baş başa bırakırken, eserin hazırlanmasında en az benim kadar gayret gösteren, himmetlerini ve yardımlarını hiçbir zaman esirgemeyen kıymetli ilim ehlî hocalarıma, değerli büyüklerime ve muhterem mesai arkadaşlarıma burada tekrar tekrar samimî teşekkürü bir borç bilir, sözlerimi şu veciz ve özlü duayla bitiririm:
Yâ Erhamerrahîmin!.. Resûli Ekrem'in (s.a.v.) hürmetine bizi onun şefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaına muvaffak ve Dârı Saadet'te onun âl ve ashabına komşu eyle! Âmin. Âmin. Âmin.
Salih Suruç
3 Ramazan 1401 / 5 Temmuz 1981 Üsküdar



Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Olan Hadiseler

Efendimizin Pak Nesebleri
Cenâbı Hakk, insanlığın babası Hz. Adem'i yaratmıştı.
Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arşı Âlâ'da muazzam bir nurla bir isim yazılı gördü: "Ahmed."
Merak edip sordu: "Yâ RabbiL Bu nur nedir?"
Allah Teâlâ buyurdu: "Bu, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım!"1
îmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen gelen o nurun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır.
Bir gün ashabtan Abdullah b. Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Bana, Allah'ın, her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?"
Şu cevabı verdiler:
"Her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu, Kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudretiyle dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı."2
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nur, sonra ilk olarak Hz. Adem'in alnında parladı. Sonra peygamberden peygambere geçerek Hz. İbrahim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmail'e intikal etti."Peygamberlerin Babası" olarak anılan Hz. İbrahim'in iki oğlu vardı: İshak ve İsmail (a.s.). O, oğlu İshak'ın neslinden birçok peygamberin geleceğini Cenabı Hakk'ın ilhamıyla bilmişti. Ancak, çok sevdiği Hacer'den dünyaya gelen oğlu İsmail'in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhuli idi.
Bununla birlikte, âhirzamanda büyük bir peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, Son Peygamber'in, çok sevdiği oğlu İsmail'in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu.
İlk banisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk mabedi Kabe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu. Hz. İbrahim, bu mukaddes binanın tekrar inşası için Cenâbı Hakk'tan emir aldı ve oğlu İsmail'le birlikte derhâl çalışmaya koyuldu.
Kabe'nin inşası tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâhı İlâhî'ye açarak şöyle yalvardılar:
"Ey Rabbimiz!.. Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder; ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitab'ı ve hükümlerini öğretsin, onları günahlardan temizlesin!"3
İşte, Cenâbı Hakk, yapılan bu samimî duayı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmail'in neslinden, Peygamberlerin Reisi Hz. Muhammed'i (s.a.v.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği bizzat Kâinatın Efendisi, "Ben, babam İbrahim'in duasıyım."4 diyerek ifade buyurmuşlardır.
Hz. İsmail'in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnan Oğulları, onlar içinden Mudar Oğulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabîlesi içinde ise, Haşîmîler kolu, hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.
Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Allah, İbrahim Oğullarından İsmail'i, İsmail Oğullarından Kinane Oğullarını, Kinane Oğullarından da Kureyş'i, Kureyş'ten de Benî Haşîm'i, Benî Haşîm'den de beni seçmiştir."5
Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin 20. dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:
"Muhammed (s.a.v.), Abdullah, Abdûlmuttâlib (asıl ismi Şeybe), Haşîm, Abdi Menaf [Muğîre], Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinane, Huzeyme, Müdrike [Amir], İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."6
İşte, Fahri Kâinat Efendimizin büyük dedeleri, bu zâtlardı. Her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok cemaatin reisi, birçok kabîle ve aşiretin dedesi ve babası olmuşlardır.
Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabîle iki kola ayrılsa, Sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise yüzünde parlayan müstesna nurdan bilinirdi.
Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi
Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin 20. dedesi olan Adnan'ın, Hz. İbrahim'in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrahim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada 40 batın [göbek] bulunduğunu belirtirler.7
Buna binâen, aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek mümkündür.
Bu sebeple, Resûli Ekrem Efendimizin 20. dedesi Adnan'dan Hz. İbrahim'e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmail'e Peygamber Efendimizin nesebini vardırmışlardır. Haliyle bu, arada birçok basamağın atlandığını ortaya koyar.
Adnan 'dan Hz. İbrahim 'e kadar
Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan'dan Hz. İbrahim'e vardırdıkları ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:
Adnan
Udd (veya Udad)
Mukavvim
Nah ur (veya Sarih)
Teyrah
Ya'ruh
Yeşcub
Nabit
İsmail (a.s.)
İbrahim (a.s.)8
Ayrıca, İbni İshak, bundan sonra da Resûli Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem'e (a.s.) kadar götürür.9 Ancak, belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş değillerdir.

2 Kastalanî, Mevahibû'lLedünniye, c. 1, s. 6. Kastalanî, A.g.e., c. 1, s. 7.
3 Bakara, 129.
4 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 175; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
5 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 20; Müslim, Sahih, c. 7, s. 58.
6 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 13; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 5556; Belâzurî,
Ensabû'lEşraf, c. 1, s. 12 v.d.; Taberî, Tarih, c. 2, s. 172180.
7 Mevlânâ Şiblî, Asrı Saadet, c. 1, s. 119.
8 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 2; libni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 56.
9 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 24.



Efendimizin Meşhur Dedeleri
Şüphesiz, Kâinatın Efendisinin nurunu alnında İlâhî bir emanet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, ona zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.
KUSAY
Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sâdece Zühre adında erkek kardeşi vardı.
Hz. Âdem'den beri devam edip gelen Nur-u Ahmedî'yi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay'a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, ailenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke'nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararlan ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimat kazandı. Bu sebeple Mekke'nin idaresi ona verildi. Mekke'yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabîleyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke'nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kabe'nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke Meclisini idare etmek gibi mühim işler, ona emanet edilmişti. Kabe'nin karşısında ve kapısı Kabe'ye bakan ilk ev, onun için inşa edilmişti. Bu ev, Mekke'nin bir nevi hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay'ın bu konağı, tarihte "Dârû'n Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicret'ten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.
Kusay, Mekke'de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize âit nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu hâline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere aile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdû'd-Dâr'a, "Sevgili oğlum!.. Seni bu kavme reis tâyin ediyorum." diyerek teslim etti.
Ne var ki, Abdû'd-Dâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kutsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menafin alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Haşîm, Abdû'ş-Şems, Muttâlib ve Nevfel.10
HAŞÎM
Haşîm, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesi-dir.
Mekke'nin ileri gelen eşrafından olan Haşîm, ticaretle uğraşırdı. Hedefine oldukça yaklaştığı için Nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Bu parlaklığı nisbetinde birçok üstün fazileti de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke'de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam'dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, birçok deve ve koyun kestirmiş, ekmek, et ve et suyu [tirit] ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.
Haşîm, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen sayılan yüksek bir şahsiyetin sâhibi olduğu için, ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple, Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşîmîler" denilmiştir.
Haşîm'in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe [Abdûlmuttâlib], Esed, Ebû Sayfi ve Nadle.11
Haşîm'in sâdece erkek çocuklarından Şeybe ile Esed zürriyet vermiş, diğerleri çoğalmamalardır. Şeybe, Resûl-i Ekrem E-fendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise, Hz. Ali ve annesi Fâtıma'nın dayısıdır.
Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Hüneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşîmîler sâdece Abdûlmuttâlib Oğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.12
ŞEYBE [ABDÛLMUTTÂLİB]
Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdûlmuttâlib, onun lâkabıdır; ancak daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.
Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe, küçüklüğünde Medine'de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları, diğer çocuklarla, Medine'de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe'ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti!
Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:
"Ben, Haşîm'in oğluyum! Ben, (Betha) Beyinin oğluyum! Okum elbette hedefini bulur!"
Seyre gelen büyükler, Şeybe'nin bu övücü sözlerini duydular. Haris bin Abd-i Menaf Oğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Haşîm'in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke'ye dönüşünde bu adaım, durumu amcası Muttâlib'e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zekî bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttâlib, bu haber üzerine derhâl Medine'ye vardı. Şeybe'yi alarak Mekke'ye getirdi. Muttâlib, terkisinde yeğeni Şeybe'yle Mekke sokaklarına girerken sordular: "Bu çocuk kim?"
Göz değmesinden korkan Muttâlib'in ağzından, "Kölemdir." sözü çıktı.
Evine gelince, karısı Hatice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı, "Kölemdir." oldu.
Ertesi gün amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdûlmut-tâlib [Muttâlib'in Kölesi]." diye cevap veriyorlardı.
İşte, böylece o günden sonra, her ne kadar kim olduğu bilâhare ortaya çıktıysa da, Şeybe'nin adı "Abdû'l-Muttâlib [Muttâlib'in Kölesi]" olarak kaldı.13
Abdûlmuttâlib 'in Rüyası
Aradan yıllar geçti.
Alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur, onu Kureyş'in reisliği makamına getirip oturttu.
Sıcak bir yaz günü idi.
Kabe'nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât, kendisine şöyle seslendi:
"Kalk, Tayyibe'yi kaz!" Sordu: "Tayyibe nedir?" Fakat, o zât, sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti:
Uyanan Abdûlmuttâlib, heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe'yi kazmak nasıl olurdu? Rüyaya bir mânâ veremeden merak içinde o gün ve geceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: "Kalk, Berre'yi kaz!"
Rüyasında şaşkına dönen Abdûlmuttâlib, yine sordu: "Berre nedir?"
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Abdûlmuttâlib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.
Ertesi gün idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, "Kalk," dedi, "Mednune'yi kaz!"
Derin uykuda Abdûlmuttâlib, adama, "Mednûne nedir?" diye sordu, ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Abdûlmuttâlib'in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu; ama, mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdûlmuttâlib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
"Zemzem'i kaz!"
Abdûlmuttâlib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca da adamın cevabı şu oldu:
"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kabe'de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadir. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır!"14
Uyanan Abdûlmuttâlib'in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyayı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke'den düşman istilâsı önünden kaçarken Kabe'nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hâle getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem'in ismi var, kendisi yoktu.15
Abdûlmuttâlib, artık Zemzem'in yerini bulup kazmakla vazi-felendirildiğini anlamıştı. Derhâl araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagasıyla bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.
Abdûlmuttâlib'in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış, hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem'in yerini tesbit etmişti ve sıra, kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün yanına bir tek oğlu olan Haris'i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşlarıyla bir daire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdûlmuttâlib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdeta gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen, bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü Ekber! Allahü Ekber!"
Abdûlmuttâlib ve Kureyş İleri Gelenleri
Abdûlmuttâlib'in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu fark-edince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdûlmuttâlib'e, "Ey Abdûlmuttâlib!.. Bu, babamız İsmail'in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et." dediler.
Abdûlmuttâlib, "Hayır, yapamam." dedi, "Bu iş sâdece bana tahsis edilmiş ve aramızdan ancak bana verilmiştir!"
Abdûlmuttâlib'in bu kesin cevabı, Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy b. Nevfel şöyle konuştu:
"Sen, yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"
Bu söz, Abdûlmuttâlib'in âdeta içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler, onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
"Ya, demek sen, beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semâya doğru çevirdi ve, "Yemin ederim ki," dedi, "Allah bana 10 erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kabe'nin yanında kurban edeceğim!"16
Abdûlmuttâlib'in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.
Şam 'a Gidiş
Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nâzikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdûlmuttâlib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.
Hakemi tesbit ettiler: Şam'da oturan Sa'd b. Hüzeym...
Amcalarından birkaçını yanına alan Abdûlmuttâlib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam'a doğru yolu çıktı.
Ne var ki, henüz Şam'a varmadan İlâhî Kader onları durdurdu. Abdûlmuttâlib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu, kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeliydi. Abdûlmuttâlib'in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter!" diyerek red cevabı verdiler.
Abdûlmuttâlib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.
Abdûlmuttâlib 'in Su Aramaya Çıkması
Fakat, her şeye rağmen Abdûlmuttâlib, devesine atladı ve etrafta su aramaya koyuldu. Diğerleri ise, kendi ve yakın akrabalarının susuzluktan ölüp gidecekleri ânı bekliyorlardı.
Ama, ümitleri kursaklarında kaldı. Kâinatın Efendisinin mukaddes nurunu alnında taşıyan Abdûlmuttâlib, bir vadiden geçerken devesinin ayağı bir ara kuru otlar arasına gömülmüş irice bir taşa takıldı. Deve tökezledi, taş ise yerinden yuvarlandı. Yere düşmemek için devesine sımsıkı yapışan Abdûlmuttâlib, dönüp arkasına bakınca gözlerine inanamadı: Alev saçan çölde, yuvarlanan taşın çukurunda pırıl pırıl parlayan bir avuç su gördü!
Devesinden indi. Kılıcıyla taş kovuğunu genişletince su daha da gür akmaya başladı. Az zamanda önündeki çukurda fazlasıyla su birikmişti. Geri dönen Abdûlmuttâlib, sevinç çığlığı bastı: "Gelin! Hem size, hem hayvanlarınıza yetecek kadar su buldum!"
Hepsi, yeniden hayata kavuşmuş gibi sevindiler. Su başına giderek hem kana kana içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler.
Bir ara Abdûlmuttâlib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi: "Suya gelin, suya!.. Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın gelin!"
Kureyşliler, mahcup mahcup kaynağa yanaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz suyla doldurdular.
Kureyşliler, Zemzem Kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir eda içinde Abdûlmuttâlib'e dönerek, "Ey Abdûlmuttâlib!.." dediler, "Artık sana diyecek bir sözümüz yok! Anladık ki, Zemzem'i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz! Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!"
Ve, hakeme gitmeden, yarı yoldan tekrar Mekke'ye hep beraber döndüler.17
Mekke'ye dönen Abdûlmuttâlib, oğlu Haris'le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem'i ortaya çıkardı.
Kıymetli Mallar İçin Kur 'a Çektiler
Zemzem Kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.
Zemzem'i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdûlmuttâ-lib'e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdûlmuttâlib'in başına dikildiler. "Ey Abdûlmuttâlib!.." dediler, "Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var!"
Cömert ve sabırlı Abdûlmuttâlib, önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok." diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu: "Ben yine de size yumuşak davranayım! Aramızda kur'a çekelim!"
Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur'-ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular.
Abdûlmuttâlib, kur'ada takib edilecek usûlü anlattı: "İlk kur'a Kabe için, iki kur'a benim için, iki kur'a da sizin için çekeriz. Kur'ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır!"
Bu usûl, tarafsız bir hâl çâresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdûlmuttâlib'in bu davranışını takdir ettiler. "Doğrusu," dediler, "pek insaflı davrandın!"
Kabe'nin içindeki Hülbel putunun yanına vardılar ve kur'a çektiler. Kur'a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu: Altından geyik
heykeller Kabe'ye, kılıç ve zırhlar Abdûlmuttâlib'e düştü.18 Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Abdûlmuttâlib, kılıç ve zırhları dövdürüp saç hâline getirdikten sonra bununla Kabe'nin kapısını kapattı. Böylece, Kabe'yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem Kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdûlmuttâlib'in yaşı kemâl yaş olan 40'a ayak basmıştı.
Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk'ın insanıyla erkek çocuklarının sayısı 10'u buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va'dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kabe'de kurban etme vaadi. Ama hangisini?.. Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat, Abdullah çok daha başka idi.

10 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 6(5, 70, 74; Tabert, Tarih, c. 2, s. 181-185.
11 İbn-iSa'd, A.g.e.,c. 1,s. 75, 80.
12 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 79-80.
13 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 82-83.
14 İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 150-151.
15 Geniş bilgi için Bkz.: M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 229-232.
16 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 160; Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 88; Taberî, Tarih, c. 1, s. 128.
17 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 152-153; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 84.
18 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1. s. 145-146; ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 85. Abdûlmuttâlib'in diğer (erkek) çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abd-i Menaf), Zübeyr, Haris, Had, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb [Abdû'l-Uzza] (ibn-i Hişam, c. 1, s. 113; İbn-i Sa'd, c. 1, s. 88).



Hz. Adullah
Abdullah, Abdûlmuttâlib'in erkek çocuklarından sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.
Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nuru Muhammedi, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne hârika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahsetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.
Abdûlmuttâlib 'in, Oğullarıyla Konuşması
Artık oğullarının 10'u da büyümüştü.
Va'dini unutmayan Abdûlmuttâlib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular: "Peki nasıl yapalım bunu?.. Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?'"
Abdûlmuttâlib, böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:
"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"
İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhâl yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti; üzerine kendi İsmini yazdıktan sonra, babasına uzattı.
Okları toplayan Abdûlmuttâlib, doğruca Kabe'ye vardı. Meselenin nasıl halledileceğini anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.
Böyle durumlarda, Kureyş, bu usûlle başvururdu.
Kur 'a Çekilişi
Kabe'nin yanına varan Abdûlmuttâlib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki 10 oku, Allah'a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde 10 ciğerparesinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: "Abdullah!.."
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: "Abdullah..."
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz!" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği sözü hatırlayarak, çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir hâlde, yüzünü Kabe'den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.
Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur'a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Abdûlmuttâlib'in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan oğlu Abdullah'ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:
"Abdullah!.. Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti!"
Abdûlmuttâlib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu: "Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"
Abdûlmuttâlib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah'ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Naile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah'ta sanki Hz. İsmail'in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdûlmuttâlib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: "Ey Abdûlmuttâlib!.. Ne yaprak istiyorsun?"
Abdûlmuttâlib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: "Onu kurban edeceğim!"
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler. "Ey Abdûlmuttâlib!.." dediler, "Bu nasıl olur? Sen ki Mekke'nin büyüğüsün. Böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?"
Bütün kalabalık, Abdûlmuttâlib'in aleyhindeydi. Hattâ, hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah'ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah, onun istediğini vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O'na karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah'ın dayısı Abdullah b. Muğire ortaya atıldı ve, "Ey Abdülmuttâlib!.." dedi, "Vallahi, meşru bir mazeret olmadıkça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"
Abdülmuttâlib'in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.
Kureyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce, bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:
"Ey Abdülmuttâlib!.. Abdullah'ı al, Şam'a git! Orada bir kadın var: Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çâre bulur. Elbette senin için de bir çâre bulur. 'Abdullah boğazlanacak.' derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah'ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çâre bulursa, ona göre hareket edersin!"19
Bu fikir, Abdûlmuttâlib'in aklına yattı. Derhâl Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular.
Abdülmuttâlib, durumu olduğu gibi anlattı. Kadın sordu: "Sizde bir insanın diyeti nedir?" Abdülmuttâlib, "On deve." dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, "Gidin, 10 deve hazırlayın. Çocukla 10 deveyi alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise 10 deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz." dedi.20
Ortaya konan çâreyi uygun bulan Abdûlmuttâlib, sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke'ye döndü. Abdûlmuttâlib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.
Kur 'a Neticesi
Mekke'ye dönüşünün ertesi günü idi.
Abdûlmuttâlib, biricik oğlu Abdullah'ı ve 10 deveyi alarak Kabe'ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile 10 deve arasında kur'a çekilecekti.
Abdûlmuttâlib, sevinç içinde, memura, "Çek!" dedi.
Çekilen ok Abdullah'a çıktı!
Develerin sayısını 20'ye çıkardılar.
Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah'ı gösterdi!
Develer 30'a çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah'a isabet etti.
Develer 40 oldu. Ok yine Abdullah'a çıktı.
Elli oldu. Ok Abdullah'a çıkmakta ısrar ediyordu!
Altmış, 70, 80, 90 oldu. Ok, ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu! Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.
Abdûlmuttâlib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet, develerin sayısı 100'ü buldu.
Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü, ok, develere çıkmıştı!
Herkes gibi Abdûlmuttâlib'in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhâl ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
"Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekeceğim; tâ ki kalbim mutmain olsun!"
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.
Bu sevincini Abdûlmuttâlib, "Allahü Ekber, Allahü Ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.
Böylece, Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdûlmuttâlib, 100 devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhâl yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.
O günden itibaren, Kureyşliler ve Araplar arasında, bir insan diyetinin 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.21
Resûli Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.22
Hz. Abdullah 'ın İffeti
Aynı gündü.
Herkes neticeden memnun, kur'a yerinden dağılıyordu. Abdûlmuttâlib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kabe'nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah'ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah'ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nevfel'in kız kardeşi Rukiyye idi. O da, kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda âhirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah'ın yüzünde, o âna kadar hiç kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâsebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, âdeta güzelliğini ve iffetini unutarak Abdullah'ın yanına yaklaştı ve fısıldadı:
"Delikanlı, biraz dursana!"
Abdullah durdu.
Kadın, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, "Babamla gidiyoruz." diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. "Abdullah," dedi, "benimle şimdi evlenir misin?"
Abdullah'ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.
Fakat, Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle câzib hâle getirdi. "Eğer" dedi, "benimle evlenmeyi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!"
Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:
"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?"23
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye'nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık şöyle dursun, çok donuktu.
Abdullah sebebini sordu: "Ne oldu sana?.. Hâlin değişmiş!"
Rukiyye, "O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!" diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah'ın alnında parlayan nur artık yoktu.
Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine'ye intikal etmişti.
Aslında, Hz. Abdullah'a hayran ve meftun olan sâdece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti! Ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâla'nın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!..
Hz. Abdullah'ın, Hz. Amine'yle Evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdûlmuttâlib, bir an evvel onu mes'ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Abdûlmuttâlib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre Kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menafin yanına vararak, kızı Âmine'yi oğlu Abdullah'a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:
"Ey amcamoğlu!.. Biz bu teklifi sizden önce aldık! Amine'nin annesi, geçenlerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş, aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz İbrahim'i (a.s.) gördüm. Bana, 'Abdûlmuttâlib'in oğlu Abdullah ile kızın Âmine'nin nikâhlarını bea kıydım! Sen de onu kabul et.' dedi, Bugün sabahtan beri bu rüyanın tesiri altındayım. 'Acaba ne zaman gelecekler?' diye kendi kendime sorup duruyordum!"
Bunları duyan Abdûlmuttâlib, sevincinden, "Allahü Ekber! Allahü Ekber!" diyerek tekbir getirdi.
Vehb'in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla Kureyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah'a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise, bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes'ud aile yuvası kuruldu.24
Hz. Abdullah'ın Vefatı
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin farkettiği garib bir durum oldu: Hz. Abdullah'ın yüzündeki nur, Hz. Âmine'nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hz. Âmine, Kâinatın Efendisine hâmile idi.
Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.
Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye'ye gitti.
Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke'ye dönmedi. Aylar sonra Mekke'ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sâdece acı haberi vardı.
Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine'de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı.
Bu haberi alan Abdûlmuttâlib, derhâl oğlu Haris'i Medine'ye gönderdi. Haris, Medine'ye varıncaya kadar her şey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccar Oğullarından Nabiğa'nın evinin avlusuna defnedilmişti.
Haris, bu acı haberi alıp Mekke'ye getirdi. Mekke bir anda matem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah'ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sinesine alışı, Abdûlmuttâlib Ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti.
Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine'nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hz. Âmine, hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:
Artık, Mekke 'nin Betha kolu Haşîm Oğullarından boş kaldı. Mekke, Haşîm Oğullarının sânından mahrum kalacak artık!
Ölümün dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.
Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Haşîmoğlu gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.
Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
Ne yazık ki, ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi!2S
Hz. Abdullah 'in Bıraktığı Miras
Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece mütevazi bir mîras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para.26
Fakat, geriye, Allah'ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)...

19 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 162; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
20 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 163; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
21 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1. s. 89; Taberî, Tarih,c. 2, s. 174.
22 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 89.
23 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 9596.
24 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 167; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1. s. 94.
25 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s 100.
26 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 167; ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 100.



Fil Vakası
Hidâyet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kabe'ye her taraftan insanlar akın akın gelip hacc mevsiminde ziyaret ediyorlardı.
Kabe'nin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin Yemen Valisi Ebrehe Esrem idi.
Ebrehe, Kabe'ye olan insan akınının önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San'a şehrinde Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu!
Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya celbedecek-ti. Dolayısıyla Kabe'ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı!
Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş Hükümdarına, takdirini kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı:
"Hükümdarım!.. Senin için öyle bir mâbed yaptırdım ki, şimdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem, onun gibisini yapmış değildir! Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım!"27
Fakat, Ebrehe'nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sâdece süsünü püsünü görmek için... Kabe'ye olan akın, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!
Kulleys 'in Kirletilmesi ve Ebrehe 'nin Kararı
Ebrehe'nin, Kabe'ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinane Kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys'in içini dışını pisliğiyle kirletti; sonra da kaçıp memleketine döndü.
Bu hâdise, insanların Kabe'ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe'yi bütün bütün çileden çıkardı. Hâdiseyi Araplardan birini yaptığını da öğrenince, "Araplar, bunu, Kabe'lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kabe'sinde taş üstünde taş bırakmayacağım!" diye yemin etli;28 sonra da, Kabe'yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş Necâşîsinden "Mahmud" adındaki meşhur fili istedi. Necâşî, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isimli fili, Ebrehe'ye göndererek arzusunu yerine getirdi.20
Ebrehe, ordusunu hazırladı, Mekke'ye doğru yola çıktı.
Mahmud adlı fille, ordunun önünde, Mekke'ye doğru ilerliyordu.
Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı çıktılar; fakat, muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûb edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke'ye yakın Muğammis denilen mev-kiye gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi.
Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Abdûlmuttâlib'in 200 devesi de dâhil Kureyş ve Tihamelilerin sürülerini gasbetti.30
Bu sırada, Abdûlmuttâlib, Kureyş Kabilesinin reisi idi.
Ebrehe ve Abdûlmuttâlib
Ebrehe, bir elçiyle, Kureyşlilere şu haberi gönderdi:
"Ben sizinle harbetmek için değil, şu mabedi yıkmak için geldim! Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet Kureyş Kabîlesinin reisi benimle harbetmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin!"31
Kureyş Reisi Abdûlmuttâlib'in, elçiye cevabı şu oldu:
"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisiyle harbetmek istemiyoruz. Zâten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed, Allah'ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe'yi bu hareketinden vazgeçirecek güç ve kuvvet yoktur."32
Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdûlmuttâlib, elçiyle birlikte Ebrehe'nin yanına vardı.
Abdûlmuttâlib, heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayriihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu.
Abdûlmuttâlib, isteğini belirtti: "Askerlerin, 200 devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir."
Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, "Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve ataları-
nın tapınağı olan Kabe'yi yıkmaya gelmişken, sen, ondan söz etmiyorsun da, aldığım 200 deveden bahsediyorsun!" diye konuştu.
Abdûlmuttâlib, Ebrehe'nin alaylı tavrına aldırmadan, "Ben, develerimin sahibiyim. Kabe'nin de bir sahibi ve koruyucusu vardır; elbette onu koruyacaktır!" diye karşılık verdi.
Bu sözler, Ebrehe'yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu: "'Onu bana karşı kimse koruyamaz!"
Abdûlmuttâlib, yine sözün altında kalmadı ve, "Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!.."'3 dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdûlmuttâlib'in gasbedilen develerini geri verdi. Abdûlmuttâlib, ordugâhı terkederek Mekke'ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca, 200 deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bıraktı.
Mekke Boşaltılıyor!
Abdûlmuttâlib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke'yi boşaltmalarını, halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kabe'nin yanına vardı ve kapısının halkasına yapışarak, "Allah'ım!.. Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de Kendi evini koru! Tâ ki, yarın onların salîbleri ve kuvvetleri, Senin kuvvetine galebe çalmasın."34 diye dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu.
Mekke mahzun, Kabe mahzun, Kureyş mahzundu.
Ordu Harekete Hazır; Fakat!..
Ertesi günün sabahı idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kabe'yi yerle bir etmek için, Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekte idi.
Tarih: Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü.
Ordu, hareket edeceği sırada Ebrehe'ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan Nüfeyl b. Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud'un kulağına eğilerek şunları fısıldadı:
'"Çok Mahmud!.. Sağ salim geldiğin yere dön. Sen, Allah'ın mukaddes saydığı beldedesin!"35
Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.
Nüfeyl'in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birdenbire çöküverdi.
Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak olamadılar. Yönünü Yemen'e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam'a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke'ye doğru çevirdiklerinde, âdeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.36
Bu heyecanlı anda, kimsenin Fil-i Mahmud'un bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hakk, "Celâl" ismiyle tecellî etti ve Kur'ân'da "Ebabil" diye adlandırılan kuşları, deniz tarafından, Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, ânında yerde debelenip oluveriyordu.37
Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kaldılar. Bir anda karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarasıyla sonradan o da, arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.38
Bu arada, Kabe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.
Cenâb-ı Hakk, Ebrehe ordusuna Ebabil kuşlarını musallat ettikten sonra, ayrıca arkasından sel hâlinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.39
Yüce Rabbimiz, Kur'ân-ı Kerîm'inde bu hâdiseyi bize şöyle haber verir:
"(Ey Resulüm!.. Kabe'yi tahrip etmek isteyen) Ashab-ı Fil'e (fillerle teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini görmedin mi? Onların kötü niyet ve teşebbüslerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar salıverdi, onlara 'siccipden [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı. Derken, Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik ekin yaprakları hâline getirdi!"40
Bu hâdise, Resûl-i Eükrem Efendimizin peygamberliğinin bir deliliydi.* Zîra, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama, hârika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masun kalmıştır.
Evet, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mabedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de!
Resûl-i Ekrem Efendimize risâlet vazifesi verilmeden önce, peygamberliğiyle alâkalı olarak meydana gelen harikulade hâdiselere "irhasat" denir. Bu hâdiseler, Efendimizin peygamberliğine delil teşkil ederler. Âlimler, Fil Vak'asını da irhasatlan kabul etmişlerdir.

ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 45; ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 109.
28 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 47; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih,c. 2, s. 110.
29 ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 91.
30 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 50; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih,c. 2, s. 111.
31 ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 50.
32 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 50.
33 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 51; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 92.
34 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 53; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 92.
35 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 54.
36 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 54; Taberî, Tarih, c. 2, s. 113.
37 Ibn-i Hişam, A.g.e., s. 54-55; ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 92.
38 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 56.Ibn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 92.
40 Fil Sûresi.



Efendimizin Dünyaya Gelişi ve Çocukluğu

Efendimizin Dünyaya Teşrifleri
Yeryüzünü manevî bir karanlık kaplamıştı.
Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdeta mateme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalbler idi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilân edilmişti!
Yeryüzü, saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan "tevhid" inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.
İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hâle gelmişti.
Alem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu.
Akıl, ruh ve kalbleri manevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah'ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!
İşte, o zât geliyordu!
Dünyanın manevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz insan, Allah'ın Son Peygamberi geliyordu!
Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (s.a.v.) geliyordu!
O An...
Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi.
Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsalsiz insana "hoşâmedî"de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.
Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının 20'si. Fil Vak'asından 50 veya 55 gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi.
Mekke'de mütevazi bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti.
Bu mütevazi evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), dünyaya gözlerini açtı!
Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve matemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtıhverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde âdeta, "Doğdu ol saatte Sultanı Din/ Nura garkoldu semâvâtü zemin." diye haykırdı.
Annesinin Dilinden...
Yeryüzünde hiçbir anneye nasîb olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan azîz anne Hz. Âmine, o mes'ud ânı şöyle anlatır:
"Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zât çıkıp dedi ki:
'"Ya Âmine!.. Bil ki, sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açma!'
"Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdûlmuttâlib, Kabe'yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi."41
Azîz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır:
"Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kabe'nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede. Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: 'Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin; tâ ki mahlûklar, Muhammed'i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle tanısınlar!' Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti."42
Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam'ın saray ve köşklerini seyretmiştir.43
Şifa ve Fâtima Hâtûn 'un Müşahedeleri
Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, azîz annesinin yanında Abdurrahmân b. Avf in annesi Şifa Hâtûn ile Osman b. Ebû'lÂs'ın annesi Fâtıma Hâtûn da vardı.
Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtûn, o andaki müşahedesini şöyle anlatır:
"Allah'ın Resulü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: 'Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.' Maşrık ile mağrıb arası nurla doldu. Hattâ, Rum diyarının bazı saraylarını gördüm! Sonra, Allah Resulünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, 'Nereye gitti?' diye sordu. 'Doğuya götürdüler' diye cevap verildi.
"Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki, Allah Resulü peygamberliğini ilân eder etmez, hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îman dairesine girdim."44
Fâtıma Hâtûn ise, hâtırasında, o mes'ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdeta üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.45
Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, sünnetli ve dünyaya göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasaydı.* Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında nebîlik mührü "Hatemi Nübüvvet" bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûli Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.
Ashabtan Sâib b. Yezid, Resûli Ekrem Efendimizin "Nübüvvet Mührü"yle ilgili olarak şöyle der:
"Çocukluğumda, teyzem beni Nebîyyi Ekrem'in (s.a.v.) yanına götürüp, 'Yâ Resûlallah!.. Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var.' dedi. Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında, gerdek çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi olan Hatemi Nübüvvet'i gördüm!"46
Rivayet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine, kaynaklar, peygamberlerden Şit, Idris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselâm) hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.
Hz. Ali de (r.a.), Resûli Ekrem'i tarif ve tavsif ederken, "İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu, kürekleri arasındaki peygamberlik hateminden belliydi." der.
Abdûlmuttâlib 'e Verilen Müjde...
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdûlmuttâlib, Kabe civarında Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaçıyla oturmuş, sohbet ediyordu.
Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdûlmuttâlib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib'e teslim ederek, "Bu çocuk, sana emanettir. Bu oğlumun sânı şerefi yüce olacaktır." diye konuştu.
Abdûlmuttâlib, bu mes'ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti; ayrıca, şehrin her mahallesinde develer kurban ederek, insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.
Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (s.a.v.)
Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
"Muhammed..."
"Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler.
Cevabı şu oldu:
"Allah'ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!.."
Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah'ın, insanların ve meleklerin senasına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz îmanı, irfanı, ibâdeti, sadâkati, takvası, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlakıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına erişecek hiçbir fânî olmamış ve olamaz.

DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA MEYDANA GELEN HÂRİKA HÂDİSELER
Kâinatta en büyük hâdise, hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dünyaya teşrifleri hadisesidir.
Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kadîri Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı; dolayısıyla, imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nuru Muhammedi, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlemi kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nuru Muhammedi, hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya, mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."47
İşte, "Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım!" kutsî hadîsi, bu sırra işaret etmektedir.
Ayrıca, Efendimizin risâleti, diğer peygamberler gibi hususî değil, umumî ve cihanşümuldur. Buna binâen, elbette, dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârika hâdiseler vücuda gelecekti; ve bu hâdiseler, akıl ve basiret sahiplerini düşünceye sevkedecekti!
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevîi Nuriye, s. 106.
ebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârika hâdiseler meydana geldi:
Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu
Yahudiler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resulünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Âhirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı.
Resûli Zîşan'ın meşhur şâiri Hassan b. Sabit (r.a.), bu hususu şöyle anlatmıştır:
"Ben, sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah vakti, Yahudînin biri 'Hey Yahudiler!..' diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudîler, 'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu:
"'Haberiniz olsun: Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi.'"48
İbni Sa'd'ın naklettiği konuyla ilgili bir rivayette ise, şöyle denilmektedir:
"Mekke'de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resulünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: 'Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?' Kureyşliler, 'Bilmiyoruz.' cevabını verince, adam sözlerine devam etti: 'Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.'
"Kureyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler: 'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan var.'
"Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü; ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
'"Peygamberlik artık İsrail Oğullarından gitti! Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'"49
Demek, gök kubbe, pırıl pırıl yıldız kandilleriyle, Resûli Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.
Medayin 'deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak Yıkıldı
Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum anlarını gösteriyordu.
Derin uykuya dalan Medayin şehri, korkunç bir çatırtı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar Sarayının o sapasağlam burçlarından 14'ü, çatırdayarak yıkılıvermişti!
Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhâl bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu.
Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı.
Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz alarak, gördüğü bir rüyayı anlattı: "Gördüm ki, yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu hâlde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar.'*
Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan'ın bu rüyasını da manâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan'a sordu: "Peki, bu, neye işaret olabilir?"
Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: "Araplar tarafından çok önemli bir şeyler olacağına işaret olabilir!"
Kisrâ, bunun üzerine derhâl Hire Valisi Numan b. Münzir'e bir mektup yazdı. Mektupta, "Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu.
Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhâl Abdû'1Mesih b. Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi.
Gelen âlimi, hükümdar, derhâl huzura kabul etti. Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.
Abdû'lMesih, Kisrâya, hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti: "Şam yakınında Cabiye'de oturan dayım Satih'te, bunilara cevap verecek bilgi vardır."
Bunun üzerine Kisrâ, Abdû'lMesih'i, gidip, Satih'ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.
Meşhur Şam Kâhini Satih, kemiksiz, âdeta âzâsız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acubei hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâima sırtüstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaibten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.
Abdû'lMesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Satih'in yanına vardı. O sırada Satih, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmını alabildi ve ne de konuşabildi.
Fakat, Abdû'lMesih olup bitenleri anlatınca, iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satih, gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı: "Ey Abdû'lMesih!.. İlâhî vahyin okunması çoğalacak! Asâ'nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satih için... Şunu bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi." Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti: "Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır."50
Bu cümleler, Satih'in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.
Meşhur Kâhin Satih, bu sözleriyle, açıkça, Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğun haber veriyordu.
O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Mazdeizmin karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortaran kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna da şâhid oldu ve hâdiseler Satih'in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren 14 hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hatemû'lEnbiya'nın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı.
Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran'da dinî bir mezheptir. Zerdüşt tarafından va'zedilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususiyeti, mülkte ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve etini yemek de, bu mezhebin yasakladığı şeyler arasındadır (islâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 201205).
Kabe 'nin İçini Karanlık ve Kirlere Boğan Putların Pek Çoğu Başaşağı Yıkıldı
Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah'ın tek mâbud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak âbideleştiği Kabe'yi, putlarla, karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid Temsilcisi Resûli Kibriya'nın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu, yerlerine kurşunla perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.
Bu hâdisenin ifade ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu zât, kendisine verilecek vazife gereği, kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracak, gönüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inancını bayraklaştıracaktır.
Dünya buna da şah id oldu: O Resûli Zîşan, kısa zamanda Kabe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmanıylayok ediverdi.
İstahrabat 'ta Bin Seneden Beri Yanmakta Olan, Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi
Mecûsîler, bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleriyle birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.
Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperesti iği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.
Takdis Edilen Meşhur Save (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi
Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izniyle olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifadesiydi.
Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü
Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatle sinesinde terbiye edip okşayacaktı.
Semave Vadisi, Taşarı Seller Altında Kalıp Suya Gar koldu
Resûli Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi.
Taşan seller Semave Vadisi ve Semave şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çâreyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.
Gök Kubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü
Nebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde, hazan yaprağı gibi, gök kubbeden yıldızlar döküldü.51 Bu hâdise de şuna işaret ediyordu:
Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur! "Madem Resûli Ekrem (a.s.m.), vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına [haberlerine] set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara hatime çekti; hattâ çok kâhinler îmana geldiler. Çünkü, daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar."52
O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin, Resûli Ekrem'in doğumu sırasında meydana gelmeleri, elbette tesadüfi değildi. Ezelî Kudret'in kader kaleminin tâyin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı ve dünyaya, Âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) zuhurunu haber veriyorlardı!

41 Kastalânî, elMevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 21.
42 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 21.
43 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 166; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 102; Taberî,Tarih, c. 2, s. 125.
44 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 22.
45 Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 267.
46 Buharı, Sahih, c. 1, s. 48; Müslim, Sahih. c. 7, s. 86.
48 Kastalânî, Mevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 22.
49 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 162163.
51 Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 726733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161163.
52 Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 163.



Efendimizin Sütanneye Verilmesi
Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi.
Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran Arabistan'ın kalbi, sevincinden âdeta duracak gibiydi.
Kâinatın eşsiz hâdisesine sahne olan Mekke, âdeta ulvî âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi.
Hz. Âmine, huzurlu ve siirurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı tebessümleriyle, kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi.
Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe Hâtûn, Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.53
Süveybe Hâtûn, daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece, Resûli Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.
Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahri Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet sütannelik yaptığı için Süveybe Hâtun'u hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.
Evet, vefa, Fahri Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Haticei Kübra da, evine sık sık gelip giden Süveybe Hatun'u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûli Kibriya Efendimiz, Medine'ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe'yi kendiliğinden âzad etti.54
Ebıı Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûli Ekrem'in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçmeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lanetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtun'un bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtûn sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu da anlatılmıştır.
Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennem'in şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular: "Neden feryad ediyorsun? Neyin var?"
Ebû Leheb, "Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sâdece bir tek hayır buldum: Muhammed'i emziren Süveybe'yi âzad ettiğim için, bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı." diyerek şehâdet parmağını gösterdi.55
Hâdise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sâdece onu emziren Süveybe Hâtun'u âzad ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve Cehennem'de azabı bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki, sâdece Sevgili Peygamberinin zâtına değil,zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâbı Hakk, lûtfu ve keremi ile karşılıksız bırakmıyordu!
Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünneti seniyyesine îttiba etmekten şeref duyan gerçek mü'minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün!
ÇOCUKLARI SÜTANNEYE VERME ÂDETİ
Mekke'nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde ise, hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedil idi. Ayrıca, çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.
İşte, buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için, Mekke'nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet hâline getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazân daha fazla sütannenin yanında kalırdı.
Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabîle, bilhassa Sa'd b. Bekr Kabilesi kadınları, senede birkaç defa kafile hâlinde Mekke'ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa'd b. Bekr Kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temayüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri, daha çok bu kabîle kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.
BENÎ BEKİR KABİLESİ KADINLARININ MEKKE'YE GELİŞİ
Resûli Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtûn tarafından emziriliyordu.
O sırada, Sa'd Oğullan yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabîle halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek bir şeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.
Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke'ye oldukça kalabalık bir kafile hâlinde geldiler.
Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk buldular. Garibtir ki, hiçbiri, yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı!
Mekke'ye geç giren, sâdece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hilim ve hayası, yüksek ahlâk ve fazileti ile, kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaîf merkeplerine bindiklerinden, kafileden geride kalmıştı. Mekke'ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesna, diğerleri önde giden Bekr Oğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.
Kocası Haris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sâdece işin zahirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan, bir kendisi vardı.
Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Kader'in kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.
Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden munis sîmalı yaşlı bir zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdûlmuttâlib'ti. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar:
Abdûlmuttâlib, "Sen neredensin?" diye sordu.
Kadın, "Benî Sa'd Kabîlesi kadınlarından..." cevabını verdi.
"Adın ne?"
"Halime!.."
Abdûlmuttâlib, "Ne güzel, ne güzel! Sa'd ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de bunlardadır." dedikten sonra derin bir iç çekti; arkasından da, Halime'ye, "Ey Halime!.. Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa'd Oğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bari, gel, sen ona sütanneliği yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin!" dedi.
Halime, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat, yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra, "Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasında eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi(!) alacağım." dedi.
Kocası Haris, fikrine iştirak etti: "Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder."56
Bunun üzerine, dönüp Abdûlmuttâlib'in yanına geldiler.
Abdûlmattâlib, Halime'yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine'nin mütevazi evine götürdü.
Halime, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu!
Halime, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi isınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı!
Artık, hüzün ve ızdırap bulutu Halime'yi terketmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük bahtiyarlıktı!
Hâlime, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü.
On anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halime'nin busesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı!
Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu!
İlk Bereket
Artık, nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halime'nin kucağındaydı.
Fakat, bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhâl sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden...
Halime şaşırdı, kocası Haris hayretler içinde kaldı.
Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt kardeşi olan Halime'nin oğlu Abdullah'ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi, bundan böyle hep sağ memeyi emecektir!
Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halime, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdûlmuttâlib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke'den ayrıldılar.
Âmine'nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve âdeta bir bulut olup nur yavrusunun peşinden koştu.
Gece, Haris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin, Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halime'ye seslendi: "Ey Halime!.. Bil ki, sen, çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!"
Halime, kocasını tasdik etti: "Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum!"57
Mekke artık gerilerde kalmıştı.
Halime dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. Merkep, o zaîf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sür'ât, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri merkep bu değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halime'nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: "Ey Ebû Zueyb'in kızı!.. Yazıklar olsun sana!.. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?
Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaîf, nahif hayvanı da coşturmuştu!
Halime, arkadaşlarına cevap verdi: "Hayır, vallahi, merkep aynı merkep. Hattâ, ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle sür'âtli gidiyor. Bunda bir gariblik var!"58
Ne yazık ki, henüz kafıledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşmetiyle kucaklayacağına birer açık işaretlerdi!

53 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 42.
54 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108.
55 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108.
56 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 171172; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 110111.
57 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 172; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 111; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
58 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.



Efendimiz Sadoğulları Yurdunda
Bütün bu garibliklerden sonra, Halime ve kocası, yurtlarına vardılar.
Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi, Sa'd Oğullan yurdundaydı.
O sırada, Sa'd Oğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi: Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zaîflikten ayakta duracak mecali kalmamış hayvanlar...
Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hanenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıkabasa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyorlardı. Solgun yüzler yoktu artık Halime'nin evinde...
Beldenin şâir sakinleri, yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı! Hayvanları hâlâ zaîf, nahif ve istenilen sütü veremiyordu!
Sanki, Peygamberimizi "yetim" diyerek almayanlar, mâruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.
Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mânâ veremiyorlardı. Kabahati çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı: "Gidin, görün bakalım! Halime'nin çobanı, koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor! Kim bilir, koyunlarını nerede otlatıyor! Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!.."
Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını, adları gibi biliyorlardı. Halime'nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatab oluyorlardı:
"Peki, sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıkabasa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?"
Ne çobanlar ve ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı; sâdece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı!
Elbette bunun bir sebebi vardı; ve bu sebebi, henüz o zaman Hz. Halime ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine, Halime onlara şu cevabı verdi:
"Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Her şey Mekke'den dönüşümüzle birlikte başladı!"
Tabiî ki, çobanlar, bu sözlerden pek bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.
Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:
Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme âlicenâblığını gösterdiklerinden dolayı Halime'lerin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.
Halime ve kocası, bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Âdeta onu uçan kuştan, doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.
YAYLA KURAKLIKTAN KURTULUYOR!
Sa'd Oğullan yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı, her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duasına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.
Bir Cuma günüydü.
Kadınlı erkekli bütün kabîle halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını da alarak, bir tepenin üzerine, yine yağmur duasında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duaya başladılar. Yalvarmalar yakarmalar, Âlemlerin Rabbine, yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saatlerce dua ettikleri hâlde yere tek bir yağmur damlası düşmedi.
Kalabalığın içinde Sevgili Peygaberimizin süt annesi Halime ve kocası Haris de vardı. Halime, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi'nin yanında evde bırakmıştı.
Duanın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halime'nin komşusu bir kadın, duasını bitirmek üzere olan rahibe yaklaştı ve râhib duasını bitirince de, "Râhib efendi, biz bu kadar dua ettik, fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı uğurlu biri olsa, belki Âlemlerin Rabbi duamızı kabul ederdi." dedi.
Râhib, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve, "Biz, O'na dua ederiz; ama O'nun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir." diye konuştu.
Yaşlı kadın, bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi: "Biliyorum, dedikleriniz doğru. Ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Halime'nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O geldiği günden beri Halime'nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de onu buraya gelirsek... Belki ayağı uğurlu gelir! Onun yüzü suyu hürmetine Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur!"
Râhib önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu.
Yaşlı kadın, Halime'yi arayıp buldu ve rahibe yaptığı teklifi kendisine anlattı.
Fikir, Halime'nin de aklına yattı. Çünkü, nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şâhid olmuştu. Koşarak eve vardılar. Peygamberimizi, süt annesi kucakladı. Kundakladıktan sonra, yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.
Güneş, kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz yürüdükten sonra, gözleri garib bir şeye ilişti: Bir bulut, kendileriyle beraber gidiyordu! Önce mühimsemediler; "Olabilir." diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük bulut kendilerini terketmiyordu. Âdeta, onları, güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler süt annesine tatlı tatlı baktı. Sanki, tebessümüyle, "O bulut beni gölgeliyor." der gibiydi.
Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhib, bu sefer onları güleryüzle karşıladı. Çünkü, o da, Halime ve arkadaşının, evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü!
Râhib, Peygamberimizi süt annesinin kucağından aldı ve kalabalığa seslendi: "Ey insanlar!.. Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur! Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lûtfu ile, yağmur vermesi için Âlemlerin Rabbine hep beraber dua edelim!"
Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duaya başladı.
Peygaberimiz bir nur yumağı hâlinde rahibin kucağında duruyordu. Râhib, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdeta hâl diliyle "Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et." diye Cenâbı Hakk'a yalvarıyordu!
Herkes Yüce Allah'a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri, ümitle gökyüzüne dikildi. Râhib ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve âdeta her şeyi birden unutuvermişti.
Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut, yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terketti. Dua seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç çığlıklarıyla ortalık çınladı: "Yağmur!" "Yağmur!" "Yağmur!"
Evet, îkaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa'd Oğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa'd Oğullan yurduna lâtif, berrak ve tatlı yağmur damlaları, Cenâbı Hakk'ın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye başladı. Güya rahmet tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.
Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri dualarının kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o, bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesilesi, henüz bir bebekti! Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte o, Allah'ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları, Allah'ın sevgili kulu, Peygamberler Peygamberi, İki Cihanın Güneşi Hz. Muhammed'di (s.a.v.).
Sa'd Oğullan yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti.
Toprak, yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fışkırdı, ağaçlar yemyeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların memeleri sütle dolmaya başladı.
Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı, rahmete vesile teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular: "Bu çocuk, çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk!"
Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişliydi.
Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu: Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu.
Peygamber Efendimiz, iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halime'lerin ve yayla halkı üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı.
Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzelliğe, sevimliliğe ve üstün bir ahlâka sahipti. Büyük bir insan gibi ağır başlı ve vakur idi.
PEYGAMBERİMİZİN, ANNESİNE GETİRİLİŞİ
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte, Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla seven Halime'nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan ayrılacaktı. Çünkü, Nur Muhammed'in Cennet'i hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.
Fakat, Mekke'ye götürüp annesine teslim etmekten başka çâresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed'i alarak Mekke'ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.
Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi! Biri öz yavrusuna kavuşmanın saadetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ateşinde tutuşmuş, yanıyordu!
O anda sütanne Halime'ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimîyetiyle şu teklifi yaptı:
"Ne olur, oğlumu biıraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebasının bulaşmasından da korkuyorum!"59
Bu teklif ve arzu, samimî idi. Sanki cümleler, dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti.
Azîz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerparesinin Sa'd Oğullan yurdunda kalmasına razı oldu.
PEYGAMBERİMİZ, YİNE BENÎ SA'D YURDUNDA
Halime muradına ermişti! Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.
Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah'la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlardı.
Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki, orada bir şeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki, bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu!
Bu arada, gözlerden kaçmayan garib bir hâdise vardı: Peygamber Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu.
Artık, gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan, onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığı idi.
Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için âdeta yarış ediyorlardı.
İşte, Sevgili Peygamberimiz, Sa'd Oğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!
PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI
Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı güzel bir bahar günüydü.
Nur yüzlü Efendimiz, süt kardeşi Abdullah'la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında, çimenden yemyeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah, ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.
Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden, kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah'ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güleryüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup, İlâhî bir halı gibi duran yemyeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne seda, ne de telâş vardı. Bu güleryüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu.
Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu sırada uyandı. Manzarayı görünce, olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olamayan Halime ile kocası, bir anda Peygamberimizin yanına vardılar. Fakat, Abdullah'ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zîra, gelenler, memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip gözden kaybolmuşlardı. Sâdece, ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.
Fazlasıyla telâşa kapılan Halime ve kocası, "Ne oldu sana yavrucuğum?.." diye sordular.
Kâinatın Efendisi şunları anlattı:
"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."60
Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti.
Bir gün, sahabîlerden bazıları, "Yâ Resûlallah!.. Bize kendinizden bahseder misiniz?" diyeceklerdir.
Resûlullah, "Ben, babam İbrahim'in duasıyım, kardeşim İsa'nın müjdesiyim, annemin ise rüyasıyım! O, bana hâmile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü." dedikten sonra, bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatır:
"Ben, Sa'd b. Bekr Oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler."61
Bu hâdiseyle Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenâbı Hakk tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda, Resûlullah Efendimizin nefsi, o yaşından itibaren kutsî duygular ve İlâhî nurlarla te'yid edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hâle getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb sâdece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir Lâtifei Rabbaniye'dir. Meseleye ışık tutması bakımından, Bediüzzaman Hazretlerinin kalble ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda vardır:
"Kalbten maksat, sanevberî [çam kozalağı] gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir Lâtifei Rabbaniye'dir ki, mazharı hissiyatı vicdan, ma'kesi efkârı dimağdır. Binâenaleyh, o Lâtifei Rabbaniye'yi tazammum eden o et parçasına kalb tâbirinde şöyle bir letafet çıkıyor ki; o Lâtifei Rabbaniye'nin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cismi sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktarı bedene maû'lhayatı neşreden o cismi sanevberî, bir makinei hayattır; ve maddî hayat onun işlemesiyle kâimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o Lâtifei Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mânevîyatın heyeti mecmuasını hakikî bir nuru hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nuru îmanın sönmesiyle, mahiyeti, meyyiti gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır."62
Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îman, ilim, hikmet, şefkat gibi maneviyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, maddî temizliğin de manevî temizlikle münâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûli Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını, akıldan uzak görmemek lâzımdır.63

59 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
60 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 174; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
İbni Hişam, Sîre, A.g.e., c. 1, s. 175; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 128.
62 Bediüzzaman Said Nursî, İşaratû'lİ'caz, s. 79. Bkz.: M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, c. 8, 59115915.



Efendimizin Annesine Getirilmesi ve Annesinin Vefatı
PEYGAMBER EFENDİMİZİN, ANNESİNE GETİRİLMESİ!
Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti.
Zâtında görülen gariblikler, hele göğsünün yarılması hâdisesi, Hz. Halime'yi bütün bütün düşündürmeye ve telâşlandırmaya başladı. Hattâ, artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan herhangi bir hâdisenin gelmesinden korkuyordu.
İşte, bu düşünce, endişe ve korku, Halime ve kocası Haris'i şu kararı almaya mecbur etti:
"Başına bir iş gelmeden, bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz!"
Halime'nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki?..
Nihayet, Nur Çocuk, kendisine muvakkaten emanet edilmişti! Emanete el koyacak hâli yoktu ya!..
Sa'd Oğullan yurduna dört sene ışık saçan Saadet Güneşi, şimdi süt annesi tarafından Mekke'ye getiriliyordu. Burada bir başka haşmetle, bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye!..
Halime ve kocası Mekke'ye gece girdiler. Bir ara Sevgili E-fendimiz, gözlerden kayboldu. Halime ve kocasında bir telâş başladı. Bütün aramalara rağmen onu bulamadılar. Gidip, dedesi Abdûlmuttâlib'e haber verdiler.
Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına döndü. Üzgün ve telâşlı, aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta Efendimiz görünmüyordu. Abdûlmuttâlib, çaresiz, ellerini açarak yalvardı: "Allah'ım!.. Ne olur Muhammed'imi bana geri ver!"
Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocukla görünüverdiler. Bunlar, Varaka b. Nevfsl ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdûlmuttâlib, hasretini çektiği Saadet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kabe'ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.64
Bilâhare, Abdûlmuttâlib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saadet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekkelilere güzel bir ziyafet çekti.
Artık, Peygamber Efendimiz, azîz annesinin sıcak kucağında, şefkatli kollan arasında, mes'ud ve mütevazi evinde idi.
Sütanne Halime, Saadet Güneşini Mekke'de bırakıp yurduna döndü. Fakat, ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördüğünde, "Anneciğim!.." diye, saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.
Aradan uzun zaman geçecek, yine Sa'd Oğullan yurdunu, bir yıl, kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan Hâlime, çıkıp Mekke'ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek isteyecektir. ^
Kâinatın Efendisiyle görüşen Halime, kendisine yurdundaki kıtlık ve kuraklıktan şikâyet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadirşinas ve hayırsever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhâl Halime'ye 40 koyun, binmek ve yüklerini taşımak için bir de deve verir.
Yine bir hayır ve vefa örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeyma idi. Sa'd Oğulları yurdunda, Şeyma ile çok tatlı günler geçmişti.
Bu tatlı hâtıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşında, Şeyma da, Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şeyma, kendisini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber Efendimiz tarafından mazhar oldu.
Peygamber Efendimiz, Sa'd Oğulları yurdunda sütanne Ha-lime'nin yanında geçen günlerinin hâtıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:
"Ben, aranızda en hâlis Arab'ım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa'd b. Bekir yanında süt emdim ve lisanım da onların lisanıdır."65
PEYGAMBER EFENDİMİZ ANNESİNİN YANINDA
Nebîyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halime tarafından annesi Hz. Amine'ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı.
Takvim yaprakları, Milâdî 575 yılını gösteriyordu!
Azîz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme göç eden kocası Abdullah'ın ayrılık acısı, ızdıraptan bir yumak gibi oturmuştu.. Bu ızdırabı az da olsa hafifleten tek tesellî kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed (s.a.v.).
Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret ediyordu!
Peygamber Efendimiz, Mekke'deki mütevazi evin ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele, temizliğe dikkat edişine azîz annesi hayrandı!
O, sâdece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever ve hürmetkar idi. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dolaşmaya âdeta can atarlardı.
Evet, Cenâb-ı Hakk, peygamberlik yüksek ve kutsî vazifesiyle memur edeceği resulünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel surette terbiye ediyordu!
BABA KABRİNİ ZİYARET
Kâinatın Efendisi, altı yaşında.
Bu sırada Hz. Âmine'nin içine Medine'yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı; Abdûlmuttâlib'in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy b. Neccar Oğullarını görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar kocasının kabrini ziyaret etmekti.
Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke'den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen'le birlikte hareket etti. Â-mine'nin âlemi şen ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübarek eve kavuşma-yacakmış gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke'ye bakıyordu!
Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yolculuktan sonra Medine'ye vardılar. Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga'nın evine indiler.
Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan azîz kocasının kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları, Abdullah'ın kabrinin toprağını bol bol suladı.
Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla damla gözyaşı serpti.
Sanki, bu damlalar, Hz. Abdullah'a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu!
PEYGAMBERİMİZİN, YAHUDİ ÂLİMLERİNİN DİKKATİNİ ÇEKMESİ!
Medine'de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen'le kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhanî kıyafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberimiz, bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.
Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen'e yaklaşarak sordular: "Bu çocuğun adı nedir?"
Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini göz önünde bulundurarak, "Niçin soruyorsunuz?" dedi.
Adamlar itimat telkin eder konuştular: "Bizim tanıdığımız bir çocuğa benziyor da onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı nedir?"
Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kimseler olmadığı kanaatine varınca, "Onun adı Ahmed'dir." dedi.
İki Yahudî, bu cevap üzerine, aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Eymen'e yalvardı: "Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?"
Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı? Fakat, adam bu tereddüdü şu sözleriyle izale etti:
"Bizler," dedi, "iyilikten başka bir şey düşünmeyen insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden, çağırmanı istiyoruz."
Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp geldi.
Peygamberimizi görür görmez iki Yahudî de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde E-fendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar.
Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini, Ümmü Eymen duydu:
"İşte, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu şehir de o-nun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır."66
Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.
Yine, rivayete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi, bu ziyareti esnasında Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.67
HZ. ÂMİNE'NİN EBEDÎ ÂLEME GÖÇÜ
Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine'de bir ay kaldıktan sonra, Mekke'ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.
Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evlâdı ve Üm-mü Eymen... Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Azîz anne ve şerefli evlâdının ruhlarını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.
Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine'nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, azîz annesinin bui gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.
Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hz. Âmine anîden rahatsızlandı. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen'i bir telâş kapladı. Gittikçe şiddetini artıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?
Ebva Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çâre yoktu. Hz. Âmine'nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak anîden yere yıkılı-verdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.
Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu.
Bir ara, Peygamberimiz, kendini toparlayarak, "Nasılsın anneciğim?.." diye sordu.
Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için, "İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok." diye cevap verdi.
Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara "Su." dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, azîz annesine suyu yetiştirdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerparesinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan sımasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı!
Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup, başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.
Hz. Âmine'nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi. Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok, bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu! Ama ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader'in değişmez hükmüydü!
Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı; ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:
"Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah'ın yardım ve ihsanıyla 100 deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu!.. Allah, seni azîz ve devamlı kılsın. Eğer rüyada gördüklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından Âdem Oğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim'in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Allah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zeval bulur. Her şey fânidir, gider. Eivet, ben de öleceğim. Fakat, ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, tertemiz bir evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum."68
Acıklı ve âdeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmine'nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah'a teslim etti.
Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva Köyü. Tarih, Milâdî 576...
Hz. Amine 'nin Defni
Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdeta dilleri tutulmuştu. Konuşan, sâdece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.
Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve azîz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. "Üzülme, ağlama, canım Muhammed'im!.." dedi, "İlâhî Ka-der'e karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır."
Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, "Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat, anne yüzü, unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum." dedi; sonra da derhâl kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen'e, "Haydi, o, emaneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na'şını toprağa teslim edelim, rahat etsin." dedi.
Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine'nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için kim bilir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!
Definden Sonra
Annesiz kalan Dürr-i Yetim'i Mekke'ye götürmek vazifesi, dadısı Ümmü Eymen'e düştü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evlâdıy-mış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdeta onu bir anne kabul ederek, "Anne, anne!.." diye çağırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise, "Annemden sonra annem!.." diyerek iltifatta bulunuyordu.
HEM ANNEDEN, HEM BABADAN YETİM!
Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık hem babadan yetim, hem de anneden öksüz idi. Fakat, onun hakikî muhafızı ve hâmîsi vardı. O Hafız, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır!
"Rabbin, seni yetimi bulup da barındırmadı mı?"69 mealindeki âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır!
Kâinatın Efendisi, yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebva'dan geçecektir. Allah'ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında "Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen'le evlensin!" buyurduğu Ümmü Eymen'i, daha sonra âzad ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd b. Harise'yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
Onun mübarek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören sahabîler de ağlayacaklar ve, "Yâ Resûlallah!.. Niçin ağladınız?" diye soracaklardır.
Resûl-i Ekrem, "Annemin benim hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım." diye cevap verecektir.70
ERKEN VEFATLARININ HİKMETİ
Burada hâtıra şu sual gelebilir:
"Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğine neden yetişemediler ve neden ona îman, kendilerine nasîb olmadı?"
Bu suale, "Mektûbat" isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şu cevabı verir:
"Cenâb-ı Hakk, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, Kendi keremiyle, Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) ferzendane hissini memnun etmek için, vâlideynini minnet altında bulundurmuyor. Vâlideynlik mertebesinden manevî evlâd mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i Rububiyeti altına alıp, onları mes'ud etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmek-liği rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş. Fakat, ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşirin [mareşalin], yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan yâver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor!"71
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNE VE BABASININ ÎMANLARI MESELESİ
İslâm âlimleri, ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:
"Hz. İbrahim'den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem'i (s.a.v.) netice veren nurânî silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd kalmamışlar ve küfrün karanlıklarına mağlûb olmamışlardır. Hiçbirinin temiz gönlü, şirk ve küfürle kirlenmemiştir."72
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin îmanları meselesi üzerinde duralım: Birbirine yakın izahlarla birçok İslâm âlimi, Peygamber Efendimizin muhterem peder ve validelerinin âhirette necat ehlî olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır. Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:
1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilmeden çok evvel vefat etmişlerdir. Dolayısıyla fetret devrinde vefat edenlere ise azab yoktur.*
Bir gün, birisi, büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî'ye, "Peygamberimizin baba ve annesi Cehennem'de midir?" diye sorar.
Münâvi Hazretleri, hiddetle, "Resûl-i Ekrem'in peder ve validesi fetret zamanında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azab yoktur." cevabını verir.73
Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimsenin âhi-rette azab görmeyeceği, âyet ve hadîslerle sabittir.74 Peygamber Efendimizin peder ve validelerine de, geçmiş peygamberlerden hiçbirinin davetinin ulaşmadığı tarihen sabittir. Şu hâlde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki, onlar da necat ehlidirler ve âhirette azab görmeyeceklerdir.
2) Resûl-i Ekrem'in muhterem peder ve validelerinin şirk ehlî oldukları sabit değildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl,Varaka b. Nevfel ve benzerleri gibi, büyük babaları İbrahim'den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden "Hânif'lerdendirler.
3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehlî olmadıklarının bir delili de, "Ben, mütemadiyen temiz babala rın sulbünden, temiz anaların rahminden nakloluna geldim."75 hadîs-i şerifidir.
Kur'ân-ı Kerîm'de müşrikler "necis kimseler" olarak vasıflandırılmışlardır.76 Temizlik ile pislik, îman ile şirk, mü'min ile müşrik arasında tezat bulunduğuna göre, yukarıda kaydettiğimiz hadîs ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekrem'in ecdadından hiçbirinin küfür ve şirk gibi manevî kirlere bulaşmadığını kabul etmek vâcib olur.77
Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:
"Resûl-i Ekrem'e (s.a.v.) Allah tarafından rahmet olduğu hitab edilirken parlak nübüvvet ve risâlet güneşi henüz doğmadan o apaçık nuru sîne-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı, evlâdının feyz ve nurundan mahrum farzetmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir. Hususîyle, Resûl-i Ekrem'in muhterem anne ve babasının hayatları Câhiliyye devrinde geçmiştir; Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrak etmemişlerdir."78
Öyle ise, bu hususta mü'minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şudur:
"Resûl-i Ekrem'in (s.a.v.) peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennet'tir ve ehl-i îmandır. Cenâb-ı Hakk, Habib-i Ekrem inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini elbette rencide etmez."79
Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:
İki cihan güneşi, bürc-i saadette iken Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi, Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?
Mânâsı:
İki Dünyanın Güneşi olan Hz. Muhammed (s.a.v.) saadet burcunda iken, Cenâb-ı Hakk, anne babasına nasıl şeref vermez ki?..
Ey gönül!.. İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak. İnciyi alır da sadefini hiç yabana atar mı

64 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 176.
65 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 176; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 113; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96.
66 Ibn-i Sa'd, Tabakat, c, 1, s. 116.
67 Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1,s. 116.
68 İsfahanî, Delâilû'n-Nübüvveh, s. 119.
69 Duhâ, 6.
70 İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 116-117.
71 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398.
72 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 397; Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 537.Bkz.: M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 41-43.
73 Tecrid Tere, c. 4, s. 539.
74 isrâ, 15.
75 Kaadı İyaz, c. 1,s. 183.
76 Tevbe, 28.
77 Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 546.
78 A.g.e.,c. 4, s. 551.
79 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398.



Efendimiz Dedesi Abdulmuttalib'in Yanında
PEYGAMBERİMİZ. DEDESİ ABDÛLMUTTÂLİB'İN HİMAYESİNDE
Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, yaşlı dedesi Abdûlmııttâlib himayesine aldı.
Kureyş'in reisi Abdûlmuttâlib de nuru Ahmedî'den nasibini almıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, parlak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hattâ, bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu kuşu da düşünürdü.
Câhiliyye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah'a bağlıydı ve âhirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim, Cenâbı Hakk'a verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah'ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zâlim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Mekke'de zulme, haksızlığa bütün gücüyle meydan vermemeye çalışırdı.
Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler ona "İkinci İbrahim" derlerdi.
Ramazan ayı girince Hira mağarasında inzivaya çekilip ibâdetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Yaşlı dede, aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir, biliyordu. Hele, torunu, Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sözü mü olurdu?
Gerçekten, Abdûlmuttâlib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şefkatli kanatlan arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları, kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhâl farkediliyordu. Hattâ, zaman zaman toplantılarda ve sohbetlerde sorulan sorulara Abdûlmuttâlib, onunla istişare ettikten sonra cevap veriyordu.
Artık Peygamberimiz, o yaşında yaşlı dedesinin âdeta samimî bir arkadaşı, içten dert ortağı ve emin bir müsteşarı idi. Bütün bunlara rağmen o, dedesine karşı hürmetinde asla kusur etmiyordu.
Dedesinin Minderine Sâdece O Otururdu!
Kabe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Kureyş'in reisi Abdûlmuttâlib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi.
Abdûlmuttâlib, çocuklarından hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat, babaları buna mâni olur ve şöyle derdi:
"Oğlumu serbest bırakın! Vallahi, ileride onun nâmı ve sânı büyük olacaktır!"
Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.80
Yine, Abdûlmuttâlib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz giremezdi.
Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, bâzan da dizine oturtur yemeğin en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye başlamaya müsaade etmezdi.
Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!..
Kâinatın Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince, kayboldu endişesiyle, Abdûlmuttâlib, büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhâl Kabe'ye vurarak, ellerini Yüce Mevlâ'ya açtı ve, "Allah'ım, Muhammed'imi bana geri lütfet!" diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte çıkageldi. Dedesi, kendisini sevinçle kucakladı ve, "Biricik yavrum!.." dedi, "Senin için o kadar üzüldüm, o kadar feryad ettim ki, artık bundan sonra seni yanımdan asla ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim."81
Hakikaten de Abdûlmuttâlib, vefatına kadar nur torununu bir gölge gibi takib etmekten geri durmadı.
SEYF B. ZÎ YEZEN, ABDÛLMUTTÂLİB'E NELER SÖYLEDİ?
Peygamber Efendimizi candan seven Abdûlmuttâlib, hayatında sâdece bir defa kısa bir süre için ondan uzak kaldı.
Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San'a'nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan'ın dört bir tarafından aşiret ve kabîle reisleri onu tebrike geliyorlardı.
Mekke'yi temsilen de Abdûlmuttâlib'in başkanlığına bir heyetin Gumdan'a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke'den ayrılmakla, Abdûlmuttâlib, ilk defa nur torunundan uzak kalıyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan'a varan Kureyş heyetini Seyf b. Zî Yezen kabul etti. Abdûlmuttâlib, hükümdardan izin alarak, kendisinin üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:
"Biz, Allah'ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Beytullah'ın hizmetkârıyız!"
Bu konuşması, hükümdarın dikkatini çekti. Sordu: "Ey tatlı dilli kişi!.. Sen kimsin?"
Abdûlmuttâlib, "Ben, Haşîm'in oğlu Abdûlmuttâlib'im!.." dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle, "Demek, sen, kız kardeşimizin oğlusun!"
Abdûlmuttâlib, "Evet..." diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Seyf, Abdûlmuttâlib'e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da, "Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşulmaya lâyık, şerefli insanlarsınız!" diye konuştu.
Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi; söylediklerinde samimî olduğunu, Abdûlmuttâlib'i bir ay boyunca sarayında ağırlamakla da ispat etti
Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes kitaplardan gelecek peygamberin sıfatlarını öğrenmiş bulunan Seyf, bu sohbetlerde bazı ipuçları yakalıyordu. Nitekim, bir gün hiç kimsenin farkına varamayacağı bir sırada Abdûlmutâlib'i gizlice yanına çağırdı ve, "Ey Abdûlmuttâlib!.." dedi, "Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle alâkalı olduğu kanaatini taşıyorum! Bu, başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir!"
Abdûlmuttâlib meraklandı, "Nedir o?.." diye sordu.
Seyf, sırrını açıkladı: "O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa aittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde doğacaktır. İki küreği arasında bir 'ben' vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himayeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, Kıyamet Gününe kadar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahman olan Allah'a ibâdet edecektir. Onun sözü müşkîlleri halledecek, işi ise basiret ve adalet üzere olacaktır. Dâima iyiliği buyuracak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır."
Merak ve heyecana kapılan Abdûlmuttâlib, hükümdarın biraz daha açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu. Bunun için de, "Ey Hükümdar!.. Ömrün uzun, saltanatın dâim ve sânın yüce olsun! O çocuk hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?" dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, "Ey Abdûlmuttâlib!.." dedi, "Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın!"
Bu sözleri duyan Abdûlmuttâlib, sevincinden derhâl secdeye kapandı.
Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası hükümdara gelmişti. "Ey Abdûlmuttâlib!.. Yoksa, sen, anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?" diye sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdûlmuttâlib, anlattı. "Ey Hükümdar!.." dedi, "Benim, Abdullah adında, üzerinde titrediğim, çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb b. Abdi Menafin kızı Âmine'yle evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki küreği arasında bir 'ben' vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve annesi de vefat etmişlerdir. Kendisi şimdi benim himâyemdedir."
Seyf, kanaatinde yanılmış olmamanın sevinci içinde, Abdûlmuttâlib'e, "Çocuğunu çok iyi koru! Yahudiler ona düşmanıdırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın! Fakat, Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımayacaktır! Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrip [Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir." dedi.
Artık, hem hükümdar, hem de Abdûlmuttâlib, büyük bir müşkîli halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler.
Seyf b. Zî Yezen, âdeta kerametvârî, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikram ve ihsanlarla Mekke'ye uğurladı. Abdûlmuttâlib'e verdikleri, diğerlerinkinden çok daha fazlaydı. Uğurlarken de ona, "O çocuğun hâlinde olan değişiklikleri*her yıl bana bildirmeni rica ederim." dedi.
Ne var ki, Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakkında dedesinden daha başka bir bilgi alamadan, henüz bu konuşmalarının üzerinden bir sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.82
Heyetteki arkadaşları, yolda Abdûlmuttâlib'e, neden kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sâdece,"Onu kıskanmayınız. Bunun elbette bir sebebi vardır." demekle iktifa etti.
Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke'ye varan Abdûlmuttâlib, nur torununu hasretle kucaklayarak, firak acısını visalin lezzetiyle gidermeye çalıştı.
PEYGAMBER EFENDİMİZ, "RAHMET" VESİLESİ!
Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdûlmuttâlib'in himayesinde bulunuyordu.
Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıvranıp duruyordu.
Abdûlmuttâlib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak, oğlu Ebû Tâlib'le birlikte Ebû Kubeys Dağına çıktı. Onların peşi sıra da Kureyşliler geliyordu.
Abdûlmuttâlib, yüzünü Kabe'ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, "Allah'ım!.. Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmurla sevindir." diye yalvardı.
Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan dua kabul oldu. Anında yağmur damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine karıştı.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisini ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbâlde büyük bir insan olacağı kanaatini kuvvetlendiriyordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.
ABDULMUTTALIBIN VEFATI
Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdûlmuttâlib, bir gün anîden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini artırıyordu.
O, artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Yalnız, görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emin bir kişi seçmek...
Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına E:bû Leheb geldi. Fakat, o katı kalbli merhametsizin biri idi. "Olmaz." deyiverdi içinden...
Ya Abbas?.. Hayır, o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.
Hamza var. Ona da razı olmadı. Zîra, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi.
Ebû Tâlib!.. İşte, nur torununun hâmîsini bulmuştu. Gerçi, Ebû Tâlib'in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhamnıed'i (s.a.v.), himayeye ancak o lâyık olabilirdi!
Bununla beraber, Abdûlmuttâlib, onun da görüşünü almayı ihmâl etmedi. "Amcalarından hangisinin himayesine girmek istersin?" diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. O, babasıyla anne baba bir kardeş olan amcasının himayesini kabul ettiğini, böylece ifade etmiş oluyordu.
Abdûlmuttâlib de, tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib'e dönerek, "Onu sana emanet ediyorum! O, İlâhî bir emanettir. Onu her şeye rağmen, can, baş pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin." dedi.
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babasına şu cevabı verdi:
"Sen hiç merak etme babacığım!.. Onu öz çocuklarıma, hattâ kendi canıma bile tercih edeceğime emin olabilirsin! Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum!"
Bu asil konuşmadan, Abdûlmuttâlib fazlasıyla memnun oldu ve gözleri sevinç gözyaşlarıyla doldu.
...Ve Abdûlmuttâlib tarafından, Nur Muhammed (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib'e teslim edildi.
Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdûlmuttâlib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan dünyaya gözlerini 80 yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.83
Tarih: Milâdî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra.
Mekke Çarşısı, Abdûlmuttâlib'in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölümü dolayısıyla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar. Sonra Hacun Kabristanına, dedesi Kusay'ın yanına gömdüler.84
Peygamberimizin Gözyaşları
Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü, bu kaybediş, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.
Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tutamadı; bazan hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda, "Evet, hatırlıyorum! Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum." cevabını verdi.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ik sekiz senelik bölümü, İşte böyle acılarla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmişti. Âdeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbâlde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ızdırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.
PEYGAMBERİMİZ, AMCASI EBU TALİB'İN YANINDA
Sevgili Peygamberimiz, sekiz yaşında...
Dedesi tarafından kendisine koruyucu olarak tâyin edilen amcası Ebû Tâlib'in himayesinde.
Ebû Tâlib, son derece merhametli bir insandı. Fakat, oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka herhangi bir mal ve mülke de sahip değildi. Aile efradı kalabalık olan Ebû Tâlib, haliyle maişet cihetiyle büyük sıkıntı içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen o, dürüstlüğü ve doğru yaşayışı ile Kureyşliler tarafından sevilir, sayılır ve hürmet görür idi. Hz. Ali, babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
"Babam, Kureyş'in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Hâlbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu hâlde kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir."
Ebû Tâlib, yaşayışı bakımından da, Câhilliyye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzaktı. Kureyşli müşriklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babası Abdûlmuttâlib gibi, asla kullanmazdı. Görüldüğü gibi, Ebû Tâlib, her haliyle Kâinatın Efendisini himaye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlib, aynı zamanda kardeşi Zübeyr'den kendisine geçen Kabe perdedarlığı demek olan "rifade" ve hacılara su içirme hizmeti demek olan "sikaye" vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki, fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hacc mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas'a devretmek zorundakaldı. Sikaye ve rifade hizmetleri, Mekke'nin fethine kadar Hz. Abbas'ın elinde devamı etti. Resûlullah, Mekke'yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Ebû Tâlib de, babası gibi, Sevgili Peygamberimize candan bağlıydı. Öz baba gibi, yetişmesine son derece dikkat ediyordu. Yeğenini asla yanından ayırmak istemezdi. Gittiği her yere onu da götürür, yanıbaşına oturtur ve bir arkadaş gibi kendisiyle sohbet eder ve konuşurdu.
Ebû Tâlib evinde onsuz sofraya oturulmazdı. Sofra hazırlandığında Peygamber Efendimiz görülmeyince, amca, "Muhammed'im nerede?.. Çağırın, gelsin." derdi. Çünkü, onun bulunduğu sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artardı. Bulunmadğı sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi.85
Zâten, Sevgili Peygamberimiz, tâ o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddî ve nîmetlere hürmetkar bir tavır içinde bulunurdu. Diğer çocuklar kurulur kurulmaz sofraya saldırırken, o büyükleri başlamadan lokmayı ağzına koymazdı. Hattâ, bazı kere amcası, çocuklardan rahatsız olmasın diye onun için ayrı sofra kurdururdu.86
Henüz bu yaşında Sevgili Efendimiz,—büyüklüğünde olduğu gibi—açlıktan, susuzluktan da şikâyet etmiyordu. Dadısı Ümmü Eymen, bu hususu şu ifadelerle dile getirir:
"Resûlullah'ın, çocukluğunda, ne açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde, 'İstemem, karnım tok.' derdi."87
Yine, Peygamber Efendimiz, sabahları pırıl pırıl parlayan temiz bir yüz, taranmış tertemiz saçlarıyla gündüz âlemine sevgi, neşe ve hayat dolu nur gözlerini açardı.88
Peygamberimiz, Amcasıyla Yağmur Duasında!
Mekke ve havalisi, şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yılı yaşıyordu. Yağmurun damlası yoktu. Yerler kupkuru ve toprak susuzluktan şerha şerha idi.
Kureyşliler, Ebû Tâlib'e başvurarak, "Ey Ebû Tâlib!.." dediler, "Kuraklık ve kıtlıktan çoluk çocuğumuz ölmeye, hayvanlarımız kırılmaya başladı! Ne olur, bizim için yağmur duasına çıksan?.."
Ebû Tâlib teklifi reddetmedi. Ancak, yalnız gidemezdi, gitmek de istemezdi. Yanına yeğeni Nur Muhammed'i de almalıydı. Çünkü, onun bereket ve ihsanlara vesile olduğunu birçok hâdisede görmüş ve anlamıştı.
Ebû Tâlib, yeğeni Saadet Güneşiyle birlikte Kabe'ye vardı. Sırtını bu kutsî mabede dayadı, ellerini Kâinat Sultanına açtı ve yalvarmaya başladı. Nur Muhammed (s.a.v.) ise, Kabe'nin örtüsüne yapışmış, bir parmağını da göğe doğru kaldırmıştı.
...Ve az sonra Rahmâni Rahîm'in rahmet deryası coştu ve yağmur, bardaktan boşalırcasına Mekke ve halkının üzerine döküldü. Öyle ki, kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup taştı. Yüzler ve gözler sevinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığa maddî manevî rahmet ve bereket getirmek, insanlığı ve dünyayı mes'ud ve mamur etmek üzere vazifelendirilmişti. Daha çocukluğundan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulunduğunun izlerini üzerinde taşıyordu!
Fâtıma Hâtûn 'un Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib'in hanımı Fâtıma Hâtun'un da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evlâdı gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hattâ, onu yedirip doyurmadan, çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece, Dürrü Yetim'e, annesiz kalmış olmanın ızdırap ve hasretini hissetirmemeye çalışıyordu!
Sevgili Peygamberimiz de, Fâtıma Hâtûn'a sevgi ve saygısında hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yapılan iyiliği unutmadı Öyle ki, Fâtıma Hâtûn, vefat ettiğinde "Bugün annem öldü!" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.
Resûli Ekrem'in bu hareketi, ashabının gözünden kaçmadı. Sebebini sorduklarında, şu cevabı verdi:
"Ebû Tâlib'ten sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kadın yoktur. Âhirette, Cennet elbiselerinden elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım."89
Kendisine yapılan iyilikleri, kim tarafından olursa olsun asla unutmayan ve o iyiliklerin altında kalmayıp birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (s.a.v.)...
Resûli Ekrem'in bu yüksek hasletinin, bu müstesna sıfatının, insanların hidâyete ermesinde büyük tesiri olduğu, hayat safhaları içinde görülecektir.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN KOYUN GÜTMESİ
Resûli Ekrem Efendimiz, ömrü saadetlerinin 10. yılı içinde bulunuyorlardı.
Bu sırada, himayesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib'in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası, önce buna razı olmadı. Ancak, Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Fakat, bu sefer zevcesi Fâtıma Hâtûn, bu isteğe şiddetle karşı koydu. Göz bebeklerinden daha çok kıymet verdikleri Kâinatın Efendisini yakıcı güneş altında bırakmaya gönülleri nasıl rıza gösterebilirdi?
Fakat, Fahri Âlem Efendimiz, bu arzusunda kararlı idi. Bunun için Fâtıma Hâtun'u ikna ve razı etti.
Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dolaştırıp otlatmaya başladı.
Böylece, hem geçim sıkıntısı içinde bulunan amcasına, hiç olmazsa çoban tutma masrafından kurtarmak suretiyle yardımda bulunmuş, hem de yalnız başına yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkânını elde etmiş oluyordu. Kırda Cenâbı Hakk'ın, her an tazelendirdiği yer ve gök sahifelerindeki ulvî manzaraları seyrediyor ve âdeta ruhu onlardan eşsiz bir zevk ve derin bir feyiz alıyordu. Üzerine aldığı bu vazife, onu aynı zamanda tefessüh etmiş cemiyetin yalan ve hile ile dolandırıcılık ve riya ile bulaşmış hayatlarından uzak kalma imkânına da kavuşturuyordu.
Ömrü saadetlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimize nübüvvet vazifesi verildikten sonra, sahabîleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Merruzzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Gönülleri kucaklayan tebessümleri arasında sahabîlerine şöyle buyurdu:
"Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir!"
Sahabîler, merak ve hayret içinde, "Yâ Resûlallah!.." dediler, "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?"
Nebîyyi Ekrem Efendimiz, yine ruhlar okşayan tebessümleri arasında, "Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmemiş olsun!"90 cevabını verdiler.
Ömür defterine tatlı bir hâtıra olarak kaydedilen bu koyun gütme hâdisesini, yine Resûli Zîşan Efendimiz bir gün şöyle yâdedecektir:
"Musa (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Davud (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber gönderildim. Ben de kendi ailemin koyunlarını Ciyad'da (Mekke'nin alt tarafında bir yer) güderdim."91
Görülüyor ki, Kur'ân'da "en yüksek ahlâkın sahibi" olarak tavsif edilen Resûlullah Efendimizin, henüz 10 yaşlarındaki gayret ve himmeti dahi boş oturmayı hoş görmemiş ve başkasına yük olmayı uygun bulmamıştır.
Tafsili ciltler teşkil edecek şu mübarek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
"Hepiniz çobansınız. İdareniz altında bulunanlardan mes'ûlsünüz. Devlet reisi, idaresi altındakilerden mes'ûldür. Kişi, ehil ve iyâlini gözetip korumakla mükellef ve bundan mes'ûldür. Kadın, kocasının evinden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin malının muhafızıdır ve bundan mes'ûldür. Kişi, babasının malinin muhafızıdır ve bundan mes'ûldür. Hepiniz, idareniz altında olanlardan mes'ûlsünüz."92
EĞLENCELERE KATILMAKTAN ALIKONMASI
Cenâbı Hakk'ın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
"Ben, Câhiliyye devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de, Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.
"Teşebbüs ettiğim şeye gelince... Bir gece, Kureyş'ten bir gençle, Mekke'nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı (veya develerini) otlatıyorduk. Ben arkadaşıma, 'Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke'ye giderek, gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum.' teklifinde bulundum. Arkadaşım, 'Olur, bakarım.' Dedi. Bu maksatla Mekke'ye geldim.
"Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda, defler, düdük ve ıslıkların çalındığını duydum. 'Nedir bu?..' diye sordum. 'Filânın oğlu, filânın kızıyla evlenmiş; onların düğünleri yapılıyor.' dediler. Hemen oturup onları seyre başladım. Derken, Allah, kulaklarımı tıkadı. Uyuyakaldım ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim. Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde, benden, ne yaptığımı sordu. 'Hiçbir şey yapmadım.' dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
"Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde rica ettim. Ricamı kabul etti.
Müslim, Sahih, c. 6, s. 8.
"Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim. Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken, Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi!
"Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
"Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar, hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim."93

80 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 178; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 118; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 81.
81 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 112113.
82 İbni Hacer, ellsabe, c. 2. s. 134135.
83 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 110; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 57.
84 ibni Sa'd, A.g.e., c. 1,s. 119.
85 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 120.
86 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1,s. 119.
87 Kaadı iyaz, Şifa, c. 1, s. 729730.
' Kaadı iyaz, A.g.e., c. 1, s. 730.
Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 112; Ibni Abdi'lBerr, elİstiab, c. 1, s. 369370.
90 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 125126; Buharî, Sahih. c. 2, s. 247248; Müslim, Sahih, c. 6, s. 125; İbni Mâce, Sünen, c. 12, s. 727.
91İbni Sa'd, A.g.e.,c. 1, s. 126.
93 Taberî, Tarih, o 1,s. 196.



Efendimizin 12 Yaşından 38 Yaşına Kadar Olan Hayatı

Efendimizin Amcasıyla Şam'a Gidişi
Kâinatın Efendisi 12 yaşına girmişti.
Akranları arasında artık farklı beden ve sîmaya sahipti. Sîması etrafa pırıl pırıl nurlar saçıyordu. Gönlü huzur doluydu.
Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise, o sırada büyük bir geçim sıkıntısı içinde idi. Bunun için, ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur hissetmekteydi. Bu maksatla da Kureyş'in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam'a gitmeyi kararlaştırdı.
Yol hazırlıkları yapılıyordu. Yapılan hazırlıklar Efendimizin gözleri önünde cereyan ediyordu. Haliyle, çok sevdiği amcası, kendisinden bir müddet ayrılacaktı. Ama o buna nasıl tahammül edebilirdi? Yıllar önce de hem muhterem babasını, hem de azîz annesini böyle iki seyahat sonunda kaybetmişti. Şimdi ise, hâmîsi Ebû Tâlib, böyle bir seyahate çıkacak ve günlerce kendisinden uzak bulunacaktı. Nâzik ve lâtif ruhu bu ayrılığa nasıl dayanacaktı?
Ebû Tâlib gibi, ev halkı da, Kâinatın Efendisinin başına yolda bir şeylerin gelmesinden korktukları için bu seyahate katılmasını istemiyorlardı. Ancak o, amcasıyla gitmeyi candan arzu ediyordu. Günlerce üzgün durduktan sonra amcasına açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu mübarek sesiyle ona şöyle hitab etmekten kendini alamadı:
"Amcacığım!.. Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam!.."
Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen Kâinatın Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne, değil kendisini canı gibi seven Ebû Tâlib, en katı yürekliler bile dayanamazdı. Şefkat duygusunu coşturan bu ifadeler karşısında Ebû Tâlib, derhâl kararını değiştirdi. Artık Kâinatın Efendisi de amcasıyla birlikte gidecekti.
Efendimizin gönlü bu karardan sonra sevinçle doldu. Hazırlıklar tamamlandı ve o, amcasıyla birlikte ticaret kervanına katıldı.
Kervan, çölleri aşa aşa Busra'ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.
RÂHİB BAHÎRA'NIN MÜŞAHEDE VE TESBİTİ
Busra Panayırına yakın küçük bir manastırda o sırada bir râhib yaşıyordu: Bahîra... Bu râhib, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibâdete kapanan her râhib o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelip geçmiş bütün râhibler de o kitaptan istifade etmişlerdi.94
Kureyş'in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de rahibin bu manastırına yakın bir yerde konakladı. Garibtir ki, daha önceki seneler gelen Kureyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye beklenmedik bir sürprizle yakın alâka gösterdi, hattâ kendileri için bir ziyafet tertipledi.
Bu ilgi, bu ziyafet nedendi? Kafiledekileri düşündüren soru, bu idi!
Bilgin râhib, kafilede o âna kadar gözlerini şâhid olmadığı bazı garibliklere şâhid olmuştu: Manastırda, Kureyş kafilesini
Bahîra'nın asıl adı, Circis veya Sercis'tir. Avrupalı tarihçiler, "Serciyus" derler. Kendisi bir Yahudî âlimi iken, sonraları Hıristiyanlığı kabul etmiştir (İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 191, dipnot 1). seyrederken, bir bulutun, Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü! Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşahede etmişti!
Bu garibliği görmüş olan Râhib Bahîra, manastırından çıkarak, Mekkeli ticaret kafilesini çağırdı ve şöyle dedi:
"Ey Kureyşliler!.. Size yemek hazırladım. Bu ziyafetime, büyüğünüz küçüğünüz, hürünüz köleniz dâhil hepinizin gelmesini istiyorum!"
Bahîra'nın bu garib tavrı, Kureyşli tüccarların dikkatinden kaçmadı. Sebebini merak ettiler ve sordular: "Ey Bahîra!.. Vallahi, bugün sende bambaşka bir hâl var. Biz sana her gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle bir şey yaptığın vâkî değil. Sendeki bu hâl nedir?"
Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:
"Evet, gerçekten doğru söylediniz! Ama, ne de olsa, sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek, istedim. Buyurun yeyiniz!"
Davete icabet edildi ve sofraya oturuldu.
Ancak, kafileden, sofrada tek bir kişi eksikti: Bahîra'nın aradığı, Kâinatın Efendisi! Yaş itibarıyla en küçükleri olduğundan, kafilenin eşyalarını beklemekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.
Bahîra, bütün dikkatiyle sofradakileri süzmekle meşguldü; ancak, aradığı nurlu sima yoktu aralarında... Sordu: "İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?"
Cevap verdiler: "Hayır ey Bahîra!.. Senin dâvetine icabet edip gelmeyen kimse yok. Sâdece bir çocuk var: Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir çocuk!.."
Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan Son Peygamber'in özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Bahîra, onun da gelmesini ısrarla istedi.
Kureyşli tüccarlar, Bahîra'nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler.
Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra'nın gözleri bütün dikkat ve hayretiyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her hâlini, her hareketini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.
Bahîra, aradığını bulmuştu! Maksadına erişmişti; zîra, bütün dikkatiyle süzmekte olduğu nur çocuğun her hâli ve her hareketi, yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpatıp uyuyordu!
Yemek yendi. Sofradakiler dağılırken, Bahîra, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin kulağına eğildi ve, "Bak delikanlı, Lat ve Uzza hakkı için sana soracağım şeylere cevap ver!"
Nur gözlerde bir tiksinti, bir nefret belirtisi: "Lat ve Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem!"
Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti: "O hâlde, Allah hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver!"
Peygamber Efendimiz, "Sor," dedi, "istediğini sor!"
Sorduğu her soruya aldığı cevap, Bahîra'yı hayretler içinde bırakıyordu; çünkü, onun Son Peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu!
Son olarak, Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik Mührünü gördü!
Artık Bahîra'da, seksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamber idi!
Râhib Bahîra ile Ebû Tâlib Baş Başa
Râhib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib'in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:
"Bu çocuk senin neyin olur?" "Oğlumdur!"
"Hayır, o senin oğlun değil! Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâzım!"
"Evet, doğru söyledin; o benim öz oğlum değil, yeğenimdir."
"Peki, babasına ne oldu?"
"Annesi bu çocuğa hâmile iken vefat etti."
"Evet, doğru konuştun!"
Bahîra açısından artık her şey apaçık ve kesin idi.
Sonunda, Peygamberimizin amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestliğini gösterdi:
"Bu yeğenini hemen memleketine geri götür! Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler, çocuğu görüp de, benim farkettiklerimi onlar da farkederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin, ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür!'"35
Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlib, mallarını orada satarak azîz yeğeniyle Mekke'ye geri döndü.96
Râhib Bahîra gibi, birçok Hıristiyan ve Yahudi âlimi, Resûli Ekrem Efendimizin sıfatlarını kitaplarında görmüşler ve, "Evet, kitaplarımızda Muhammedi Arabi'nin (s.a.v.) sıfatları yazılıdır." diyerek, hak bir itirafta bulunmuşlardır. Bu itirafa rağmen, yine de birçoğu İslâm'ın şerefiyle şereflenmekten mahrum kalmışlardır.
Bu eşsiz bahtiyarlığa erenler arasında ise şunları sayabiliriz:
Abdullah İbni Selâm, Vehb İbni Münebbih, Ebî Yâsir, Şamûl, Esid ve Sa'lebe b. Saye, İbni Bünyamin, Muhayrık, Kâbû'lAhbar, Dağatır, İbni Nafur, Carud...97
Kur'ânı Kerîm, Ehli Kitap'ın bu hakperest âlimlerinden şu âyetleriyle bahseder:
"Şüphe yok ki, onlar, hakkı itiraf etmek hususunda büyüklenmek istemezler. Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı dinledikleri zaman, hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar, 'Ey Rabbimiz!.. Biz, Senin indirdiğine îman ettik. Artık, Sen, bizi hakka şâhid olanlarla beraber yaz.' derler."9
PEYGAMBERİMİZİN, CÂHİLİYYE DEVRİ KÖTÜLÜKLERİNDEN UZAK KALIŞI
Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü yeğeni Peygamberimizden âdeta ayrılmaz bir parça hâline gelmişti. Kendisinde gittikçe kuvvet peyda eden kanaat şuydu:
"Bu yeğenim, ileride büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır!"
Bu sebeple, Peygamberimiz üzerinde himayesini son derece dikkatli ve şuurlu bir şekilde sürdürüyor, âdeta bir dediğini iki etmiyordu.
Artık, Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuştu. Kalb ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler, suretini de fevkalâde güzel şekillendirmişti: Ortadan uzun boylu, siyah dalgalı saçlıydı. Açık ve yüksek alınlı, kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın, fakat bitişik değildi. Göz bebekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah kirpikleri, bakışlarına apayrı bir tatlılık verirdi.
Kaderi İlâhî, onu ezelden "İnsanlığın Peygamberi" olarak takdir ve tâyin etmişti. Bu sebeple, o, Alemlerin Rabbi'nin terbiyesi altında hayat seyrine devam ediyordu. Ondandır ki, bütün Arabistan'la birlikte Mekke'de de hüküm süren fısk, fücur, sefahet ve dalâletten, kötülük ve ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında görülmez.
Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette bulunmadı.
Kureyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli bir gününde Buvane adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada bulunurlar, yanında tıraş olurlar, kurban keserek büyük merasim tertiplerlerdi.
Yine, böyle bir merasim için bütün Kureyş hazırlanmıştı. Ebû Tâlib de onlar gibi aile efradını toplayarak merasime iştirak etmek istedi. Peygamber Efendimize de hazırlanmasını söyledi. Ancak, o, buna yanaşmadı ve mazur görülmesini istedi. Efendimizin bu davranışını, Ebû Tâlib ve halaları, taaccüple karşıladılar; hattâ, kızar gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarladıkları hâlde Resûli Ekrem Efendimiz yine red cevabı verdi. Bunun üzerine kızarak, "İlâhlarımızdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolayı bir felâkete uğrayacağından korkuyoruz!" dediler.
Bunu demekle de iktifa etmediler; üzerine öylesine vardılar ki, Sevgili Peygamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye istemeye, sâdece amcası Ebû Tâlib'in ve halalarının hatırını kırmamak için kendilerini takibe razı oldu. Fakat, putun yanına varır varmaz, nur yüzlü Efendimizin bir ara ortadan kaybolduğunu farkettiler. Bir müddet sonra yanlarına gelince onu müthiş bir hâl içinde gördüler: Benzi sararmış, her hâlinden korktuğu belli idi.
Amcası ve halaları, kendisine sordular: "Ne oldu sana?.. Neye uğradın?"
Sevgili Efendimiz, şu cevabı verdi: "Bana bir fenalık gelmesinden korktum!"
Onlar, "Allah, sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?" dediler.
Bu sefer Peygamberimiz, şunları anlattı:
"Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş biri orada peyda oldu. bana 'Yâ Muhammed!.. Geri çekil, sakın o puta el sürme!' diye haykırdı."99
Bu vak'adan sonra, Resûlullah Efendimiz, herhangi bir sebep ve saikle putların yanına uğramadı ve onların bu bayram ve merasimlerine hiçbir zaman katılmadı.
Evet, risâlet vazifesiyle memur edilir edilmez eline tevhid bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve gençliğinde de tevhid inancının zıddı olan şirkten ve putperestlikten uzak, tertemiz bir hayata sahip bulunacaktır.
Cenâbı Hakk, Sevgili Resulünü, henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkalı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü çirkinlikten koruyor ve onu hususî bir murakabe altında
terbiye ediyordu. Resûli Kibriya Efendimiz de,
^.ilJ j^sli "Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye
etti!"100 sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.
İnsaflı müsteşrikler de, her şeye rağmen bu hususu inkâr edememişlerdir. Sir W. Miur, "Muhammed'in Hayatı" isimli eserinde, şu itirafta bulunmaktan kendini alamaz:
"Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta üzerinde ittifak eder. O da, onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir!"
DÖRDÜNCÜ FİCAR MUHAREBESİ VE EFENDİMİZ
Peygamberimiz 20 yaşında iken, Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.101
İslâm'dan evvel, Câhiliyye devrinde, Araplar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan dâvalarının ve her türlü hırsızlık ve yolsuzluk olaylarının ardı arkası kesilmiyordu. Kalbleri şefkat ve merhametten mahrum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak insanlardan, birbirini kırıp geçmekten başka zâten ne beklenebilirdi?
Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları, öteden beri Araplarca mukaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı. Bunun için de "haram aylar" adıyla anılıyorlardı.
İşte, Ficar Muharebeleri, bu aylardan birinde vuku bulduğu ve iki taraf arasında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâb edildiği, kan döküldüğü için bu ismi almışlardı.102
Araplar arasında Ficar Muharebeleri, dört kere meydana gelmişti.
Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi, henüz 10 yaşlarında bulunuyordu.103
Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında oldukça basit ve ehemmiyetsiz hâdiseler yüzünden meydana gelmişti.
Birinci Ficar Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukaz Panayırında uzanmış olarak, "Arab'ın en şereflisi benim!" sözü üzerine Havazin Kabilesinden birinin bunu kendisine hakaret kabul edip, kılıcını çekerek, övünen adamın ayağını yaralaması sebebiyle Kinane ve Havazinliler arasında vuku bulmuştu.
İkincisi, yine Ukaz Panayırında bir kadına sataşmak yüzünden Kureyş ile Havazin Kabilesi arasında patlak vermişti.
Üçüncüsü, Kinane Oğullan Kabilesinden bir adamın, Âmir Oğulları Kabilesinden birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzatması sebebiyle Kinane ve Havazin Kabileleri arasında meydana gelmişti.
Peygamberimizin 20 yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Ficar Muharebesi ise, Kureyş ve Kinane Oğulları ile Kaysı Aylan Kabileleri arasında, Kinaneli Barraz b. Kays adındaki adamın Kaysı Aylan [Havazin] Kabilesinden Urve nâmındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.104
Kureyşliler, Kinane Oğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı.
Ukaz Panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesine Ebû Tâlib, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Ancak, Kureyş Kabîlesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirak etmek mecburiyetinde kaldı.
Muharebe sırasında, Ebû Tâlib'in, azîz yeğeni Efendimizi bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivayet edilmiştir. Ancak o, sâdece atılan düşman oklarını toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir.105
Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraftar, nihayet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla ise diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek, böylece de harb son bulmuş olacaktı.
Sayım neticesinde, Kaysı Aylan'ların ölüleri 20 kadar fazla çıktı. Kinane Oğulları ve Kureyşliler tarafından bu 20 kişinin diyeti ödenerek, Fil Tarihinden 20 yıl sonra vuku bulan106 bu kanlı çarpışma da böylece nihayet buldu.
PEYGAMBERİMİZ, HİLFÛ'LFÜDÛL CEMİYETİNDE
Peygamber Efendimiz, 20 yaşında.
Son Ficar Harbinde, çok kimse hayatını kaybetmiş, oluk oluk kan akmıştı. Bununla, Arap kabileleri arasındaki düşmanlık duygusu daha da bilenmişti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hâdiseler çıkabilir, adam öldürülebilir, kabileler birbirine saldırabilir duruma gelinmişti.
Mekke'de, dışarıdan gelen yabancılar için can, mal ve namus emniyeti diye bir şey kalmamıştı. İsteyen, istediği yabancının malını alıyor, karşılığında tek kuruş ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme mâruz kalıyor ve bunlara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı.
Bu vahşet saçan manzaraya bir çâre bulunması gerekiyordu. İnsanlık haysiyetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat, ne yapılmalıydı? Ne yapılabilirdi?
Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ızdırap duyanların, cemiyetin emniyet ve asayişini düşünüp duranların halletmek istedikleri meselelerdi bunlar!..
Zebidîinin Gasbedilen Malı!
Bardağı taşıran son damla, Yemen'in Zebid Kabilesinden birinin bir deve yükü malının, şehrin ileri gelenlerinden As. b. Vâil tarafından gasbedilımesi hâdisesi oldu.
Zebidîinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı, yüzüne kapatılıyordu. Sonunda, Ebû Kubeys Dağına çıkarak,
uğradığı zulüm ve hakareti Kureyşlilere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yardıma çağırdı.107
Bu davet, cemiyetin perişan hâlini düşünen kafaları uyandırdı. Derhâl bir araya toplanarak, bu yolsuzluklara, bu gayrimeşru davranışlara çâre aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke'nin hatırı sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs, Peygamberimizin amcası Zübeyr oldu.108
Haşîm, Muttâlib, Zühre, Esed, Haris, Teym Oğullarının ileri gelenlerinden birçoğunun iştirakiyle, Mekke'nin zengin, itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdullah b. Cud'a'nın evinde toplanıldı ve "Hilfû'lFüdûl" cemiyeti kuruldu.
Uzun uzadıya konuşup tartıştıktan sonra, şu maddeleri karar altına aldılar:
Mekke'de—ister ehlinden, ister dışından olsun—zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır.
Bundan böyle Mekke'de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsamaha ve fırsat tanınmayacaktır.
Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar, mazlumlarla beraber hareket edilecektir.109
Cemiyet üyeleri, bu ahitleri üzerinde sebat edeceklerine dair de şöylece yeminde bulundular:
"Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir Dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kabe'de istilâm ibâdeti [Kabe'nin tavafı sırasında Hacerû'lEsved'e el sürülmesi ve izdiham dolayısıyla bizzat el sürülemiyorsa uzak tan selâmlama işaretinin yapılması] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz."110
Kurulan bu cemiyete "Hilfû'lFüdûl" adı verildi.
Sebebi şöyle izah ediliyor:
"Hilf' yemin, "Füdûl" ise fâzıllar demek.
Mekke'de bulundukları bir sırada Cürhümî Kabilesinden Fazl isminde iki kişi ile Katüra Kabilesinden Fudayl adında biri, "şehirde, zulme ve tecavüze meydan vermemek" hususunda yeminde bulunmuşlardı.
Kureyş ileri gelenleri de, bunlara benzer sebeplerden dolayı bir araya gelip karar aldıklarından, "Fâzıllar" hâdisesini hatırlama babında bu cemiyete "Hilfû'lFüdûl" denildi.111
Cemiyetin îfa ettiği ilk iş, Yemenli Zebidlinin, ticaret maksadıyla getirdiği malın Âs b. Vâil'den geri alınması oldu.
Sevgili Peygamberimiz de, henüz 20 yaşında bir genç olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve zulme karşı birleşmede oyunu müsbet olarak kullanmıştır.
Bu, Efendimizin genç yaşından beri derin düşünceye sahip olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan beri kavmi ve kabilesi arasında büyük bir itibara sahip bulunduğunun ifadesidir.
Şefkat ve merhamet timsâli zât, elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hususta gösterilen gayretlere yardımcı olacaktır. Çünkü, o, "güzel ahlâkı tamamlamak" maksadıyla gönderilmişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan her gayrete kendisi de katılacaktı.
Nitekim, kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten sonra da, mezkûr cemiyete katılmış olmaktan duyduğu memnuniyeti şu ifadelerle beyan buyuracaktır:
"Abdullah b. Cud'a'nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yemin kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir! Ben, ona İslâmiyet devrinde bile çağrılsam icabet ederim."112
Resûli Ekrem Efendimizin bu sözü, günümüz Müslümanları için de bir ölçüdür: Zulme ve ahlâksızlığın her türlüsüne karşı, isim ve şekli ne olursa olsun, mücadele veren teşekkül ve cemiyetlere yardımcı olmak...
PEYGAMBERİMİZİN ŞAM'A İKİNCİ GİDİŞİ
Mekke halkının meşguliyetleri başında ticaret geliyordu. Ebû Tâlib de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak, kıtlık kuraklık yıllarının baş göstermesi, kabîle savaşlarının birbirini takib etmesi ve aile efradının fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek malî kuvveti pek kalmamıştı. Bu yüzden, Efendimizi de yanına alarak yaptığı Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret kervanlarına katılma imkânını elde edemedi. Mekke'nin içinde bazı işler yapmakla geçinip gidiyordu.
Mekke'de Nebîyyi Ekrem Efendimizin akrabalarından zengin bir dul kadın vardı: Hatice binti Hüveylid... O, servetiyle ticaret kervanlarına ortak oluyordu.
Peygamber Efendimiz, 25 yaşında bulunduğu sırada, Kureyş yine Şam'a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi bu defa da mallarının başında gönderecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.
Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Tâlib, bunu duydu. Himayesinde bulunan yeğeni Nebîyyi Muhterem Efendimizi yanına çağırarak, kendisine açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:
"Ey kardeşim oğlu!.. Mal ve mülk sahibi olmadığımı biliyorsun. Şiddetli kıtlık ve kuraklık, elimizi avucumuzu kuruttu; bizde ne ticaret bıraktı, ne de kalkacak, kımıldanacak güç ve derman... Bak, kavminin ticaret kervanı Şam'a gitmeye hazırlanıyor. Hüveylid'in kızı Hatice de, bu kervana yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarıyla birlikte de kavminden bazı kimseler gönderecektir. Hatice, ticaretle uğraşan, serveti bol ve başkasının da bu servetten istifade etmesini isteyen bir kadındır. Senin gibi emniyet edilen temiz, vefalı bir insana, onun bu konuda ihtiyacı vardır. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürstlüğün ve üstün meziyetlerinden dolayı seni başkalarına tercih edecektir!"
Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde belirtti: "Gerçi, seni Şam'a göndermekten çekiniyorum; Yahudilerin sana bir zarar vermesinden de korkuyorum! Ama ne yapayım ki, geçimimizi temin konusunda, bundan başka hatırıma gelen bir fikrim de yok."113
Amcasına, "Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap." cevabında bulundu.
Ebû Tâlib'le Resûli Ekrem Efendimiz arasında geçen konuşma, Hz. Hatice'ye ulaştı. Nebîyyi Mükerrem'in doğru sözlü, güvenilir, emniyetli, üstün ahlâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek çağırttı, kendisine şöyle dedi:
"Ben, seni Şam'a gidecek ticaret mallarımın başında göndermek istiyorum. Senin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı olduğunu biliyorum. Sana, kavmimden hiçbir kimseye vermediğim yüksek bir ücret vereceğim!"
Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Buna son derece sevinen amcası, "Bu, Allah'ın sana ihsan ettiği bir rızıktır!" diye konuştu.
Ebû Tâlib, ücreti tâyin etmeden yola çıkılmasını münasip görmediğinden, Efendimize, gidip bizzat Hz. Hatice'yle bu hususu konuşmasını söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz, bunu istemediğini belli etti. Bunun üzerine Ebû Tâlib, kendisi bizzat giderek, "Ey Hatice!.." dedi, "Biz işittik ki, sen filânı iki erkek deve vermek üzere tutmuşsun. Biz, Muhammed için dört erkek deveden aşağısına razı olmayız!"
Efendimiz gibi son derece itimat edilir birini bulan Hz. Hatice, sevinç içinde, "Ey Ebû Tâlib!.." dedi, "Sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret dilemiş bulunuyorsun! Bundan daha fazlasını isteseydin bile ben yine kabul ederdim!""4
Haliyle Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu. Hz. Hatice, kölesi Meysere'yi de Resûlullah Efendimizin emrine verdi ve ona şu tembihte bulundu:
"Sana ne emrederse derhâl itaat edeceksin, hiçbir fikrine karşı aykırı iş görmeyeceksin, bir dediğini iki etmeyeceksin ve her hâlini bana bildireceksin!"
Kervanın yola çıkması için bütün hazırlıklar tammalandı. Ebû Tâlib ile Efendimizin halaları da, onu uğurlamaya geldiler ve kervanda bulunanlara onunla ilgilenmelerini rica ettiler.
...Ve kervan yola çıktı.
Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra, Şam topraklarına vardı. Kervana iştirak edenlerin her biri, Busra Panayırının münasip yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.
RÂHİB NASTÛRA VE EFENDİMİZ
Efendimizin daha önceki Şam seyahati sırasında manastırda bulunan Râhib Bahîra, ölümüyle yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı.
Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi, pencereden gelen kafileyi seyreden rahibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı Meysere'yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğunu sordu.
Meysere, "O, Kureyş ve Mekke halkından bir zâttır." cevabını verdi.
Nastûra, bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da Meysere'yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı: "O ağacın altına şimdiye kadar (bu vakitte) peygamberden başka kimse inmemiştir."115
Daha sonra Meysere'ye şu suali yöneltti: "Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?"
Meysere'den "Evet." cevabını alınca, teşhisini kesinleştirdi: "O, peygamberdir, hem de peygamberlerin sonuncusudur!""6
Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbâlin peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci, vücudunun bütün zerrelerine bir anda yayıldı. Tabiî, rahibin söyledikleri de hafızasına nakşoldu.
Satışlar tamamlanmış ve alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki, Peygamberimiz herkesten ziyade kârlı bir ticaret yapmış.117 Bu sefer Meysere'nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.
Kervan, Busra'dan ayrılarak Mekke'ye doğru yola çıktı.
Melekler Gölge Ediyor!
Kervan, sıcak kumlar üzerinde Mekke'ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş, ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat, bu da ne? Meysere, gözlerine inanamıyordu. Tekrar tekrar açıp kapatıyordu gözlerini... Acaba yanlış mı görüyordu?
Ama hayır!.. Gördüğü, ne hayâl, ne de gözlerindeki bir yanılmanın esiri idi; tamamıyla gerçekti: İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için, bulut tarzında Kâinatın Efendisi üzerinde
gölgelik ediyordu."8
Meysere, hayranlık ve heyecanından yerinde duramaz hâle gelmişti. Güneşin sıcaklığı, bu garib hâdisenin munis sıcaklığı yanında artık ona pek tesir etmiyordu. Ne var ki, Nur Muhammed'e (s.a.v.), bu olup bitenleri ve duyduklarını anlatma cesaretini kendinde bir türlü bulamıyordu! Hayretini, heyecanını ve şaşkınlığını hep içinde saklıyor, dışa aksetmemesi için var gücünü sarfediyordu.
Artık kervan, Mekke'den görülmeye başlanmıştı.
Hz. Hatice, evinin damında, Kureyş kadınlarıyla birlikte, gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes gibi o da hayret içinde idi! Gelen, Muhammed ve Meysere'dir. Ya Muhammed'in (s.a.v.) başı üzerinde gelenler ne? Gözleri yanlış mı görüyor? Hayır, o da gerçeğin tâ kendisini görüyordu ve yine iki melek, Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice, heyecan içinde yanındaki kadınlara da bu garibliği gösteriyordu:"9 "Bakın, bakın, Muhammed melekler tarafından gölgeleniyor!"
Kervan Mekke'ye ulaştı. Peygamberimiz, mallan Hz. Hatice'ye teslim etti. Hatice de getirilen mallan yüksek bir kârla sattı.120
Meysere, Müşahedelerini Anlatıyor!
Meysere, bu yolculuk esnasında Kâinatın Efendisinden çok şey görmüş, çok şey öğrenmişti.
Her şeyden önce, temizliğe son derece riâyet ediyordu, ahlâkı mükemmeldi, doğru sözlüydü, arkadaşlığı samimî ve ciddîydi. Ticaretteki dürüstlüğüne diyecek yoktu.
Bütün bunları, Râhib Nastûra'nın söylediklerini ve yolda gördüğü garibliği, Meysere bir bir Hatice'ye anlattı.
Hz. Hatice'nin 25'indeki bu gence karşı hayranlık ve alâkası artık son haddine varmıştı. Meysere'den duyduklarını ve kendisinin gördüğünü, vakit geçirmeden amcası oğlu Varaka b. Nevfel'e nakletti.
Varaka, bilgili bir Hıristiyandı. Putperestliğe taraftar değildi. Kendi hâlinde yaşlı ve aklı başında bir insan idi.
Hatice'den duydukları karşısında o da hayretini gizleyemedi: "Eğer bu söylediklerin doğru ise, şüphesiz, Muhammed, bu ümmetin peygamberidir! Ben, zâten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman, onun tam zamanıdır!"121
Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice'nin gönlü sevinçle doldu.

94 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 191.
95 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 191194; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 153155; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 9697; Taberî, Tarih. c. 1, s. 194195.
96 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 194; İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 155; Belâzurî,A.g.e., c. 1, s. 97.
97 Hüseyin elCisr, Risalei Hamidiyye, Tere, s. 5556; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 168169.
98 Mâide, 8283.
99 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 158; Halebî, İnsanû'lUyûn, c. 1, s. 164.
100 Abdurrahmân Münavî, Feyzû'lKadir, c. 1, s. 224.
101 ibni Hişam, Sîre, s. 198; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 128.
102 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 195.
103 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 196.
104 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 196197; Ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 126128.
105 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 198.
106 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 128; Taberî, Tarih, c. 1, s. 201.
107 Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 91.
108 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 128; Süheylî, A.g.e., c. 1, s. 91.
109 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 141; Ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, A.g.e., c. 1, s. 93.
110 Ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, A.g.e., c. 1, s. 93.
111 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 142; İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 129.
112 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 141142; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 129; Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 94; ibni Kesir, Sîre, c. 1, s. 261.
113 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 129130.
114 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 130.
115 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s 199; ibni Sa'd, Tabakat, c, 1, s. 130; Taberî, Tarih, c. 2, s. 196.
116 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 130; Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 122.
117 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 130.
118 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 200; ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 130; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 196.
119İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 200; İbni Sa'd, A.g.e., s. 130131. 120 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 200; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 197.
121 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 203; Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 123; Ibni Kesir, Sîre, c. 1, s. 267.



Efendimizin Hz. Hatice'yle Evlenmesi
Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Ticaret mallarının başında Şam'a göndermesi ise, onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu.
Dul olan Hz. Hatice, o sırada, Kureyş kadınları arasında soy sop, şeref ve zenginlik bakımından en üstün mevkiye sahip bulunuyordu. Aynı zamanda, Cenâbı Hakk, Cemîl ismiyle, pek az kadına nasîb olacak bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti.
O âna kadar, kabilesinden birçok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de, o bunların hiçbirini kabul etmemişti.122 Âdeta, evlenmeyi düşünmüyor gibiydi.
Ne var ki, kader şimdi karşısına bambaşka bir şahsiyet çıkarmıştı: Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki sevgi simasında tebessüme kalbolmuş, zihnindeki derin düşünce dışarıya ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan...
Daha önce bütün Kureyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve âdeta evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla daha yakından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti.
İlâhî Kader, bu iki insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir etmişti. Her şeye rağmen Kureyş'in ileri gelenleri ve zenginleri, kaderin çizmiş olduğu bu programı bozamamışlardı.
Hz. Hatice 'den Gelen Teklif
Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice'den geldi. İffeti ve namusunu koruması sebebiyle Câhiliyye devrinde bile tertemiz kadın mânâsına gelen "Tâhire" lakabıyla anılan Hz. Hatice'den...
Teklifi getiren, Hz. Hatice'nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefise ile Peygamberimiz arasında şu konuşma geçti:
"Ey Muhammedi.. Seni hangi şey evlenmekten alıkoyuyor?" "Elimde evlenecek kadar para yok!"
"Eğer bu temin edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe çağrılsan icabet eder misin?"
"Kimdir bu?.." "Hüveylid'in kızı Hatice..." "Ama, bu nasıl olabilir?" "Orasını ben bilirim! " "O hâlde, dilediğini yaparım."123
Nefise, sevinç içinde, Kâinatın Efendisiyle konuştuklarını, gelip Hz. Hatice'ye iletti.
Hz. Hatice'nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunuyordu. Nefise'yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Peygamberimize, "Ey amcam oğlu!.. Sen, benim akrabam olduğun,* kavmin içinde şerefli, güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bulunduğun için seninle evlenmeyi arzu ediyorum." diye haber gönderdi.124
Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib'e bildirdi.
Ebû Tâlib, teklifi tahkik etti. Hz. Hatice'nin böyle bir evliliği arzu ettiğini, bizzat kendisinden öğrendi.
Baba tarafından Hz. Hatice'nin soyu Peygamberimizin baba tarafından dedesi olan Kusay'da birleştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Resûli Ekrem Efendimizin baba tarafından dedesi olan Lüey'de birleşir.
Düğün Merasimi
Düğün merasiminin tarihi, bizzat Hz. Hatice tarafından tebit edildi. Merasim de onun evinde yapılacaktı.
Tesbit edilen tarihte, Resûli Ekrem Efendimiz, amcaları, halaları ve Haşîm Oğullarının ileri gelenlerinden bazılarıyla birlikte Hz. Hatice'nin evine geldi.
Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey, bizzat Hz. Hatice tarafından teinin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.
Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere, sıra, iki taraf büyüklerinin konuşmasına geldi. Hz. Hatice'nin babası, Ficar Harbinde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr b. Esed katılmıştı.
Geleneğe göre, ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"Allah'a hamdolsun ki, bizi, İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in sulbünden, Maad'ın mâdeninden, Mudar'ın aslından vücuda getirdi. Bundan sonra, asıl maksada gelir ve derim ki:
"Kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah; ki, akrabanız olduğu malûmunuzdur. Onunla Kureyş'ten hiçbir bir genç tartılamaz, ölçülemez! Bu, şeref ve asaletçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir!
"Gerçi, malı azdır. Fakat, mal dediğin nedir ki?.. Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey!
"Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir!
"Şimdi o, sizden, kızınız Hatice'yi zevceliğe istemekte, muaccel ve müeccel mehir olarak da 20 erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir."
Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de, Hz. Hatice'nin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel ayağa kalktı ve şöyle konuştu:
"Allah'a hamdolsun ki, bizi de, anlattığın gibi yarattı; saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz!
"Ey Kureyş topluluğu!.. Şâhid olunuz ki, ben, Huveylid'in kızı Hatice'yi, şu kadaır mehirle Muhammed b. Abdullah'la evlendirdim!"
Varaka b. Nevfel konuşmasını bitirdikten sonra, Ebû Tâlib, Hz. Hatice'nin amcası Amr b. Esed'in de muvafakatini istedi. Amr da ayağa kalkarak, "Ey Kureyş topluluğu!.. Şâhid olunuz ki, ben de Muhammed b. Abdullah'a Huveylid'in kızı Hatice'yi nikâladım!" diye konuştu.
Böylece, Kâinatın Serveri Efendimiz ile Kureyş kadınlarının, neseb, şeref ve zenginlik bakımından en üstünü bulunan Huveylid'in kızı Hz. Haticei Kübra zevczevce ilân edilmiş oldular. O sırada Resûli Eîkrem Efendimiz 25, Hz. Hatice ise 40 yaşlarında bulunuyordu. Evlilikleri Milâdî tarihle 595 yılına rastlıyordu. Yâni, Efendimizin nübüvvetinden 15 yıl önce...
Bundan sonra Resûli Ekrem Efendimiz, muhterem zevcesini alarak Ebû Tâlib'in evine geldi. Burada velime, yâni düğün cemiyeti yaptı; iki deve kestirerek halka yemek ziyafeti verdi.
Ebû Tâlib de, bu mes'ud hâdisenin hatırı için develer kestirdi ve halka yemekler yedirdi. Sonra da, Peygamberimizle ailesini evine davet etti.
Onları karşılamaya çıktığında, sevinç gözyaşları arasında Allah'a hamdediyordu: "Hamdolsun Allah'a ki, bizden bütün üzüntüleri yok etti!"
Efendimiz ile ona ilk hanım olma şerefini kazanmış bulunan Hz. Hatice, Ebû Tâlib'in evinde ancak birkaç gün kaldılar. Sonra tekrar Hz. Hatice'nin evine döndüler. Artık mes'ud hayatlarını burada geçireceklerdi.
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, kendisine "Haticei Kübra" dediği bu asil ve tâhire kadın hayatta olduğu müddetçe başka bir kadınla evlenmedi.125 Her türlü teselliyi ve en parlak saadeti bu huzurlu evinde buldu.
Peygamber Efendimize, babasından mîras olarak pek bir şey kalmamıştı. Uzun zamandır himayesinde bulunduğu Ebû Tâlib ise, fakir ve zaruret içinde idi. Bu bakımdan, Hz. Hatice'yle evleninceye kadar bin bir meşakkat ve zahmet içinde hayat sürmüştü.
Hz. Hatice'yle evlendikten sonra, onun servetini ticarette kullandı ve bir derece genişliğe kavuştu. Fakat, zevcesi bol servet sahibi iken, o, yine israfa, gösteriş ve lükse kaçmadı. Eski mütevazi ve sâde hayatına yakın bir yaşayışı devam ettirdi. Üstelik, dünya malına da kalbinde yer vermiyordu. Onun o yüce ruhunu bambaşka ulvî ve kutsî duygular istilâ etmişti. Dünya ve içindekilerin muhabbeti, o ulvî duyguları söküp atmaya hiçbir zaman muktedir olamıyordu.
Daha sonra, Hz. Haticei Kübra'dan, Resûli Ekrem Efendimizin sırasıyla Kasım, Zeyneb, Rukiyye, Fâtıma, Ümmü Gülsüm, Abdullah [Tayyib] ve Tâhir adında yedi çocuğu oldu.126
Bu mes'ud aile yuvasında Kâinatın Efendisi ile Hz. Hatice, en ulvî duygularla birbiriyle kaynaşmışlardı. Ali yuvasında hâkim olan, karşılıklı emniyet, samimî hürmet ve muhabbet idi. Hz.Hatice, Kâinatın Efendisi kocasından 15 yaş büyük olmasına rağmen, yüce şahsîyetinden dolayı kendilerine karşı son derece nâzik, duygulu ve itinalı davranıyordu. Peygamber Efendimizin şerefli hanımına karşı muhabbeti de fazlaydı. Öyle ki, vefatından sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmadı, gönlünün en mutena köşesinde ebedî beraberliğe kadar sakladı.
Resûli Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice'nin keremkârlığını, hayırseverliğini ve kendisine yaptığı büyük yardımı her zaman yâdederdi. Bu yâdediş, Hz. Âişe Validemize, "Haticei Kübra'dan başka, Nebîyyi Ekrem'in zevcelerinden hiçbirini kıskanmadım!"127 dedirtecek ve onun kıskançlık damarını tahrik edecek kadar fazla idi.
Nasıl yâdetmezdi ki?.. Sekiz çocuğundan biri hâriç diğerlerinin annesi o idi. Herkes ona düşman iken, ona dost elini uzatan, o idi. Her türlü ızdırap ve sıkıntı karşısında kendisini teselli eden, o idi. Herkesin ona arka çevirdiği bir zamanda yanıbaşından ayrılmayan, o idi.
Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hayırla yâdedecekti.

122 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 201; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 131.
123 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 131.
124 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 200201; Taberî, Tarih, c. 2, s. 197.
125 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 201.
126 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 202; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 133.
127 Müslim, Sahih, c. 7, s. 133,



Zeyd Bin Harise'yi Azad Etmesi ve Hz.Ali'yi Yanına Alması
Zeyd b. Harise, Kelb Kabîlesne mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında küçük bir çocuk iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir başka kabilenin baskını sırasında esir alınmıştı. Esirler pazarından da, Hz. Hatice'nin yeğeni Hâkim b. Hizan tarafından 400 dirheme satın alınıp Mekke'ye getirilmişti.128 Hz. Hatice, Zeyd'i yeğeninden almış ve evinde barındırıyordu.
Bu sırada Efendimiz, Hz. Hatice'yle evli bulunuyordu.
Resûli Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple, Hz. Hatice'den onu kendisine bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Peygamberimizin bu arzusunu yerine getirdi.
Nebîyyi Ekrem Efendimiz, onu alır almaz âzad etti.129 Her zaman hürriyeti benimseyen ve seven bir büyük insandı o... Her yaşında, insanlara, onların vazgeçilmez hak ve hürriyetlerine son derece hürmetkar ve riayetkardı. Fânî hayatının son ânına kadar bu eşsiz ulvî duygusu ve hasleti her zaman kemâl derecesinde tecellî edecektir!
Zeyd, belirttiğimiz gibi, henüz küçük bir çocuktu.
Ebeveyni, onun nereye götürüldüğünü, kime satıldığını bilmiyordu. Harise Ailesi, çocukları için her gün gözyaşı döküyordu.
Babası Harise, evde duramaz olmuştu. Diyar diyar dolaşıyor, sormadık kabile ve uğramadık yurt bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için şiirler söylene söylene geziyordu.
Küçük Zeyd ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mes'ud ailenin saadeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve âdeta onun ayrılmaz bir parçası hâline gelmişti. Rahatı yerindeydi, Kâinatın Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mes'uddu, sevinçli ve huzurlu idi.
Zeyd'in Yeri Tesbit Edildi!
Günün birinde Kelb Kabilesinden birkaç kişi, Kabe'yi ziyarete geldi. Bu arada, Zeyd'i gördüler ve kendisiyle sohbet edince de tanıdılar.
Babasının, annesinin durmadan kendisi için gözyaşı döktüklerini, hasretiyle yanıp tutuştuklarını Zeyd'e anlattılar.
Fakat Zeyd, gayet sakin ve rahat idi. Anne şefkati ve baba sevgisinden daha ulvî ve kutsî şeylere mazhar olmanın gönül rahatlığı içinde, onlara cevabı şu oldu:
"Annemin babamın benim için gözyaşı döktüklerini biliyorum. Sâdece, sizden, şu söyleyeceklerimin onlara ulaştırılmasını istiyorum:
'"Ben, her ne kadar uzaklarda bulunuyor isem de, kavmimle haber gönderdim ki, hacc merasimi yapılan belli yerler yanındaki Beytullah'ta oturuyor, hizmet ediyorum. Artık, aradığınızı elde etmek için son gücünüzü harcamaktan, uzun uzun yollar katetmekten, develeri yeryüzünde koşturup durmaktan vazgeçin! Allah'a hamdederim ki, ben şimdi, öyle hayırlı, öyle şerefli bir aile içinde bulunuyorum ki, Maad'ın sulbünden—uludan uluya geçerek gelmiş olan—en şerefliler, bu ailedendir!""30
Bu haberi alan Harise, kardeşi Kâ'b'la birlikte yanına fazla miktarda akçe de alarak Zeyd'i kurtarmak için derhâl Mekke'ye geldi. Sorup soruşturup Resûli Ekrem Efendimizi buldu ve, "Ey Kureyş Kavminin Efendisi, efendisinin oğlu!.. Siz, Harem halkı ve Haremi Şerifin komşususunuz! Beytullah'ın yanında esirlerin esaret bağlarını çözer ve karınlarını doyurursunuz!" diye konuştuktan sonra, asıl maksadını şöyle arzetti:
"Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Sen bizi memnun ve razı edecek bir fıdyei necat [kurtuluş akçesi] iste; biz sana onu verelim, oğlumuzu serbest bırak!"
Nebîyyi Ekrem, "Oğlunuz kimdir?" diye sordu. "Zeyd b. Harise..." dediler.
Peygamberimiz, "Bundan başka bir istediğiniz var mı?" dedi.
Onlar, "Hayır, başka isteğimiz yok." cevabını verdiler.
Bunun üzerine, Resûli Kibriya Efendimiz, "Zeyd'i çağırın! Dilediğini yapmakta serbest bırakın! Eğer, sizi tercih ederse fıdyei necat almaksızın, o sizindir, alın götürün; yok, eğer beni tercih ederse, vallahi, ben, beni tercih edene, kimseyi tercih etmem!"13' diye konuştu.
Harise ve kardeşi, Efendimizin bu konuşmasından memnun oldular ve, "Sen," dediler, "bize karşı çok insaflı davrandın!"
Huzura gelen Zeyd'e Efendimiz, "Şunları tanıyor musun?" diye sordu.
Zeyd, "Evet, tanıyorum." dedi.
Peygamberimiz tekrar, "Kimdir onlar?.." dedi.
Zeyd, "Bu babamdır, şu da amcamdır." cevabını verdi.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Zeyd'e, "Sen, benim kim olduğumu öğrendin. Sana olan şefkat ve sevgimi de gördün. O hâlde ya beni tercih et, yanımda kal; ya onları tercih et, git." diyerek, onu tercihinde serbest bıraktı.
Zeyd'in cevabı şu oldu:
"Ben, hiçbir kimseyi, sana tercih etmem! Sen, benim için anne ve baba makamındasin!"
Oğlunun bu cevabı karşısında şaşıran ve sarsılan baba Harise, hiddetle, "Yazıklar olsun sana!.." dedi, "Demek ki, sen köleliği, hürriyete, anne babana, amcana ve ev halkına tercih ediyorsun!"
Fakat, Zeyd, babasıyla aynı kanaatte değildi. "Babacığım!.." dedi, "Ben, bu zâttan öyle şeyler gördüm ki, kendisine hiçbir zaman bir kimseyi tercih edemem!"132
Küçük Zeyd, böylece, Resûli Ekrem Efendimize olan sadâkat ve bağlılığını ispatlamıştı. Kader, ona nurlu ve parlak bir istikbâl hazırlıyordu. Bu hâli, onun ilk müjdesiydi.
Efendimizin, Zeyd 'i Evlâd Edinmesi!
Peygamber Efendimiz, Zeyd'e, bu eşsiz bağlılığın mükâfatını vermede gecikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Kureyş'in oturduğu Hıcır mahalline götürdü ve halka şöyle hitab etti:
"Ey hazır bulunanlar!.. Şâhid olunuz ki, bundan böyle Zeyd, benim oğlumdur. Ben, ona vârisim, o da bana vâristir."
Mekkeliler, birini evlâd edinmek istedikleri zaman böyle yaparlardı. Efendimiz de onların bu âdetlerine uyarak, Zeyd'i böylece kendisine evlâd edinmiş oldu.
Peygamber Efendimizin bu güzel davranışı, şaşkın ve dalgın duran Harise'nin mahzun gönlünde sevinç rüzgârı estirdi: Demek ki, oğlu emin bir elde bulunuyordu!
Gönül huzuru içinde Harise, oğlunu Kâinatın Efendisinin yanında bırakarak yurduna döndü.1"
Bundan sonra, Mekke'de herkes Zeyd'i, "Muhammed'in oğlu Zeyd..." diye çağırmaya başladı.
Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle memur edilip vahiy gelmeye başlayınca, evlâdlıkların kendi öz babalarının adlarıyla çağrılmaları emredildi.134 Bunun üzerine Hz. Zeyd, babasının ismiyle, "Harise oğlu Zeyd." diye çağrıldı.
Bu konuda âyeti kerîmede meâlen şöyle buyurulur:
"Evlâdları, babalarına nisbet ederek çağırın! Allah katında, bu, daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar (Kendilerini "Kardeşim" veya "Dostum" diye çağırın.)"135
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (r.a.), bu hususu şöyle ifade etmiştir:
"Biz, 'Evlâdları babalarının adıyla çağırın.' âyeti ininceye kadar Zeyd'i 'Harise oğlu Zeyd' diye değil, 'Muhammed oğlu Zeyd' diye çağırırdık."116
Ayrıca, bu âyetle, evlâdlıkların, evlâd edinen kimseye vâris olması hükmü de ortadan kaldırıldı.
Hz. Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali'yi müteakip derhâl İslâm'ın sînesine koşacak ve "üçüncü Müslüman" olma şerefine erecektir.
Resûli Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd'i fazlasıyla severdi. Zaman zaman kendisine, "Ey Zeyd!.. Sen, kardeşimiz ve âzadlımızsın."137 diyerek iltifatta bulunurdu.
Resûli Ekrem, daha sonra çok sevdiği bu büyük insanı, dadısı Ümmü Eymen'le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Üsame Hazretleri dünyaya gelecektir!
PEYGAMBERİMİZİN, HZ. ALİ'Yİ YANINA ALMASI
Efendiler Efendisi 36 yaşında. Milâdî 607 senesi.
Mekke'de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık baş göstermişti. Çoğu aile, geçim sıkıntısından perişan bir durumda idi.
Geçin sıkıntısı içinde bulunan ailelerden biri de,Resûli Ekrem Efendimizin amcası Ebû Tâlib'in ailesiydi.
Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadirşinaslıkları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve eşsiz bir mizaca sahip bulunuyordu!
İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine elinden gelen yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan beri, şefkatli kanatlan arasında büyüdüğü biri: Ebû Tâlib...
Amcası geçim sıkıntısı içindeyken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl yardımına koşmazdı?
Derhâl harekete geçti. Hâli vakti yerinde olan diğer amcası Hz. Abbas'a koştu, durumu kendisine arzetti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Tâlib'e yardım ellerini uzatmaları, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri gerektiğini anlattı.
Hz. Abbas, Efendimizin bu davetini memmuniyetle karşıladı ve birlikte Ebû Tâlib'e vardılar.
Maksatları, Ebû Tâlib'in evindeki kalabalığı biraz azaltmak, hiç olmazsa birkaçının nafaka yükünü omuzundan kaldırmaktı!
Maksatlarını Ebû Tâlib'e açınca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz ismini bizzat koyduğu Hz. Ali'yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer'i himayesine aldı.148
O sırada Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, "Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." buyuran Resûli Kibriya'nın himayesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, davet edildiğinde ise, derhâl îman edecektir! Bu îmanı sırasında 910 yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda "ilk Müslüman çocuk" şerefini de kazanmış olacaktır.1"9

128 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 497; İbni Esir, Üsdû'lGabe, c. 2, s. 224; İbni Hacer, ellsabe, c. 1, s. 563. 129 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 497.
130 ibni Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 41; Ibni Esir, A.g.e., c. 2, s. 225; ibni Hacer, A.g.e.,c. 1, s. 523.
131 İbni Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 42; ibni Esir, A.g.e., c. 2, s. 225; ibni Hacer, A.g.e., c. 1, s. 523.
132 Ibni Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 42; ibni Esir, A.g.e., c. 2, s. 225.
133 ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 42; Ibn-i Esir, A.g.e., c. 2, s. 225; İbn-i Hacer,A.g.e., c. 1, s. 563.
134 Ahzab, 5, 40.
135 Ahzab, 5.
136 İbn-i Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 43; Buharî, Sahih, c. 3, s. 174; Müslim, Sahih, c.3, s. 131.
137 Baharı, A.g.e., c. 3, s. 303.
148 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 263. Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213.



KABE'NİN YENİDEN İMARI VE PEYGAMBERİMİZİN HAKEMLİĞİ
Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi.
Bu sırada Kureyş Kabilesi, Kabe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zîra, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mabedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bulunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı âdeta harab bir hâle getirmişti.
Son olarak gelen büyük bir sel, Kabe'yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.
Bu arada, bir hâdise daha oldu: Kadının biri Harem'de ateş yaktı. Ateşin korundan sıçrayan kıvılcımlar, Kabe'nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına sebep oldu.
Bütün bunların üzerine bir de Kabe'nin içinde bulunan bir definenin çalınması eklenince, Mekkeliler, artık, verdikleri kararı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.138
İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi
Kureyşliler, Kabe'yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp, istişare ediyorlardı.
Bu sırada, Cidde'ye gitmek üzere Mısır'dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu.
Bunu haber alan Kureyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Geminin yükü, yumuşak aktaş, tahta, direk ve demir idi. Bunlar, Kureyş'in arayıp da bulamadıkları şeylerdi!
Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke'ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz satabilme garantisi de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticaret eşyası satanlardan öşür alırlardı.
Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mimar da bulunuyordu. Kabe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da anlaştılar.
Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kabe'nin mimarlığını Bizanslı Bâkûm, marangozluğunu ise Mekke'de oturan Kıbtî bir usta yapacaktı.139
Duvarların Taksimi
Kabe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur'ayla kabileler arasmda dörde taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile Zühre Oğullarına Kabe'nin Şam cephesi (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cümah) ve Amir Oğullan payına Kabe'nin Yemen köşesi ile Hacerû'lEsved köşesi arası; Mahzum ve Teym Oğullarına ise, Safa ile Ecyad'a bitişik olan Yemen cephesi düştü.140
Mekke 'nin Sarsılması
Her kabîle, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hz. İbrahim'in attığı temele kadar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı!
Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki, buna muvaffak olamadılar. İçlerinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke'nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifa ettiler.141
Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması
Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerû'lEsved'in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak, bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususta daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki, birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.142
Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu. Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi!
Bu duruma bir çâre bulmak gerekiyordu!
Dört beş gün, Kabe'nin duvarlarına tek taş koymadan, Kureyş kabileleri bekleyip durdular! Sonra tekrar Mescidi Haram'da toplandılar, birbirleriyle konuştular, tartıştılar.
Bu arada, kabileleri uzlaşmaya davet edenler de vardı.
Uzlaşmayı Sağlayan Teklif!
Kanlı bir hâdisenin kopması her an beklenirken, Kureyş'in en yaşlılarından Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Muğire, ortaya atıldı ve taraflara şu teklifi sundu:
Ey Kureyşliler!.. Anlaşamadığınız şu işte, mabedin şu kapısından (Benî Şeybe Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye bağlasın!"143
Ebû Ümeyye'nin beklenmedik bu teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gördü.
"MUHAMMEDÛ'LEMİN" GELİYOR!
Artık, bütün gözler Benî Şeybe Kapısındaydı!
Acaba kim çıkacaktı ve kabîlelerin anlaşmazlığına nasıl bir çâreyle son verecekti? Hiçbir kabîlenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti?
Merak dolu bakışlar, mescidin mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.
Kapıdan bir zât belirdi!
Uzaktan farkettiler, kendisine mahsus boyu poşu ve yürüyüşüyle vekar içinde gelen bu zâtı derhâl tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar: "ElEmin o!.. Muhammed o!.. Onun aramızda vereceği hükme razıyız!"144
Evet, gelen, Muhammedû'lEmin'di (s.a.v.). Herkesin itimadını kazanmış olan dürüst insandı.
Bu sebeple, merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü, âdil karar vereceğinden hepsi tereddütsüz emindi.
Evet, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, elbette tesadüfi değildi. Vereceği hükümle onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.
Kureyş, durumu kendilerine anlattı.
Kalbi gibi zihni de tertemizdi Efendimizin... İsabetli kararı vermekte gecikmedi ve şu emri verdi:
"Hemen bana bir örtü getiriniz!"
Anında getirdiler. Bir rivayete göre, bu, Velid b. Muğire'nin elbisesiydi. Diğer bir rivayete göre ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâsıni bu işte kullandı.145
Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi.
Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O örtüyle ne yapacaktı?
Merakları fazla sürmedi ve Sevgili Peygamberimiz, Hacerû'lEsved'i bu örtünün ortasına koydu; sonra da, "Her kabileden bir kişi bunun birer köşesinden tutsun." diye emretti.
Öyle yaptılar. Hacerû'lEsved'i, örtüyle, konulacak yere kadar kaldırdılar.
...Ve Resûli Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerû'lEsved'i kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nail oldu!
Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.146
Böylece, Allah Resulü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isabetli kararıyla, kabileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.
Bu kararıyla Sevgili Peygamberimiz, kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda İlâhî bir kuvvetle te'yid edildiğini ortaya koymuş oluyordu!
İbni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimiz, Hacerû'lEsved'i* yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.147
Renginin siyah olması sebebiyle "Hacerû'lEsved [Siyah Taş]" diye adlandırılmış bulunan bu mübarek taş, Kabe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yere yerleştirilmiş, üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halkayla çevrilidir. Bir başka ismi "Ruhû'lEsved"dir.
Bu mübarek taş, semavî bir taş olup, Hz. İbrahim'e (a.s.) Hz. Cebrail tarafından getirilmiştir. Kabe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys Dağında muhafaza edilmekteydi. Bir rivayete göre, Peygamber Efendimizin "Ben peygamber gönderilmeden evvel, Mekke'de bana selâm veren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum!" ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerû'lEsved'dir.
Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:
"Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın! Eğer Resûlullah'ın seni takbii ettiğini [öptüğünü] görmeseydim asla seni takbii etmezdim!"

138 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 205; İbn-i Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 145; Taberî, Tarih, c. 2, s. 198.
139 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 205; ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 145.
140 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 207; Ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 146; Taberî,Tarih, c. 1, s. 200.
141 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 207-208; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 201.
142 İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 209; ibn-i Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 201.
143 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 209; ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 201.
144 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 209; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. ?
145 Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 99.
146 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 209210; Ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 146; Taberî,Tarih, c. 2, s. 201.
147 Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 129.



Risaletinden Önce İnsanlığın ve Dünyanın Durumu

İnsanlığın ve Dünyanın Durumu
Kâinatın Efendisine risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın manevî çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Resûlullah'ın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!
Milâdî altıncı asır sonları...
Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusunun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asırdır. O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır:
Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin v.s.
Bütün bu devletlerde;
A) Doğru Bir İnanç Sistemi Mevcut Değildi
İnançsızlığın veya yanlış inancın ruh ve vicdan ızdırabı içinde kıvranan zamanın insanları, âdeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.
Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah'a îman ve ibâdet yerine, kâinatta cereyan eden hâdiselere ve Yüce Kudret'in eseri olan eşyaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateşe, kupkuru ve ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık "İlâh!" diye secde ediyordu.
Ruh ve vicdanlar, tek Allah'a îmandan mahrum karanlıklara gömülü bulunduklarından "Her şey, İlâhî Kudret'in eseridir."
denilmiyor ve dolayısıyla devrin insanları tarafından, kâinat, mânâsız, abes ve gayesiz mütalâa ediliyordu! îman, irfan ve basiretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde bin bir türlü esrar ve hikmeti muhafaza eden Kâinat Kitabını sahipsiz ve mânâsız kabul edecek kadar düşünceden mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duruyorlardı.
Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, tevhid inancını, Allah'ın varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!
B) İnsanlar, Sınıflara Ayrılmışlardı
İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin fakir, kuvvetli zayıf, avam havas, efendi köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!
Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırıyordu. Misâl olsun diye o günkü İran'ın durumuna beraberce bir göz atalım: "Birçok ibtidaî kavimde olduğu gibi, İranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan, dördüncüsünden bütünüyle kopmuş dört sınıfa [kasta] ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi Kabilesinden alınan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen râhibler ve hâkimler, cengâverler ve resmî memurlardı. Rençber ve san'at sahiplerinden mürekkep kısım da dördüncü sınıfı teşkil ediyordu. Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirlerden ve toprağa bağlı esir ve kölelerden [serflerden] mürekkepti ve bu sonuncuların vazifeleri, hiçbir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda veya orduda çalışmaktı. Bunlar tamamıyla kendi hâllerine terkedilmiş, aşılmaz manialarla ayrılmış oldukları—mal ve mülkünden şerbetçe faydalanan—Dehkanlığa, yâni şehirliliğe bile yükselmeyi ümit edemezlerdi."150
Doğu Roma İmparatorluğunun hâli daha da acıklı ve ibretli idi: "Halk, kendiliğinden birçok talî sınıfa ayrılmıştı. Bunlar: 1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeşit ticarete girişebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule [Kürül] denilen sınıf, 2) İran'daki benzerleri gibi, toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden muhtelif loncalara bağlı Haraç güzar [vergi veren] halk, 3) Askerî sınıftı. Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi, 'toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka bir şey değildi.""51
Orta Doğunun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Roma'nın [Bizans'ın] o zamanki perişan durumunu, bakınız, nasıl hülâsa eder: "Jüstinyen'in ölümü (528565) ile Muhammed'in (s.a.v.) doğumu arasında geçen zaman zarfında olduğu gibi, belki tarihin hiçbir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bozulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irade ve faziletten mahrum milletler görülmüş değildir."152
Avrupa'da halk, aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elinde, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdır. İstenildiği zaman alınır, arzu edildiği zaman da satılırlardı. İtiraza hiçbir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse, efendisini beğenmemek hakkına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sâdece şu vardı: Bazı barbar memleketlerde, hizmetçi, ilk efendisine muayyen bir kurtuluş akçesi vermek suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu, onlar için haliyle büyük bir lütuftu!
Hülâsa, Arabistan Yarımadasının dışındaki diğer bütün devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı!
Bu perişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah'ın en kıymetli mahlûku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tarağın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini doğuştan beraberinde getirdiğini ilân edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı! Hâl diliyle, âdeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu!
C) Kölelik, Bir Müessese Olarak Mevcuttu
İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir îman sayesinde mümkündür.
Gönülleri bu îmanın şerefinden mahrum bulunan o devrin insanları, elbete, insana hürmetin, insanın yeryüzünde en mükerrem varlık olduğunun şuurundan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini parayla alıp satabilecek kadar vahşîleşeceklerdi.
"Köle" diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp satmak gibi, açık artırmayla satılıyordu! Efendi, kölesine her türlü hakareti, zulmü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti!
Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine, insanlık âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.
D) Mezhep Kavgaları Sürüp Gitmekteydi
Hıristiyan devletlerde, Hz. İsa'nın tebliğ ve telkin ettiği "tevhid" akîdesi, yerini bâtıl "teslis" inancına bırakmıştı.
Papazlar, Hz. İsa'nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, apayrı bir din meydana getirmişlerdi.
Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparatorluğunda din adına akıl almaz zülüm ve işkencelere başvuruluyordu. Misâl olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas'ın, Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hâdisesini ibret nazarlarına sunarlar.153
İran'da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihanet edenler ölüm cezasına merhametsizce çarptırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha germe, taşa gömme, aç susuz bırakarak ölüme terketme, alışılagelmiş ölüm şekilleri arasında yer alıyordu.
Konfiçyüs'le Çin, medeniyette ilerlemişken, Saadet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılmayla karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları, dinmek bilmez bir hâl almıştı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.
Habeşistan, İslâm'ın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynıyordu.
E) Ahlâksızlık Kol Gezmekteydi
Allah'a îmanın verdiği haya ve korkudan mahrum, faziletten nasîbsiz insanlık, her türlü ahlâk dışı davranışta, haysiyet ve namusları ayaklar altına alıcı âdi hareketlerde şerbetçe bulunuyordu.
Kumar, içki, zevk ve sefa âlemleri, günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zina, gasb ve baskın olayları, insanlık denilen kutsî ve ulvî mânâyı âdeta yeryüzünden silip süpürmüştü.
İşte, tek bir misâli:
Bizans İmparatorluğunda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur hâline gelmişti ki, bizzat Konstantiniyye Patriği, İmparatorun, kendi öz yeğeniyle evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.154
Kadın, alınır satılır basit bir metadan öteye geçmiyordu.
Evet, Milât'tan sonra altıncı asır sonlan, yedinci asrın başları, işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehalet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inanç çeşitleri, sefahetin her türlüsü, en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.
İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ahlâksızlığa, vahşet ve dehşete şâhid ve sahne olmamıştı!
Manevî rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuruyor, her vuruşta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çâre olamayacaklarını söylüyor ve ve yüzüne kapatılıyordu.
Gerçek Yaratıcı Yüce Allah'ı bilmemiş, tanımamış ve O'nun peygamberleri vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, âdeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya hazır canavarlar misâli, yeryüzünü saldırganlıkları, zalimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamışlar, her tarafta anarşi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı!
İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir matem meydanını andırıyordu. Herkes birbirine düşman, her şey mânâsız, ruhsuz, gayesiz telâkki ediliyordu!
Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vaveylaları arşı çınlatıyor, kâinat zerresiyle, güneşiyle insanlığın bu acı hâline âdeta ağlıyordu!
Hülâsa, bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bulutu kaplamış bulunuyordu.
Bunun taptaze, manevî bir güneşin gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran eşsiz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa kavuşması gerekiyordu!
O Saadet Güneşi, bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki, insanlığın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hayvanıyla mânâsız, abes ve gayesiz telâkki edilmekten kurtulsun. Her şeyin yazılmış ve ibret nazarlarına arzedilmiş, Allah'ın birer mektubu olduğu bilinsin, idrak edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz îman, zulmün yerini adalet, huzursuzluğun yerini huzur, cehaletin yerini ilim, ızdırabın yerini saadet alsın. İnanan herkes dost ve kardeş olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök, aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.
İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarında varlık âlemine misafir edilmiş olmanın asıl hikmet ve gayesinin, Cenâbı Hakk'ı tanımak ve O'na îman edip, ibâdet etmek olduğunu bilsin. Böylece, hakikî huzur ve gerçek saadete kavuşmuş olsun!

150 Prof. Harun Han Şirvanî, İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Tere: Kemâl Kuşçu, s. 8.
151 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 10.
152 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 11.
153 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 11.
154 Prof. Harun Han Şirvanî, A.g.e., s. 11.



Arabistan'nın Durumu
Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan'ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da—lisan ve edebiyat istisna edilirse—her şey çağırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.
Kısaca göz atalım:
DİNÎ DURUM
İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garib itikadlar burada da kol geziyordu.
Bir kısmı tamamen inkarcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar, "Bizim için dünya hayatın
dan başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan başka bir şey değildir."155 diyerek, güya keyiflerince hayat sürüyorlardı!
Resûli Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur'ânı Kerîm'inde Cenâbı Hakk, bu inancı taşıyanlara şöyle hitab edecektir:
"Ey Resulüm!.. Onlara de ki:
'"Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda şüphe olmayan Kıyamet Günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O'dur. Fakat, insanların çoğu bu gerçeği bilmez.'"156
Yine, o zaman Arapların bir kısmı Allah'a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.
Kur'ân, şu âyetiyle, bu inanç sahiplerinin hâllerini anlatıyor:
"Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur'ân'la geldiği zaman, insanların îman etmelerine, ancak şöyle demeleri mâni oldu:
'"Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?'"157
Peygamber'in insan nev'inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu güruha, yine Kur'ân, şu âyetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:
"(Ey Resulüm!.. Mekkelilere) Şöyle de:
'"Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.'"158
Diğer bir kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.
Kur'ânı Kerîm, bu gruba da şu âyetiyle işaret eder:
"(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl getirdi: 'Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?..' dedi."159
Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:
"(Ey Resulüm!..) De ki:
'"Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı tamamıyla bilir.'"160
Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu teşkil ediyordu. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:
"Biz, putlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!"161
Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk tevhid evi Beytullah'ı, bu inançlarının eseri olaraK 360 adet putla doldurmuşlardı.
İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömerû'lFaruk (r.a.), Cahiliyye devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:
"Cahiliyye devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim!
"Beni ağlatan hâdise şu idi:
"Kız evlâdlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkate muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem! Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.
"Beni güldüren hâdiseye gelince... Cahiliyye devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır, yerdik! Bundan daha gülünç bir hâdise var mı? Bunu hatıladıkça da, Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim!"
Bütün bunlar yanında, Arabistan'da Hz. İbrahim'in tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim'e nisbetle "Hanifler" denilirdi. Zîra, Kur'ânı Kerîm'de "Hanif' tâbiri Hz. İbrahim için kullanılır: "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan... O, Hanif Müslüman idi."162
Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah'ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim, putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilân etmişlerdi.163
Yine, akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arab'ın meşhur şâirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan biriydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terkederek Hz. İbrahim'in dinine girmişti.
"Bismike Allahümme" tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu. Sonra bu tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.
Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kat'î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini, geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binâendir ki, Efendimize risâlet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hattâ, Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.164
Hicret'in 2. senesinde îman etmeden ölen Ümeyye hakkında, Hz. Resûli Ekrem'den birkaç hadîs de rivayet olunmuştur.
Efendimiz, bir gün, terkisinde Şerid b. Süveyd'le gidiyordu. Sahabîye, "Ümeyye'nin şiirlerinden bir şey biliyor musun?" diye sordu.
"Evet, biliyorum." cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye'nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz, Şerid'den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.
Sahabî, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûli Ekrem, şöyle buyurdular:
"Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.'"65
Bir diğer rivayete göre ise, "Ümeyye'nin şiiri îman etmiş, fakat kendisi dalâlette kalmıştır."166 buyurdular.
Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da, şüphesiz, meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide'dir. Efendimizin peygamberliğinden haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.
Putlar
Mekke'ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:
Amr b. Luhay, şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.167
Amr, Şam'a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh'un sülâlesinden bir kabîlenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da, "Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz." cevabını alır.
Bunun üzerine Amr, Mekke'ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.168
Amr, Hübel'i Mekke'ye getirir ve diker; halkı, bu puta tapmaya teşvik eder. Câhil halk, bu teşvike kapılarak, Hübel'e tapmaya başlar.
İşte, Mekke'ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikâyesi böylece başlamış oldu.
Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı
Bundan sonra putperestlik Mekke'de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine âit putları vardı.
Kureyş, en büyük put olarak Uzza'yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.
Evs ve Hazreç Kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put, Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabîle Menat'tan başka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.
Kelb Kabilesinin putu Ved idi ve Dûmetû'lCendel denilen mevkide bulunuyordu.
Huzeyl Kabilesi, Suva putuna tapar ve bu put Gatafan mevkiinde idi.
Hemdan Kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tazim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.
Tayy ve Mezhiç Kabilelerinin putu, Yağus idi; Himyerîlerinki ise, Nesr...
Bekr Oğulları ve Kinane Kabilelerinin putu ise, Sa'd idi.169
İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. İtikadlarınca, cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.
Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir, ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet...
Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.
İşte, Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidâyet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.
AHLÂKÎ DURUM
Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefalet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.
Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaîf ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar, işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.
Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal telâkki eiliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hattâ zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur'ân, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehyediyordu:
"...Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye, cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın; hele, iffetli olmak isterlerken... Kim onları zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr'dur [çok affedicidir], Rahîm'dir."170
Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilân ediyordu.
Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula mîras olarak intikal ediyordu.
Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti
Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız olunca, bâzan kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.
Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı gerekçeleri gösteriyorlardı:
Diyorlardı ki:
"Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz."171
Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla örtülürdü.
Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince, güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.
Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.
Kur'ânı Kerîm, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan âdetlerini şu âyetiyle bize haber verir:
"Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman, öfkelenerek yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki, hüküm verdikleri şeyler ne kötü!'"72
Câhiliyye zamanında bu çikin âdete tevessül etmiş biri, bilâhare İslâmiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resûlullah'a bu durumunu şöyle anlatmıştı:
"Yâ Resûlallah!.. Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.
"Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim.
"Onun, bana son sözleri şu oldu: "'Babacığım!.. Babacığım!..'"
Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:
"Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslâmiyet devrine geçirmez."173
İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zâten, Kâinat Sultanına gerçek îmanın bulunmadığı bir kalbte, o sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!..
SİYASÎ NİZAM
Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabîlelere bölünmüşlerdi.
Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.
Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme hâlinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, âdeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabîleye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.
Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabîle de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
Harb, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabîleler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu, "Kardeşlerimizden olan Bekr'lerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız!"174 bej/tiyle anlatmak ister.
Öteden beri, kabîleler ve aşiretler hâlinde yaşıyorlardı. Merkezî bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada, medenî ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini, gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarlının yaptıkları dâima yanına kâr kalırdı.175
EDEBÎ DURUM
Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki, İslâmiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belagat ve fesahat konularında tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek, yeryüzünde hiçbir millet mevcut değildi.
Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zîra, yegâne gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi, şâirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.
Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine, bu şâirin bir tek sözüyle de, yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.
Eski zamanda şiire, "Arab'ın Defteri" deniliyordu. Zîra, Arab'ın ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akideleri, ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.
Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur vardı. Güçlü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.
Yine, muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat şöleniydi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.
Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.
Taif le Nahle arasında bulunan Sukı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.
Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar, 20 gün devam ederdi. Esirini fidyeyle kurtarmak, dâvasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, hutbe îrad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. "Şiire bu derece önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır." Böylece, İslâm'ın zuhuru sırasında Arabistan'da edebiyat, fesahat ve belagat, zirveye ulaşmıştı. Âdeta, görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur'ânı Mu'cizû'lBeyan'ın insanüstü üslûbuna hazırlıyordu.
Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur'ânı Azîmüşşan, edebiyat, belagat ve fesahatin zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgati, i'caz [mûcizeliği] ve icazı [vecizliği] ile, Arap edip, şâir ve hatiblerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire [benzer] getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.
Kur'ân'm üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Bir gün, bedevi Arap ediplerinden biri, u> fWas
j*jj âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.
Hâdise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: "Sen de mi Müslüman oldun?"
"Hayır..." diye cevap verdi bedevi edip: "Ben sâdece bu âyetin belagatına secde ettim!'"77
İmrû'1Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi, âyetini işitince, doğruca Kabe'ye vardı ve, "Artık
kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belagat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!" diyerek, kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.179
Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri, şüphesiz "Muallakatı Seb'a [Yedi Askı]" şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadû'rRaviye tarafından toplanmıştır.
Şiirleri Kabe duvarına asılan şâirler şunlardır:
İmrû'lKays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya Nabiğa), Haris b. Hiliza (veya A'şâ).180
İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed'e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan'ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzarası böyleydi.
Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta elbette ihtiyaç vardı. O zât da Ezelî Kader'in hükmüyle tesbit edilmişti: Hz. Muhammed (s.a.v.).
O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî manevî şeklini değiştirecekti, insanların yüzlerini dünyadan âhirete, fânî sevgililerden Mahbubu Bâkî'ye çevirecek ve bununla insanı maddî manevî saadete erdirecekti.
Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kâinatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini bildirip ilân edecek olan zâttı.
Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.
Bu zât, "Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gelmiş, niçin gelmiş ve nereye gidecekler?" gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.
Bu zât, insanın sahibi Allah'ın, insanlardan neleri istediğini, razı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.
Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa, Allah'tan aldığı emirleri bildirecek, ilân edecekti.
İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu!

156 Câsiye, 26.
157 isrâ, 94.
158 isrâ,95.
159 Yasin, 78.
160 Yasin, 79.
161 Zümer, 3.
162 Âlİ Imrân, 67.
163 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 237238.
164 Bağdadî, Muhammed Fehmi, Tarihi Edebiyyatı Arabiyye, c. 1, s. 19.
165 ezZebidî, Tecrit Tercemesi, c. 10, s. 3839.
166 Bağdadî, Muhammed Fehmi, A.g.e., c. 1, s. 43.
167 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 79.ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 79.
169 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 8084.
170 Nur, 33.
171 En'am, 151.
172 Nahl, 5859.
173 Darimî, Sünen, c. 1, s. 34.
174 Ahmed Emin, Fecrû'llslânn, Tere: Ahmed Serdaroğlu, s. 37.
175 Ahmed Emin, Fecrû'llslâm, s. 3738.
177 Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, A.g.e., s. 350.
179 Ahmed Cevdet Paşa, A.g.e., c. 1, s. 79; Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 416.
180 Ahmed Emin, A.g.e., s. 102.



Kuss B.Saide Efendimizi Haber Veriyor
Kâinatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç yıl önceydi.
Arab'ın Câhiliyye devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz'daki "Sukı Ukaz," renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada, kızıl tüylü bir deve üstünde 100 yaşını aşmış bir pîri fânî peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad Kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenâbı Hakk'ın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şâiri, hatibi ve hakimi idi. Fesahatıyla dillere destan olmuş bu zât, dikkat kesilmiş ve derin bir sükûta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitabediyordu:
"Ey insanlar!.. Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur! Olacak neyse olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken, hepsi ölüp gider! Hâdiselerin ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini kovalar. Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir büyük dîvan, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa, orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir! Ve Allah'ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi! Ne mutlu o kimseye ki, ona îman eder; o da kendisine hidâyet eyleye! Yazıklar olsun, ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta!.. Yazıklar olsun, ömürleri gafletle geçen ümmetlere!..
"Ey insanlar!.. Hani ya babalar, dedeler, atalar?.. Nerede soy sop?.. Hani o süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Ad ve Semud kavimleri?.. Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, 'Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?' diyen Firavunla Nemrud? Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin! Her şey fânidir; bakî olan, ancak Allah'tır. Ki O, birdir, şeriki ve nâziri yoktur! İbâdet edilecek, ancak O'dur. Doğmamış ve doğurmamıştır! Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur! Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama çıkacak yeri yoktur! Büyük küçük hep göçüp gidiyor! Giden geri gelmiyor! Kat'î bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır."181
Garibtir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hatemû'lEnbiya'nın pek yakında geleceğini haber veren Kuss b. Saide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler arasında, geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersizdi!
Câhiliyye devrinde Cenâbı Hakk'ın kalblerine hidâyet ihsan ettiği bahtiyarlardan biri olan Kuss b. Saide'nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi.
Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında geleceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasîb olmadı.
Aradan yıllar geçti.
Beni İyad'ın müvahhid ve Hz. İsa'nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud b. Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte, vasıflarını öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra, "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, senin vasfını İncil'de buldum. Seni, Meryem'in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve seni gönderen Allah'a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen, Allah'ın resulüsün!" diyerek Müslüman oldu. Onu takiben de diğer arkadaşları İslâmiyete girdiler.182
Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahri Kâinat Efendimiz, sordu: "İçinizde Kuss b. Saide'yi bilen var mı?"
Carud, "Elbette yâ Resûlallah!.." dedi, "Hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim!"
Bunun üzerine Resûli Zîşan Efendimiz şöyle buyurdular:
"Kuss b. Saide'nin bir zamanlar Sukı Ukaz'da bir deve üzerinde, 'Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak neyse olur!' diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki, hepsi hatırımda kalmış olsun!"
Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Ben de o gün Sukı Ukaz'da hazırdım. Kuss b. Saide'nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım!"
Sonra da mezkûr hutbeyi başından sonuna kadar Huzuru Risâlet'te okudu.
Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss'un şiirlerinden birkaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Haremi Şerifte, Haşîm Oğullarından Muhammed'in (s.a.v.) peygamber gönderileceğini açıkça zikr ve beyan etmişti.
Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de, Câhiliyye devrinde hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:
"Ümit ederim ki, Cenâbı Hakk, Kıyamet Gününde Kuss b. Saide'yi ayrı bir ümmet olarak hasreder!"183

181 Ahmed Cevdet Paşa, Kısası Enbiya, c. 1, s. 62.
182 ibni Hişam, Sîre, c. 4, s. 221; İbni Sa'd Tabakat, c. 6, s. 560; Taberî, Tarih, c. 3, s. 161.
183 Ahmed Cevdet Paşa, A.g.e., c. 1, s. 62.



Efendimize Peygamberlik Vazifesinin Verilmesi
"Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyden görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifıkir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zifıkirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev 'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabili hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.
"Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nevi beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âlî ahlâkta ve nevi beşerin humsu [beşte biri] ona iktida etmiş ve nısfı arz onun hükmü mânevisi altına girmiş ve istikbâl onun getirdiği nurun ziyasıyla bin 300 sene (şimdi bin 400 sene) ışıklanmış ve beşerin nurânî kısmı ve ehli îman, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdidi bîat edip, ona duayı rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed'le (a.s.m.) konuşacak ve konuşmuş ve resul yapacak ve yapmış ve şâir nevi beşere rehber yapacak ve yapmıştır. "
(Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat)
BAZI GARİB SESLERİN GELMEYE , ACİB IŞIKLARIN GÖRÜNMEYE BAŞLAMASI!
Kâinatın Efendisi, 38 yaşına girince gaibten bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda birtakım ışıklar görmeye başladı. Bâzan da kendilerine gaibten "Yâ Muhammedi.." diye nida ediliyordu.
Fakat, Efendimiz, bu garib seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam manâsıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna cereyan etmediklerini biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu.
Zaman zaman da sâdece muhtereme zevcesi Haticei Kübra'ya bu sırları anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddi hayatta tek teselli kaynağı Hz. Hatice Validemiz de Resûli Ekrem Efendimizi bir siyanet meleği gibi koruyor ve konuşmaları, sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu.
Kâinatın Efendisinin bu hâli tam bir sene devam etti.
SÂDIK RÜYALAR
Kâinatın Efendisi 39 yaşında iken "sâdık rüyalar" devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hâl içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki, geceden gördüğü rüyalar, o geceninsabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu.184
Peygamber Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama maksadına mebni olan bu durum altı ay devam etti.
YALNIZLIK ARAMASI
Kâinatın Efendisinin mübarek ruhu, bu altı aylık devreden sonra artık tamamıyla yalnızlık arıyordu. Cemiyetlen uzak durmak, düşünceleriyle baş başa kalmak, en büyük arzusuydu. Çünkü, ruhu, içinde bulunduğu cemiyetin ahlâksızlığından, zulüm ve zulmetinden sıkılıyordu.
Ona âdeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki, her şeyinden vazgeçebelir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür alemiyle baş başa kalmaktan asla vazgeçemezdi.
Bu sebeple, onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan uzak ıssız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.
Ve bu yalnızlık sırasında, âdeta dağdan taştan, yerden gökten, kâinatın niçin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve maksatlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki, bu suallerine, ne Hira'nın kayaları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin lâmbası güneş, ne gece âleminin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar ve ne de gelip geçen bulutların hiçbiri cevap veremiyordu. Ve o, bu suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.
Evet, Fahri Kâinat'ın mübarek ruhu, zahiren yalnızlık istiyordu; hakikatte ise, Kâinatın Yaratıcısı Cenâbı Hakk'a muhatab olmak arzusunu ruhunun derinliklerinde taşıyordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu...
KÂİNATIN EFENDİSİ, HİRA'DA
Sene Milâdî 610.
Kâinatın Efendisi 40 yaşında.
Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hira Dağının* tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve dua ile geçirirdi. Burası sessiz ve sakindi. Tefekkürüyle baş başa kalması için en müsait yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübarek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.186
Resûli Ekrem Efendimiz, Hira mağarasında rastgele değil, ceddi Hz. İbrahim'in Hanif dini üzere ibâdet ve tâatte bulunuyordu.187
Ömrü saadetlerinin bu 40. senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hira'da ibâdet ve tâatle geçirecekti. Zevcesi Haticei Kübra'nın hazırladığı azığıyla Hira Dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi; ibret ve hikmetle doluydu.
Hira Dağı: Resûli Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km. kadar uzaklıktadır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri, yıkılmış, yığılmış kayalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin bir adamın içinde durabileceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Garibtir ki, mağaranın uzandığı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sâdece bir deliktir. Buraya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır. 186 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 252.
Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 260.
Nur Dağı ve Hira Mağarası
Kâinatın bu manâlı sükûtuna, Peygamberimiz de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat, onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: "Sebebi vücudum, sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek, sensin. Bir kitabı Rabbani olduğumu bildirecek, sensin. Onun için sana minnettarım, sana hürmetkarım."
Kâinatın Efendisi, artık sessiz sakin ve İlâhî tecellî mazhariyetine erecek Hira Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatiyle, dua ve tefekkürü ile meşguldü.
İLK VAHİY TEBLİĞ EDİLİYOR!
Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı. Ve Ramazan'ın 17'si, Pazartesi gecesi idi.
Nur Dağı, derin ve manâlı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sakindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!..
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah'ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesna vakit!
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla, çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellîleri iç içe idi.
Cebrail (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü son resulle, Peygamberler Peygamberiyle muhatab olacak, "Habibullah" unvanını îmanı, ibâdeti, tefekkürü ve mücâdesi ile hakedecek olan Sultanı Levlak'la konuşacak, onunla yüz yüze gelecekti.
Beklenen an gelmişti.
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nurlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı, fakat gür bir seda ile hitab etti: lyt
Kâinatın Efendisini, hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu![Ben okuma bilmem.] diye cevap verdi.
Hz. Cebrail, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, "Oku!" diye seslendi.
Fahri Kâinat, aynı cevabı verdi: "Ben okuma bilmem!"
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi: "Oku!"
Bu sefer Fahri Kâinat, "Ben okuma bilmem." dedi, "Söyle, ne okuyayım?"
Bunun üzerine melek, Allah'tan aldığı ve Resulüne teslim etmeye geldiği Alak Sûresinin ilk âyetlerini başından sonuna kadar okudu: "Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki
O, insanı, pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini tâlim eden, bol kerem ve ihsan sahibidir."188
Heyecan ve haşyetin son haddinde, Kâinatın Efendisi, bizzat konuştuğu lisanla nazil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Resulünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.
O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire kayboluverdi.
"Beni Örtünüz!"
İlâhî vahye muhatab olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resulü, mağaradan çıktı ve Mekke'ye doğru hareket etti.
Yolda birçok gariblikle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar, "Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah!.." diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.
Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hâle gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Haticei Kübra'ya sâdece, "Beni örtünüz, beni örtünüz!" diyebildi.18''
Sâdık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstüne örtüler örttü.
Hira'da yalnızlık arayan Fahri Âlem, şimdi de evinde ruh ve düşünceleriyle baş başa idi.
Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahata ve sükûnete kavuştukları, belli idi. Haticei Kübra'ya başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi: "Korkuyorum ey Hatice!.. Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!"
Resûli Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu.
Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basîrete sahip Hz. Hatice, her hâlinden son derece emniyet duyduğu zevci Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyid etti:
"Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme; Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Ben, biliyorum ki, sen sözün doğrusunu söylersin. Emanete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nâzik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariblere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin! Ey Amcamoğlu!.. Sebat et! Vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim."190
Varaka Ne Dedi?
Bütün bu olup bitenler elbette mânâsız değildi ve bir şeyler ifade ediyorlardı. Sorup soruşturup öğrenmek ise, Hz. Hatice'ye düşüyordu.
Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimat edebilirdi?
Hz. Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.
Varaka b. Nevfel, oldukça yaşlanmış, saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat'ı ve İncil'i okumuş, onlardan pek çok şey öğrenmişti.
Hz. Hatice, vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle, amcası oğluna gitti.
Varaka, önce Resûli Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri anlattıkça, Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka haykırdı: "Kuddûs, Kuddûs!.. Bu gördüğün melek, yüce Allah'ın Musa Peygambere gönderdiği Ruhû'lKudüs'tür. Nâmusı Ekber'dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin. Ah, ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım; kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman sağ olsaydım!"191
Bu ifadeler, hem Allah Resulünü, hem de Hz. Hatice'yi bir derece rahatlattı. Ancak, Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi, onu niçin yurdundan çıkaracaktı?
Bu sualine Varaka cevap verdi: "Evet, seni buradan çıkaracaklardır! Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim!"192
Varaka b. Nevfel, gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kabil olmayan gerçeği... Bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği...
Bundan sonra Resûli Ekrem, Hz. Hatice'yle birlikte, Varaka b. Nevfel'in yanından ayrıldı.
VAHYİN BİR ARA KESİLMESİ
Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hâdiseyle karşı karşıya geldi: "İnkıtaı Vahy" hâdisesi, yâni "vahyin kesilmesi..." Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu farkediliyordu. Öyle ki, âdeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya İsrafil (a.s.), teselli için, birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.193
Allah Resulü, tam 40 gün bu üzüntüyle karşı karşıya kaldı.
Dünya "Dârû'lHikmet" olması sebebiyle, onda her şey— şüphesiz—hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bâzan bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bâzan da yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiçbir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur.
Buna binâen, inkıtaı vahy, yâni vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi, şüphesiz birçok sebep ve hikmete binâen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:
Allah Resulü, ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve şâir latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.
Ruhı Ahmed'in (s.a.v.), ızdırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.194
VAHYİN TEKRAR GELMEYE BAŞLAMASI
Kırk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:
"Bir gün giderken, anîden gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda, Hira'da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, 'Beni örtünüz, beni örtünüz!' de
dim. Bunun üzerine Yüce Allah, 'Ey örtüye bürünen Peygamber!.. Kalk da sana îman etmeyenleri azabla korkut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!"95 âyetlerini indirdi. Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi."196
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, Resûli Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûta kavuştu.
Cenâbı Hakk, serapa ahlâkî güzellikler ve kemâllerle süslemiş olduğu Hz. Muhammed'i (s.a.v.) peygamberlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev'i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda Yüce Allah'ın umum kâinatta carî olan "Her nev'de bir ferdi mümtaz ve mükemmel ve cami' halkedip, nev'in medarı fahri ve kemâli yapar." kanunu, insanlık camiasında da tecellîsini buluyordu.
"Cenâbı Hakk'ın esmasında [isimlerinde] bir İsmi Âzam olduğu gibi, masnuatında [san'atlarında] da bir Ferdi Ekmel bulunacak ve kâinatta münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medarı nazar edecek.
"O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü, envaı kâinatın [kâinattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envai içinde en mükemmel, zîşuurdur. Ve herhalde o ferdi ferîd, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkîyata müstaid, insandır.
"Ve insanlar içinde herhalde o ferd, Muhammed (a.s.m.) olacaktır. Çünkü, zamanı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zîra o zât , kürei arzın [yeryüzünün] yarısını ve nevi beşerin [insanların] beşten birisini saltanatı mânevîyesi altına alarak bin 350 sene (şimdi bin 400 sene) kemâli haşmetle saltanatı mânevîyesini devam ettirip, bütün ehli kemâle, bütün envaı hakaikte [hakikatlerin her türlüsünde] bir Üstadı Küll hükmüne geçmiş.
"Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâkı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş, bidayeti emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada 100 milyondan ziyade insanların virdi zebanı olan Kur'ânı Mu'cîzü'l Beyan'ı ziyade insanların virdi zebanı olan Kur'ânı Mu'cizû'l Beyan'ı göstermiş bir zât, elbette o ferdi mümtazdır, ondan başkası olamaz.
"Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur."197

184 Buharî, Sahih, c. 1, s. 6; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c. 2, s. 153. Bu hâl, az veya çok, hemen hemen bütün peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştür. Hz. Musa, peygamberliğinden önce 40 gün kadar Tur Dağında, dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir. Yine Hz. İsa, sakin bir ormanda 40 gün kadar her şeyden uzak ibâdetle meşgul olmuştur.185
185 Seyyid Süleyman Nedvî, Asrı Saadet, Tere: Ali Genceli, c. 1, s. 4445.
188 Alak, 15.
189 Buharî, Sahih, c. 1,s. 7.
191 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 254; İbni Kesir, Sîre, c. 1, s. 404. Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 9798.
193 Tecrid Tercemesi, c. 1, s. 13.
194 Abdûllâtif esSübkî, elVahyü İlâ'rResûl Muhammed (s.a.v.), s. 89.
195Müddesir, 15.
196 Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 98; Ahmed ibni Hanbel, Müsned (h. 2846); Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 592.
197 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 284285.



İlk Müslümanlar ve Maruz Kaldıkları İşkenceler

Hz.Hatice, Hz. Ebubekir ve Hz.Ali'nin Müslüman Oluşu
İLK MÜSLÜMAN: HZ. HATİCE
Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), Hira'daki ulvî mazhariyetle İlâhî memuriyetini idrak etmiş ve kutsî risâlet vazifesini yüklenmişti. Ancak, bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları yerine getirmek lâzım geliyordu. Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı da, kendisince muhakkak bilinen bir husustu.
O anda Efendimiz tek başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer alıyordu. Ve o, umum dünyaya Allah'tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hâdise olarak görülemezdi.
Allah Resulü, dünyalar durdukça insanlığa nur ve şeref olan vazifesine nereden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi hesaplıyordu.
Durumu, evvelâ, en yakını bulunan zevcesi Hz. Hatice'ye anlattı. Hz. Hatice, ona tereddütsüz sadâkat elini uzattı ve "ilk Müslüman" olma şerefine kavuştu.
Resûli Ekrem Efendimiz, bundan sonra, Hz. Hatice'ye, Cebrail'den (a.s.) öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve yine Cebrail'den öğrendiği surette imam olarak şerefli zevcesine iki rekât namaz kıldırdı.
Efendimizin kıldırdığı bu iki rekât namaz,* imam olarak kıldığı ilk namazdır ve bir Pazartesi gününün sonuna doğru kılınmıştır.198
Önceleri namaz ikişer rekâttan iki vakit (bizim, sabah ve akşam namazlarına yakın bir vakitte) olarak farz kılınmıştı. Daha sonra buna gece namazı da (teheccüd) ilâve olundu. Mîrac'ta vaktin beş olarak tâyin edilmesinden sonra, gece namazı farzı ümmet için nafileye çevrildi, ancak Resûli Ekrem Efendimize farz olmakta devam etti (Bkz.: İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 260261; Tâhirû'lMevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 24). Tâhirû'lMevlevi, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 25.
HZ. ALİ'NİN MÜSLÜMAN OLUŞU
Hz. Hatice'nin tereddütsüz îman edip Müslüman olması, Resûli Ekrem Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de artırdı. Artık, yeryüzünde dâvasını tasdik ve kabul eden biri vardı.
Peygamber Efendimizin İslâm'a davet ettiği ikinci insan, yine en yakınlarından biri olan Hz. Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi altında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.
Bir gün, Resûli Ekrem Efendimizi, Hz. Hatice'yle namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, "Nedir bu?.." diye sordu. Resûli Ekrem, "Ey Ali!.. Bu, Allah'ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben, seni, bir olan Allah'a îman etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayan Lat ve Uzza'ya tapmaktan sakındırırım." dedi.
Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an durakladı. Sonra, "Benim, şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim bir şey bu!.. Babam Ebû Tâlib'e danışmadan bir şey diyemem." diye konuştu.
Fakat, Resûli Kibriya Efendimiz, henüz dâvasını açıkça ilân etmek emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali'yi îkaz etti. "Ey Ali!.." dedi, "Eğer söylediklerimi yaparsan yap; yok, eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut, kimseye bir şey söyleme!"199
Hz. Ali, bu îkaz üzerine, sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi düşünerek geçirdi. Şafak aydınlığıyla birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Resûlullah'ın huzuruna vararak, "Allah beni yaratırken Ebû Tâlib'e sormadı ki ben de Ona ibâdet etmek için gidip kendisine danışayım!" dedi ve Müslüman oldu. "İlk Müslüman çocuk" şerefini kazanan Hz. Ali, o sırada 10 yaşında bulunuyordu.200
Tedbir, her zaman güzel bir harekettir; ama bir dâvanın yeni yeni yayılmaya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte, Allah Resulü, Hz. Ali'ye, gördüklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama îkazında bulunmakla, kâinatta da carî olan tedbir, tedriç ve hikmet kanununa riâyet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten, tedbire başvurma, zaman ve mekânın şartlarını göz önünde bulundurarak dâvasını yayma, Allah Resulünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.
îman safında yer almada, Hz. Hatice ve Hz. Ali'yi, Resûli Ekrem'in oğul edindiği Zeyd b. Harise (r.a.) takib etti.
Müslüman olduktan sonra Hz. Ali ile Hz. Zeyd'in Nebîyyi Ekrem Efendimize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık Efendimizden ayrılmıyor, namaz ve ibâdetlerini onunla birlikte îfa ediyorlardı.
Hz. Ali, zaman zaman Resûlİ Ekrem'le birlikte Kabe'ye gider, orada namaz kılarlardı.
Ashabtan Afıfi Kindî, alış veriş maksadıyla geldiği Mekke'de, henüz îman etmemişken, Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali'yi namaz kılarken görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hâllerinden gıbtayla bahsederek şöyle demiştir:
"Ben, o zaman îman edip de onların dördüncüsü olmayı ne kadar isterdim!"201
Peygamber Efendimiz, dâvasını henüz umuma açıklamamış olmasına rağmen, müşrikler onların Kabe'de namaz kılmalarından, yaptıkları ibâdetten farklı bir ibâdet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz, Hz. Ali'yle, namazlarını kırlarda, vadilerde eda etmeyi daha uygun buldular.
Annesi ile Babası, Hz. Ali 'nin Peşinde!
Resûli Ekrem'i bir gölge gibi takib edip yalnız bırakmayan Hz. Ali'nin bu hâli, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâtûn, fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, "Dikkat et, oğlun Muhammed'le çok dolaşıyormuş; sakın ona bir şeyler olmasın!" dedi.
Ebû Tâlib, anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden öğrenmek istedi. Bunun için bir gün Resûli Ekrem Efendimizle Hz. Ali'nin arkalarından gitti. Onları Mekke'nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahri Kâinat'a, "Ey kardeşimin oğlu!.." dedi. "Bu din, ne dindir?"
Peygamber Efendimiz, "Ey amca!.. Bu din, Allah'ın dinidir. Meleklerin, peygamberlerin ve ceddimiz İbrahim'in dinidir. Allah, beni onunla bütün kullarına gönderdi." dedi; sonra da, "Ey amca!.. Doğru yola davet edeceklerimin ve bu davete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir Allah'a îman et." diye teklifte bulundu.
Bir an düşünceye dalan Ebû Tâlib, sonunda, "Ben, eski dinimden ayrılamam! Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde devam et! Allah'a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın bir şeyi sana eriştiremez!" diye konuştu; sonra da oğlu Ali'ye döndü ve, "Oğulcağızım!.. Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?" diye sordu.
Hz. Ali, "Babacığım!.." dedi, "Ben, Allah'a ve O'nun Resulüne îman, onun Allah'tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım!"
Bunun üzerine Ebû Tâlib, "Ey oğlum!.. Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra davet eder. Ona itaat et!"202 diyerek hem Resûli Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali'yi sevindirdi; sonra da oradan uzaklaştı.
Eve dönen Ebû Tâlib'e, zevcesi Fâtıma Hâtûn, telâş ve şiddetle, "Nerede oğlun?.. Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed'le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?" diye sordu.
Ebû Tâlib, "Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak, elbette herkesten çok ona düşer!" diyerek telâş ve endişeye mahal olmadığını ifade etti; sonra da, "Eğer nefsim, Abdûlmuttâlib'in dinini bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed'e tâbi olurdum. Çünkü, O halimdir, emindir, tâhirdir."203 diye konuştu.
HZ. EBÛ BEKİR, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
Hz. Ebû Bekir, eskiden berr Resûli Ekrem Efendimizin en yakın dostlarından biri idi. Samimî görüşür ve konuşurlardı.
Onda da göze çarpan en mühim vasıf, Câhilliyye devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışları ile fıtratını bozmamış olması, ruh, kalb ve aklını şirk inancıyla kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tüccardı. Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş'in kan dâvalarını halleden de oydu. Bir diğer mühim vasfıda, Kureyş ailelerinin soy soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesiydi.
Resûlullah Efendimiz, henüz açıktan davete başlamamıştı. Fakat yine de dâvası kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından duyulmuştu.
Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahatten henüz dönmüştü. Başta Ebû Cehil, Ukbe b. Ebî Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri, kendisine "hoş geldin" demek için evine vardılar. Hz. Ebû Bekir, "Ben Mekke'de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?" diye sordu.
Onlar, "Ey Ebû Bekir!.." dediler, "Büyük bir iş var! Ebû Tâlib'in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı! Biz de senin Yemen'den dönüşüne kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et!*"
Hz. Ebû Bekir, derhâl Fahri Kâinat'ın evine vardı; "Yâ Ebe'1Kasım!.. Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini kötüleyip inkâr ettiğin doğru mu?" diye sordu.
Resûli Zîşan Efendimiz, küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir'in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu, sonra da, "Yâ Ebû Bekir!.. Ben sana ve bütün insanlara gönderilmiş Allah Resulüyüm! İnsanları tek bir olan Allah'a davet ediyorum! Sen de şehâdet getir!" dedi.
Hz. Ebû Bekir'in akıl ve gönül âleminde bir anda şimşekler çaktı. Bu sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını candan seven sayan ve o âna kadar mübarek dudaklarından hilâfı hakikat tek bir söz işitmeyen Muhammedû'l Emin'den (s.a.v.) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emaresi göstermeden Müslüman oldu.204
İslâm'a davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini, Resûlullah Efendimiz, onun için bir fazilet sayarak şöyle buyurmuştur:
"Ebû Bekir'den başka, îmana davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tereddüt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat o, kendisine İslâm'ı anlattığım zaman ne durakladı ve ne de tereddüt etti!"205
Resûli Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivayet şöyle:
"Nebîyyi Ekrem'i, iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir'in Müslüman olmasından daha çok sevindiren bir başka hâdise olmamıştır."
İslâm'la şereflenen Hz. Ebû Bekir'in daha evvel gördüğü bir rüyası da böylece gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke'ye indiğini, sonra bölünerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü.
Bu rüyasını o zaman Ehli Kitap'tan bazı âlimlere anlatmıştı. Onlar, gelmesi beklenen peygamberin pek yakında Mekke'den çıkacağını, kendisinin de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını söylemişlerdi.206
Hz. Ebû Bekir, Müslümanlığını izhar etmekten de çekinmedi.
Müslüman olması, Kureyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü o, Kureyş içinde itibarlı, sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.
Hz. Ebû Bekir, Müslüman olan hür ekreklerin ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Müslüman olmasıyla, îman halkası biraz daha genişledi, yollar biraz daha açıldı ve müstakim caddeye yürüyen bahtiyarlar daha da arttı. Onun vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâli Habeşî ile îman ve İslâm nîmetine erişen ve her biri âdeta bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk Müslümanlar şunlar oldu:
Kadınlardan, Hz. Hatice,
Çocuklardan Hz. Ali,
Hür erkeklerden Hz. Ebû Bekir,
Âzadlı kölelerden Hz. Zeyd b. Harise,
Kölelerden Hz. Bilâli Habeşî (Radıyallahü Anhüm)

199 Ibni Kesir, Sîre, c. 1, s. 428.
200 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 262.
201 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 8, s. 18.
202 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 264.
203 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbni Sa'd, Tabakat, c. 8, s. 18; Taberî, Tarih,c. 2, s. 214.
204 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 268; İbni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 171.
205 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 269; İbni Esir, Üsdû'lGabe, c. 2, s. 206.
206 Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 165.



Gizli Davetin Hız Kazanması ve Hz.Bilal'a Yapılan İşkenceler
GİZLİ DAVETİN HIZ KAZANMASI
Hz. Ebû Bekir'in de Müslüman olmasıyla îman ve İslâm'a gizli davet daha da hız kazandı. İslâm'a girme bahtiyarlığına erenler, yakınları ve akrabalarıyla da bu bahtiyarlığı paylaşmak istiyorlardı. Onları şirkin ızdırabından, Câhiliyyetin çirkin ahlâkından kurtarmak için çırpınıyorlardı.
Bu konuda da Hz. Ebû Bekir'in önde olduğunu görüyoruz. Onun vasıtasıyla gizli davet devresinde İslâm'la şereflenenlerden birkaçı şunlardır:
Osman b. Affan,
Zübeyr b. Avvam,
Abdurrahmân b. Avf,
Sa'd b. Ebî Vakkas,
Talha b. Ubeydullah (R. Anhüm)207
Bu beş sahabî de, sonraları Cennet'le müjdelenen 10 sahabî arasında yer alacaklardır.
Müslüman erkekler listesine yeni yeni isimler eklenirken, kadınlar arasında da İslâm'ın nuru günden güne yayılıyordu. İlk Müslüman kadın Hz. Hatice'den sonra, henüz o sırada İslâm dairesine girmemiş bulunan Resûlullah'ın amcası Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü Fazl'ın, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ'nın ve yine o sırada hidâyete kavuşmamış bulunan Hz. Ömer'in kız kardeşi Fâtıma'nın, ilk Müslüman kadınlar arasında yer aldıklarını görüyoruz.
Artık, İslâm'a davet, iki kanaldan yürütülmektedir. Erkekler erkekler arasında, kadınlar ise hemcinsleri içinde îman ve İslâm nurunu yaymaya aşk ve şevk içinde devam etmektedirler. Ancak şunu da belirtelim ki, kadınların îman cazibesine kendilerini daha çabuk kaptırdıkları, dikkatleri çekiyordu. Bunu, onların çabuk duygulanan ve derhâl tesir altında kalan yaratılışları icabı saymak mümkündür!
Bu arada müşrikler de boş durmuyorlardı. Hidâyet güneşiyle gönüllerini aydınlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sözlü hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hiçbiri, kâinatta en büyük kuvvet olan Allah'a îman hakikatini kalblerine nakşetmiş bulunan bu Saadet Asrının mes'ud insanlarını korkutamıyor, dâvasından geri çeviremiyor, hattâ en ufak bir tereddüde düşüremiyordu. İnsanların tehdit ve korkutmaları, Allah'a olan îman ve O'ndan korkmanın yanında, rüzgârın önünde bir toz, sel önünde bir çöp gibi zaîf ve dayanıksız kalıyordu!
HZ. BİLÂLİ HABEŞÎ'NİN İŞKENCEYE UĞRAMASI
Gizli davet devresinde İslâm'la şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine mâruz kalan ilklerden biri de, "Bilâli Habeşî" diye bilinen, Bilâl b. Rebah Hazretleridir.
Hz. Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halefin kölesi iken, Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla İslâm'la şereflenmiştir.208
Bir anda gönlünü çepeçevre saran îman nuru, Hz. Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.
îmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalbe ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu haliyle manen canavarlaşmıştır; hattâ, tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.
İşte, İslâm'ın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye b. Halef de böyle bir kalbin ve vicdanın sahibiydi. Ve Hz. Bilâl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi.
Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl'in kendisini yaratan tek Allah'a îman etmesi ve O'nun Peygamberi Hz. Muhammed'e sadâkat elini uzatması büyük suçtu!
İşkence
Bunun için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bâzan 24 saat aç susuz bırakılıyor, bâzan boynuna ip takılarak Mekke'nin ücretle tutulan çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.
Ümeyye b. Halefin bütün bu gayretleri boşunaydı. Hz. Bilâl bir kere îman etmişti ve Allah'a teslim olmuştu. Gönlü Resûlullah'ın muhabbetiyle gülsen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler altında inim inim inlerken bile dâvasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine haykırmaktan geri durmuyordu: "Ehad! Ehad! [Allah birdir! Allah birdir!]"
İnandığı İslâm dâvasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar tâviz vermeyen Hz. Bilâl'i, bu sefer efendisi Ümeyye b. Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası hâline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle derdi:
"Andolsun ki, sen ölmedikçe yahut Muhammed'i ve onun dinini inkâr ve reddederek Lafa, Uzza'ya tapmadıkça, bu azabı üzerinden eksik etmeyeceğim!"
Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îman âbidesi kesilmiş olan Hz. Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:
"Ben, Lat ve Uzza'yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir."209
Bu sözleri duyan Ümeyye b. Halef, bütün bütün çileden çıkar, Hz. Bilâl'ın işkencesini, bayılıp kendinden geçinceye kadar artırırdı; sonra da çekip giderdi. Hz. Bilâl, nice zaman sonra kendine gelirdi.
Hz. BilâPin bütün bu dayanılmaz eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmaniydi. îman, evet, kâinatı kabzai tasarrufunda tutan Cenâbı Hakk'a îman, O'nun sonsuz kudretine itimat, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta, "îman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir." hakikatini bütün dünyaya ilân ediyordu.
Yine bir gün, Ümeyye b. Halefin onu işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir, bu durumu gördü. Ümeyye'ye, "Sen hiç Allah'tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin?" dedi.
"Onun itikadını sen bozdun!" diye cevap verdi Ümeyye, "Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar!"
Hz. Ebû Bekir, "Ey Ümeyye!.." dedi, "Benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvetlidir. Onu BilâFe karşılık sana vereyim, kabul eder misin?" dedi.
Ümeyye, "Kabul ettim!" dedi; sonra da gülerek, "Vallahi, kölenin karısını da vermedikçe olmaz!" diye konuştu.
Hz. Ebû Bekir, "Olur." dedi.
Ümeyye yine sinsî sinsî güldü ve, "Vallahi, bana kölenin karısıyla birlikte kızını da vermedikçe olmaz!" dedi.
Hz. Ebû Bekir, bu teklife de, "Olur." diye cevap verdi.
Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek istiyormuşçasına davranıyordu. Bu sefer haince gülüşler arasında şu istekte bulundu:
"Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe olmaz!"
Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir, hiddetle, "Sen," dedi, "ne utanmaz adamsın! Boyuna yalan söyleyip duruyorsun!"
Ümeyye bu sefer, "Hayır!.." dedi. "Lat'a, Uzza'ya andolsun ki, artık bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım!"
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, "Onların hepsi senin olsun!" dedi ve Hz. Bilâl'i bu zâlim adamın elinden kurtardı.
Hz. Bilâl'i alan Ebû Bekir'e (r.a.), Peygamber Efendimiz, "Yâ Ebâ Bekir!.." dedi, "Onun üzerinde bir hakkın olacak mı?"
Hz. Ebû Bekir, "Hayır, yâ ResûlallâhL" dedi, "Onu âzad ettim!"210
Hz. Bilâl'i, Ümeyye b. Halef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamame'yi de satın alıp âzad etti.211
Hz. Bilâli Habeşî, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahri Kâinat'in dârı bekaya irtihâlleri üzerine, zâtına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı Medinei Münevvere'de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince, "Yâ Ebâ Bekir!.." dedi, "Beni, kendin için satın aldınsa yanında tut; yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da Allah yolunda cihada katılayım!"
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsaade etti. O da Şam'a gitti. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti sırasında orada vuku bulan gazalara iştirak etti.212

207 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 268-269.
208 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 232.
209 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 340; İbni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 232.
210 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 340; ibni Sa'd, Tabakat, c. 3. s. 238; Halebî,İnsanû'lUyun, c. 1, s. 299.
211 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 340; İbni Sa'd, Tabakat, c. 3. s. 238; Halebî,İnsanû'lUyun, c. 1, s. 299.
212 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 238; İbni Hacer, ellsabe, c. 1, s. 169.



Hz.Osman,Talha B.Ubeydullah, Halid B.Sad İslam'a Girmeleri
HZ. OSMAN, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
Resûli Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka peygamberliğini ilân etmemişti.
Bu devrede de, Hz. Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle samimî dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu.
Bir gün, Hz. Osman'a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
Hz. Resûlullah, dâima tebessüm eden parlak bir sîmaya sahip Hz. Osman'a, "Allah'ın ihsanı olan Cennet'e rağbet et. Ben, sana ve bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim!" dedi.
Resûlullah'ın bu sâde, bu samimî ve bu i'câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman, âdeta kendinden geçer gibi oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübâret dudaklarından döküldü: "Eşhedü en lâ İlahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!"2'3 Sonra da, daha önce Şam'dan dönerken gördüğü bir rüyasını Kâinatın Efendisine anlattı. "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Biz Muan ile Zerka arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir münâdî, 'Ey uyuyanlar, uyanın! Ahmed, Mekke'de zuhur etti!' diye seslenmişti. Mekke'ye gelince sizi işittik!"214
işkence
Yumuşak huylu, edeb ve haya sahibi ve cömert bir zât olan Hz. Osman'ın da Müslümanlar safına katılması, müşrikleri fazlasıyla tedirgin etti. Kabilesi ferdleri ona eza ve cefaya yeltendiler. Fakat o, her türlü eza ve cefaya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhiraf göstermedi.
Amcası Hakem b. Ebû'lÂs, kendisini bir urganla bir direğe bağlar ve döverek şöyle derdi:
"Sen, atalarının dinini bırakır da sonradan çıkma bir dine özenirsin, öyle mi? Andolsun ki, tuttuğun bu dini bırakıp tekrar atalarının dinine dönmedikçe seni salıvermeyeceğim!"
Metanet âbidesi Hz. Osman'ın cevabı şu olurdu: "Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla bırakmam!"
O, günlerce bu cefa ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre kadar îmanından tâviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü karşısında sonunda amcası küçüldü ve onu salıvermekten başka çâre bulamadı.215
Orta boylu, esmer tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı olan Hz. Osman, fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi Câhiliyye devrinde kendisine haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardandı. Hâfızı Kur'ân'dı. Geceleri, namazında bütün Kur'ân'ı hatmederdi.
Cennet'le müdelenen 10 sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda Resûli Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerîmesi Rukiyye'yi aldı. O vefat edince, Resûlullah, onu bu sefer kızı Ümmü Gülsüm'le evlendirdi. Bu sebeple de "Zinnureyn" lâkabını aldı.
TALHA B. UBEYDULLAH'IN MÜSLÜMAN OLUŞU
Hz. Osman'ın İslâm'ın saadet dolu sinesine koşusunu, Hz. Talha b. Ubeydullah takib etti.
Ticaret maksadıyla bir seyahate çıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir râhib, "Bu pazar halkı içinde Mekke'den kimse var mı?" diye seslendi.
Hz. Talha, "Evet, ben Mekkeliyim." deyince, râhib, "Ahmed zuhur etti mi?" diye sordu.
Hz. Talha, "Ahmed kim?" deyince de râhib, "Abdullah b. Abdûlmuttâlib'in oğludur! Mekke, onun zuhur edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur! Kendisi, Haremi Şeriften çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır." cevabını verdi.
Rahibin bu sözleri Talha'nın dikkatini çekmişti. Mekke'ye gelir gelmez halka, "Yeni bir haber var mı?" diye sordu.
"Evet..." dediler, "Abdullah'ın oğlu Muhammedû'IEmin, peygamber olduğunu iddia etti. Ebû Kuhafe'nin oğlu Ebû Bekir de, ona tâbi oldu!"
Bunun üzerine derhâl Hz. Ebû Bekir'in yanına vardı ve, "Sen, Muhammed'e tâbi oldun mu?" diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, "Evet..." dedi, "Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tâbi ol! Zîra o, insanları hak ve gerçek olana davet ediyor!"
Hz. Talha da rahibten duyduklarını Hz. Ebû Bekir'e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resulünün huzuruna geldiler. Derhâl Müslüman olan Hz. Talha, rahibin söylediklerini anlatınca da Peygamber Efendimiz gülümsedi.216
Müşrikler, Hz. Talha gibi faziletli bir insanın da Müslüman olmasına tahammül edemediler. Kureyş'in azılı pehlivanlarından Nevfel b. Adviye, onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.
Genç yaşta İslâmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennet'le müjdelenen 10 sahabîden biridir. Resûli Ekrem Efendimiz, onun hakkında, "Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen, Talha'ya baksın!" buyurmuşlardır.217
Son derece cömert ve cesur bir sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yüzden parmakları çolak kalmıştı. Aynı harbte 80'e yakın yara aldığı hâlde Resûlullah'ın yanından ayrılmamıştı.218
HÂLİD B. SAİD'İN İSLÂM'A GİRİŞİ
İslâm'a gizli davet devri henüz devam ediyordu.
Bu sırada Müslümanlar safına Kureyş'in mümtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Hâlid b. Said. Hz. Hâlid, Kureyş'in ileri gelen ve zengin bir ailesine mensuptu.
Arap edebiyat ve ilmini gayet.iyi bilen Hz. Hâlid, bir gece rüyasında, babasının kendisini tutup Cehennem'e atmak istediğini, fakat Resûlullah'ın yetişip kendisini Cehennem'e düşmekten kurtardığını gördü.
Feryad ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyanın mânâsız olamayacağını idrak eden Hz. Hâlid, kendi kendine, "Vallahi, bu rüya gerçektir!" dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir'e koştu. Rüyasını anlatınca, Sıddıkı Ekber, "Hakkında hayırlı olmasını dilerim!" dedi, "Seni, o, Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tâbi ol! Sen, ona tâbi olacak, İslâm Dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın! O da seni, rüyada gördüğün gibi Cehennem'e düşmekten kurtaracaktır."
Hz. Hâlid, hemen Resûlullah'ın yanına vardı ve, "Yâ Muhammed!.. Sen, insanları hangi şeylere davet ediyorsun?" diye sordu.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Ben," dedi, "halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan Allah'a, Muhammed'in de O'nun kulu ve resulü olduğuna îman etmeye; işitmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da tapınmayanları da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan vazgeçmeye davet ediyorum!"
Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Hâlid, derhâl şehâdet getirdi: "Ben, şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, sen, Allah'ın Resulüsün!"219
Resûli Ekrem Efendimiz, bu zâtın İslâm dairesine girmesine fazlasıyla sevindi.
Hz. Hâlid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da İslâmiyetten bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar safında yer aldı.
İşkence
Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan Kureyş'in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi.
Hz. Hâlid'in bir gün, Mekke'nin tenha bir yerinde namaz kılmakta olduğunu duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti. Hiddetli hiddetli, "Sen," dedi, "Muhammed'in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği itikadlarla kavminin ilâhlarını ve geçmiş atalarını kötülediğini görüp durduğun hâlde ona tâbi oldun, öyle mi?" Sonra, İslâmiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti.
Ancak, gönlünü îman nuruyla aydınlatan Hz. Hâl id'in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla pişmanlık duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan babasına, "Vallahi, Muhammed (s.a.v.) hak söylüyor! Ona tâbi oldum. Ölümü göze alırım da onun dinini asla bırakmam!" diye cevap verdi.
Bu sözlere fena hâlde kızan Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü.
Fakat nafile! Sebat ve metanetin menbaı olan îman, artık Hz. Hâlid'in kalbinde yer etmişti ve o, bu îman nuruyla mutmain olmuştu. Eza, cefa, bu îman karşısında zerre kadar menfî tesir icra edemiyordu.
Dayağın kâr etmediğini gören zâlim baba, bu sefer, "Git!" dedi, "Senin iaşeni, rızkını keseceğim! İstediğin yere git!"
Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Hâlid, yine aldırmadı ve, "Ey babacığım!.." dedi, "Sen benim rızkımı kesersen, elbette Allah, bana geçineceğim şeyi verir!"
Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:
"Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu perişan ederim!" Hz. Hâlid, günlerce aç ve susuz bırakıldı.220
İnancı uğrunda kendisine böylesine eza ve cefayı reva gören babanın yanında kalmak artık manasızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına görünmedi.221
Habeşistan'a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle katılarak Mekke'den ayrıldı.
Hz. Hâlid, Câhiliyye devrinde mükemmel yazı yazan birkaç şahsîyetten biriydi. Rivayete göre, Resûli Ekrem Efendimizin Yemen Hükümdarına verdiği emannâmenin metnini ve diğer birçok muahedenâmeyi de Hz. Hâlid kaleme almıştır.222

213 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 55.
214 İbni Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 55.
215 İbni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 55.
216 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 214216; Ibni Hacer, elisabe, c. 2, s. 220221.
217 Buharî, Sahih, c. 2, s. 107, c. 4, s. 211212.
218 ibni Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 219; ibni Hacer, A.g.e., c. 2, s. 221.
219 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 4, s. 94; ibni Hacer, elİsabe, c. 1, s. 406.
220 ibni Sa'd, A.g.e., c. 4, s. 95.
221 Ibni Sa'd, A.g.e., c. 4, s. 95; Halebî, İnsanû'lUyun, c. 1, s. 282.
222 ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 265; İbni Abdi'lBerr, elİstiab, c. 2, s. 421.



Sad B.Ebi Vakkas, Ebu Zerr-i Gıfari, Habbab B. Eret'in İslam'a Girmeleri
ŞA'D B. EBÎ VAKKAS'IN İSLÂMİYETLE ŞEREFLENMESİ
Sa'd b. Ebî Vakkas, henüz 17 yaşlarında, hareket ve heyecan dolu bir genç idi. Bu sırada bir rüya gördü: Zifirî bir karanlığın içindeyken, birdenbire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd b. Harise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir'in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, "Siz ne vakit buraya geldiniz?" diye soruyor. Onlar da, "Şimdi." diye cevap veriyorlar.223
Bu rüyasından üç gün sonra, İslâm'a gizli davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebû Bekir, kendisine İslâmiyetten bahsetti, sonra da alıp Resûli Zîşan Efendimizin huzuruna götürdü. İslâmiyet hakkında Resûli Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa'd, hemen orada Müslüman oldu.224
Nesebi, hem baba tarafından hem de anne tarafından Peygamber Efendimizle birleşir. Resûli Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa'd da, annesi tarafından Zühre Oğullarına mensup bulunduğundan, Hz. Sa'd annesi tarafından Peygamberimizin dayısı düşerdi. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, "İşte dayım Sa'd!.. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin!" diyerek kendisine iltifatta bulunurdu.225
Hz. Sa 'd ve Annesi
Hz. Sa'd'ın Müslüman olması, annesi Hamne'nin hoşuna gitmedi. Oğlu, atalarının dinini bırakıp, yeni dine, onun rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:
"Allah'ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen, sen değil misin?"
Hz. Sa'd, "Evet.." dedi.
Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifade etti:
"Yâ Sa'd!.." dedi, "Vallahi, sen, Muhammed'in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helak oluncaya kadar ağzıma hiçbir şey almayacağım! Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın!"
O güne kadar, Hz. Sa'd, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah'a îman etmiş ve Resulüne kalbinin bütün samimîyetiyle teslim olmuştu. Elbette, her şeyini bu îman ölçüsü içinde değerlendirecekti!
Annesinin yememekte ve içmemekte inat ettiğini görünce, yanına vardı ve, "Ey anne!.." dedi, "Senin 100 canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım! Artık ister ye, ister yeme!"226
Bu cevap üzerine anne Hamne'nin inadı, Hz. Sa'd'ın hakta sebatı karşısında eridi; hem yemeye, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere daha küfür îmanın, şirk tevhidin azameti karşısında ezildi ve mağlûbiyetini ilân etti!
Hz. Sa'd ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine Cenâbı Hakk, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü'minlere ebedî bir ölçü verdi: "Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilâh tanımadığın) bir şeyi Bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat etme! Dönüşünüz ancak Banadır. Ben de, yaptığınızı (amellerimizin karşılığını) size haber vereceğim!"
Hamne, oğlunu İslâm'dan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi: Bir gün Hz. Sa'd, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerparesine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:
"Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya ölür gider!"
Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl karartıp merhamet ve şefkatten mahrum hâle getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten çekinmemesinden anlamamız mümkündür!
Hadiseler, hep Hamrıe'nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa'd'm peşini oğlu Âmir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu.
Büsbütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Âmir'in yakasına yapıştı ve, "Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!" dedi.
Allah'a îmanın ve Resulüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslâm'ın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa'd, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı. "Ey anne!.." dedi. "Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın 'Gölgeleneyim, yiyip içeyim.' deme!"227
Bu âyeti kerîmenin hükmüne göre, bir evlâd, anne babasının ancak islâm'ın dışında olmayan meşru emirlerini tutmakla mükelleftir. Böyle bir itaat evlâd üzerine vâcibtir. Aksi hâlde, yâni anne veya baba, Müslüman evlâdını îmanın ve İslâm'ın dışında birtakım meşru olmayan hareketleri işlemeye emir ve teşvik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat etmemek vâcibtir. Çünkü, "Allah'a isyan olacak şeyde kullara itaat edilmez, emirleri yerine getirilmez." kaidesi, İslâm'ın bir düsturudur (Nesefî, Tefsir, c. 3, s. 251).
Bu hârika îman, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne'nin elinden, susmaktan başka bir şey gelmedi.
Hz. Sa 'd 'ın Cesareti
Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi.
Hz. Sa'd, ilk Müslümanlardan birkaçıyla Mekke'nin Ebû Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan, birkaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey olduğunu iddiaya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa'd, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiğiyle müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler, cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar.
Böylece, Hz. Sa'd, "Allah yolunda ilk kan döken sahabî" unvanını almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur!
Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Cennet'le müjdelenen 10 sahabîden biridir. Allah Resulü zamanında bütün gazalara katıldı. Uhud Harbinde Fahri Kâinat'a vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resulünün, hiçbir fânîye nasîb olmayan şu hitabına mazhar oldu:
"Anam babam, sana feda olsun yâ Sa'd!.. Durma, at!"228 Hz. Ali der ki:
"Resûlullah (s.a.v.), 'Fedake ebî ve ümmi'* (Anam babam sana feda olsun) cümlesini sâdece Uhud günü Hz. Sa'd için söyledi."229
Bu kelimeler, razı olmayı, memnun olmayı ifade eder. Yaptığı tebcile şayan bulunan zâtlar, bu kelimelerle medh ve sena edilirler.
Aynı muharabede, Hz. Sa'd, her ok attıkça, Allah Resulü, "İlâhî, bu, Senin okundur." diyor ve onun için şöyle dua ediyordu:
"Allah'ım!.. Sana dua ettiğinde Sa'd'ın duasını kabul et, atışını da doğrult!"230
Allah Resulünün, "Allah'ım, onun duasını kabul et!" buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında duasının kabulüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun dua oklarından korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.231
İslâm'a davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa'd, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâm'a hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran'a gönderilen ordunun kumandanlığma tâyin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisrâ ülkesini fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona "İran Fâtihi" unvanı verildi.
EBÛ ZERRİ GIFARÎ'NİN İSLÂM'LA ŞEREFLENMESİ
İslâm'ın ebedî nuru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimîyetleriyle Hz. Resûlullah'ın muallimliğinde İlâhî dâvayı öğrenmeye ve yaşamaya çalışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henüz dâvasını aşikâre ilân etmemişti; ama buna rağmen, Mekke'nin dışında da birçok yerden, beklenen Son Peygamber'in zuhur ettiğine dair haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar Kabîlesine mensup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikati arayan, Arab'ın güzide şâirlerinden biriydi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kardeşi Üneys'e, "Haydi, Mekke'ye, zuhur ettiği söylenen zâta git, kendisiyle bir görüş; ve onun hakkında bana haber getir." diyerek onu Mekke'ye gönderdi.
Üneys, kardeşinin bu talimatı üzerine Mekke'ye geldi ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, "Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?" diye sordu.
Üneys, "Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor." dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
"Halk, 'Şâirdir, kâhindir, sâhirdir.' diyor! Amma ben kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri kat'iyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim; aralarında hiçbir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, apayrı bir şey! Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz. Hülâsa, yeminle derim ki Muhammed (s.a.v.) sâdıktır; ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir."232
Ebû Zerr, kardeşine, "Sen" dedi, "beni rahatlatıcı fazla bir malûmat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat görmeliyim!"
Üneys, onu îkaz etti: "Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla! Çünkü, onlar Muhammed'e karşı düşman cephesi kurmuşlardır!"
Bundan sonra, Ebû Zerr, eline asasını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke'ye kavuştu ve doğruca Kabe'ye gitti. Resûli Ekrem'i aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi; hem de uygun bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi, Mekke'de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nâzik bir devreyi yaşıyorlardı.
Mecsidi Haram'da kalmaktan başka bir çâresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescidi Haram'ın bir köşesinde büzülmüş hâlde gördü. Yanından gerçerken, kendi kendine, "Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir." diye konuşunca, Ebû Zerr, "Evet," dedi, "uzak bir yoldan gelmişim!"
Hz. Ali, "Gel, evimize gidelim." dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.
Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescidi Haram'a gitti; fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir malûmat alamadı.
Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı; tekrar kendi kendine, "Bu adamcağızın hâlâ yerini öğrenmek zamanı gelmedi mi?" diye konuştu. Bunun duyan Ebû Zerr, "Hayır..." dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, "Haydi, öyle ise bize gidelim." dedi ve alıp evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, "Nereden ve niçin geliyorsun?" diye sordu.
Ebû Zerr, "Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım!" dedi.
Hz. Ali, "Emin olabilirsin." karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı. "Ben," dedi, "Gıfar Kabîlesindenim. Buradan peygamberlik iddiasında bulunan bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım, diye geldim!"
Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, "Sen, bu hareketinle akıllıık ettin, doğruyu buldun!" diye konuştuktan sonra, "Ben" dedi, "şimdi Resûlullah'ın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel! Benim girdiğim yere sen de gir! Eğer ben yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin!"
Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hz. Resûlullah'ın huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,"Selâm, sana olsun ey Allah'ın Resulü!.." dedi.*
islâm'da bu türlü ilk selâm veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.
Resûli Ekrem, "Allah'ın rahmeti, senin üzerine de olsun." dedikten sonra, "Sen kimsin?" diye sordu.
Ebû Zerr, "Ben, Gıfar Kabîlesindenim." diye cevap verdi.
"Ne zamandan beri buradasın!"
"Üç gün üç geceden beri buradayım!"
"Seni kim doyuruyor?"
"Tek yiyeceğim zemzem suyu idi. Şişmanladım bile!.. Hiç açlık ve susuzluk duymadım!"
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, "Zemzem, mübarek, doyurucu bir yiyecektir." buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, "Yâ Resûlallah!.. Bana İslâm'ı anlat." dedi.
Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhâl şehâdet getirerek Müslüman oldu.233
Müslümanlığını İlân Etti!
Şehâdet getirerek İslâm'la şerefyab olan Hz. Ebû Zerr'e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullah'ın tavsiyesi şu oldu:
"Yâ Ebû Zerr!.. Sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!"
Vecd ve heyecan mâdeni hâline gelen Hz. Ebû Zerr, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ'ya yemin olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân edeceğim!" Sonra da kalkıp doğruca Kabe'ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca, "Ey Kureyş topluluğu!.. Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yok ve Muhammed, O'nun Resulüdür!" diye haykırdı.
Bu kahramanca haykırış, müşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onun bayıltıncaya kadar dövdüler.
Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas, yetişip, Gıfar Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şam ticaret yoluna hâkim bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!
Fakat, îmanın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr'i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün aynı şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere karşı Allah'ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullah'ın da O'nun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar müşriklerin ağır darbelerine mâruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve, "Yazıklar olsun size!.. Siz, Gıfar Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onların sizin ticaret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?" diyerek onu müşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı.234
Bu hâdiseden sonra Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicret'in 6. yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek Gazalarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazalarda Resûli Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.
HABBAB B. ER ETİN MÜSLÜMAN OLMASI
Habbab b. Eret, Ümrnü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının âzadlı kölesiydi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görüşür ve konuşurdu.
Resûli Kibriya Efendimiz henüz Dârû'lErkam'a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu.
O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâm'la şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti.
İşkence
Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca, onu da eziyet ve işkencelere tâbi tuttular. Ümmü Anmar, hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hz. Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îman ateşiyle çoktan tutuşmuştu.
Bir gün çıkıp Resûlullah'ın huzuruna geldi. Ümmü Anmar'dan ve başının ızdırabından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz, "Yâ Rab!.. Habbab'a yardım et!" diye dua etti.
Bu duanın hemen akabinde Ümmü Anmar, şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler, dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı.
Hz. Habbab, Ateş Alevi İçinde
Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab'ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar.235
Seneler sonraydı. Hz. Ömer, İslâm'ın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri eza ve cefayı kastederek, "Yeryüzünde şu meclise bundan daha lâyık ve müstahak olan, sâdece bir tek adam vardır." diye konuştu.
Hz. Habbab merak edip, "Yâ Emîre'lMü'minîn!.. Kimdir o?.." diye sordu.
Hz. Ömer, "BilâFdir." diye cevap verdi.
Hz. Habbab, "Yâ Emîre'lMü'minîn!.. O benim kadar işkence çekmemişti! Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl'i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da..." dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını da şöyle anlatmıştı:
"Bir gün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırtüstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!"
Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından, sırtı alaca olmuştu!
Peygamberimize Başvurması
Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îman ve İslâmiyetinden zerre kadar tâviz vermiyor, Allah'a ve Resulüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.
O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Mâruz kaldığı eza ve cefalardan dolayı Resûlullah'a başvurmaktan başka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıkarak, "Yâ Resûlallah!.. Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah'a dua etmez misin?" dedi.
Resûli Kibriya Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:
"Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Testereyle tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San'a'dan HadraMut'e kadar tek başına giden bir kimse, Allah'tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiçbir endişe duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz."236
As b. Vail 'e Verdiği Cevap
Hz. Habbab'ın, azılı müşriklerden Âs b. Vail'den mühimce bir alacağı vardı. Bir gün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, "Muhammed'i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim!" dedi.
Hz. Habbab, "Ben her şeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem!" diye cevap verdi.
Bunun üzerine As b. Vail, "Ben, öldükten sonra dirilecek miyim? Eğer böyle bir şey olacaksa, sabret! Diriltilip malıma ve evlâdıma tekrar kavuştuğum o gün, sana olan borcumu öderim!"237 diye küstahça konuştu.
Âs b. Vail'in bu sözleri üzerine, Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerde şöyle buyurdu:
"Şimdi şu âyetlerimizi ve 'Elbette bana mal ve evlâd verilecektir!' diyen adamı gördün mü? O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmân'ın huzurunda bir söz mü almış? Hayır, öyle değil. Biz, onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız! Ve o söylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir!"238
Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur'âni Kerîm'i okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu.
Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kız kardeşinin evine hışımla girdiği zaman da, yine bu fedakâr sahabî, onlara yeni inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu. Meryem, 77 - 80.

223 ibni Esîr, Üsdû'lGabe, c. 2, s. 292.
224 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 266; ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 139; Taberî,Tarih, c. 2, s. 216.
225 İbni Hacer, ellsabe, c. 2, s. 33; ibni Esir, A.g.e., c. 2, s. 291.
226 Ibni Hacer, ellsabe, c. 2, s. 31; Halebî, İnsanû'lUyun, c. 1, s. 280.
227 Ibni Esir, A.g.e., c. 2, s. 292.
228 ibni Sa'd, A.g.e., c. 2, s. 139. "Fedake ebî ve ümmi" tâbiri, asıl mânâsında değil, örfî mânâsında kullanılır.
229 Müslim, Sahih, c. 7, s. 125.
230 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 141.
231 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 149.
232 İbni Sa'd, Tabakat, c. 4, s. 224; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153154.
233 ibni Sa'd, Tabakat, c. 4, s. 224225; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153154.
235 İbni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 165.
Buharı, Sahih, c. 4, s. 238239. 237 ibni Sa'd, A.g.e., c. 3, s. 1 (54165.



Aleni Davet

Efendimizin Peygamberliğini Açıklaması
Bütün insanlığa hitab edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, elbette gizli kalamazdı. Madem insanlığı maddî manevî huzura kavuşturmak için bu din gönderiliyordu; öyle ise, açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve tebliğ edilmesi zarurî idi.
Cenâbı Hakk, kâinatta her şeyi tedriç kanununa bağlamıştır. Bu kanuna riâyet ve itaat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap, hiç şüphesiz, muvaffakiyetsizlik olacaktır.
Resûlullah Efendimiz de, Allah'tan aldığı talimat üzerine bu kanuna riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arzediyordu.
Bu hareketiyle onun İslâm'a muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer almış ve dâvasına güç vermişti.
Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında bir maslahat da kalmış değildi. Zîra, Kureyşli müşrikler tarafından her şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm dâvası birçok kimseyle bir derece güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm dâvasını açıklamanın ve tevhid hakikatlerini bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti.
İLK İŞ: YAKIN AKRABALARI DAVET
Halkı, İslâm'a açıktan davete nereden başlayacağı, Resûi Ekrem'e bizzat Cenâbı Hakk tarafından vahiyle bildirildi:"(Ey Resulüm!..) Sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını (Allah'ın dinine davet ederek) âhiret azabıyla korkut!"239
Resûli Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu sebeple bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada bir gün Hz. Ali'yi yanına çağırarak, "Yâ Ali!.. Cenâbı Hakk'ın, yakın akrabamı azabla korkutmamı emir buyurması, bana çok güçlük verdi. Ben iyi biliyorum ki, ne zaman onlara bu işi açmaya kalksam, onların, beni, hoşlanmadığım bir şeyle ithama kalkışacaklarını göreceğim!" dedi.
Görülüyor ki, Resûlullah Efendimiz, dâvasını açıktan açığa akrabalarına anlatmaya kalkıştığı takdirde onların ithamlarına mâruz kalacağı endişesini taşıyordu. Bunun için de bir müddet evine kapanıp düşünmeyi uygun görüyordu. Hattâ, onun uzun müddet evinden çıkmadığını gören, başta Hz. Safıyye ile diğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyaretine geldiler. Efendimiz onlara, "Benim hiçbir şeyden şikâyetim yok, rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana yakın akrabamı, azabla korkutmamı emretti. Abdûlmuttâlib Oğullarını toplayıp onları Allah'a îmana davet etmek istiyorum!" dedi.
Halaları, "Davet et! Ama sakın, onlardan Ebû Leheb'i davet edeyim deme! Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez." diye konuştular. Sonra da, "Biz nihayet kadınız." diyerek Resûlullah'ın yanından ayrıldılar.
ZİYAFET TERTİBİ!
Dâvasını açıklama emrini alan Resûli Ekrem Efendimiz, Hz. Ali'ye, "Bize sâdece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur; sonra da Abdûlmuttâlib Oğullarını topla. Onlarla konuşacağım, emrolunduğum şeyi onlara bildireceğim." emrini verdi.
Hz. Ali, emri derhâl yerine getirdi.
Sabah olunca, Ebû Tâlib'in evinde—davet edilmemişken Ebû Leheb de dâhil—bütün amcalarıyla birlikte ikisi kadın 45 kişi toplandı.
Bir Mucize
Kapta bulunan et, bir kişilikti. Sâdece bir insanı doyuracak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı.
Resûli Ekrem eti parçaladı ve ziyafette bulunanlara, "Bismillah, buyurun!" dedi.
İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler? Çok az eksilmiş haliyle et, yine yerinde duruyor! Hayrette kaldılar.
Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar!
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben, "Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik! Arkadaşınız, sizi büyük bir büyüyle büyüledi!" dedi.
Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu.
Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan dâvettekiler dağıldılar.
İKİNCİ ZİYAFET VE RESÛLULLAH'IN AKRABALARINA HİTABI
Resûli Ekrem, neticesiz kalan birinci ziyafetten sonra ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek, yine Hz. Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı.
Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve, "Hamd yalnız Allah'a mahsustur. Ben de O'na hamdederim. Yardımı ancak O'ndan isterim. O'na inanır, O'na dayanırım. Seksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki, Allah'tan başka ilâh yoktur; O birdir, eşi ve ortağı yoktur." dedikten sonra maksadını şöyle açıkladı:
"Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip ailesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!), yine size karşı yalan söylemem! Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam! Sizi, O'ndan başka ilâh olmayan Allah'a îmana davet ediyorum. Ben de, O'nun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim."
Maksadını böylece hülâsa eden Resûli Ekrem Efendimiz, sözlerine şöyle devam etti:
"Vallahi, siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı Cennet'te veya temelli Cehennem'de kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz."240
Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince Ebû Tâlib ayağa kalktı ve, "Sana, severek ve candan yardım edeceğiz! Öğütlerini benimsedik ve kabullendik; sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar, senin atanın oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan koşacak olanların— andolsun ki—en çabuğu da benden başkası değildir. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an dahi geri durmayacağım! Nefsimi, Abdûlmuttâlib'in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Artık ben, onun öldüğü dinde öleceğim." dedi.
Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sâdece biri müstesna: İslâm Dâvasının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb, ortaya atıldı ve, "Ey Abdûlmuttâlib Oğulları!.." dedi, "Bu, vallahi bir kötülüktür! Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeç irin! Eğer, siz bugün ona itaat edecek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız, öldürülürsünüz!"
İslâm'ın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman halası Hz. Safıyye'den geldi. "Ey kardeşim!.." dedi, "Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı? Vallahi, bugün yaşayan âlimler, Abdûlmuttâlib'in neslinden bir peygamberin çıkacağını haber veriyorlar. İşte, o peygamber, budur!"
Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahça, "Andolsun ki, bu boşuna bir umuttur. Zâten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Kureyş aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz!" diye cevap verdi.
Ebû Leheb'in bu konuşmasından Ebû Tâlib fazlasıyla rahatsız oldu. "Ey korkak!.." dedi, "Vallahi, biz sağ oldukça ona yardım edeceğiz ve onu koruyacağız." Sonra da Resûli Ekrem Efendimize dönerek, "Ey kardeşim oğlu!.. Davet etmek istediğin zamanı bilelim; silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!"241
"Kim Bana Yardımcı Olur? "
O âna kadar sâdece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa kalkarak, "Ey Abdûlmuttâlib Oğlulları!.. Vallahi, Araplar içinde benim size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum! Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki, o da 'Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah [Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun resulü olduğuna şehâdet ederim]' demenizdir." diye konuştu; sonra da, "O hâlde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek vezirim ve yardımcım olur?"242 diye sordu.
Kimseden ses çıkmadı'. Bütün başlar öne eğildi. Gözler. Peygamberimize bakacak takati kendilerinde bulamıyorlardı. Sâdece biri vardı, Resûlullah'ın mübarek gözlerine dikkatle bakan... Bu, henüz 1213 yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona, "Sen otur." dedi.
Resûli Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de cevap sâdece Hz. Ali'den geldi: "Yâ Resûlallah!.. Sana, ben yardımcı olurum! Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de!.."243
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddîye almadan toplantıyı terkettiler!
Hz. Ali'nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebîyyi Muhterem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye'se kapıldı. Zîra, vazifesinin sâdece hak ve hakikati tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Hidâyeti ise ancak Cenâbi Hakk verebilirdi!
DAVETİN İKİNCİ SAFHASI: MEKKELİLERE SAFA TEPESİNDEN İLK HİTAB
(Bisetin 3. senesi / Milâdî 613)
Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îman ve İslâm'a davet, inanmış ruhları sevinciyle okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramammış gönülleri ise telâşa sevkediyordu!
"Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir."244 İlâhî fermanı gelince, Fahri Kâinat, âdeta yerinde duramaz hâle gelmişti. Hemşehrilerine maddî manevî saadetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu.
Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safa Tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti.*
Safa Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resulü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile, "Yâ Sabâhâh!..
Allah Resulü, Mekkelilere toptan Islâmiyeti ve peygamberliğini nasıl duyuracağını düşünmüş, durmuştu. Sonunda Safa Tepesine çıkmayı uygun buldu. Buradan halka seslenecek, duyan yanına koşacaktı. Zira, birinin, bir tehlike hissettiğinde yahut anîden hücuma geçip gafil bulunan insanları ele geçirecek bir düşman sezdiği veya kimsenin haberi olmadan pusu kuran bir hasmını farkettiğinde, bir dağın tepesine veya yüksekçe bir yere çıkarak en üst perdeden, "Yâ Sabâhâh!.." diye haykırması, o zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş üzerine korkuya kapılan halk, sür'atle hazırlıklarda bulunur ve en kısa zamanda düşmanı karşılamaya çıkardı (Bkz.: Ebû'lHasen enNedvî, esSiyretû'nNebevîyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, c. 9, s. 246).
işte, Peygamber Efendimiz de, Safa Tepesine çıkmakla, Araplar arasında carî olan bu âdeti göz önünde bulundurmuştu.
Kureyş topluluğu!.. Buraya geliniz, toplanınız; size mühim bir haberim var!)" diye seslendi.
Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran?.. Bir tehlikeyle karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?
Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safa Tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen, "Muhammedû'1Emin" dedikleri zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?
Merakla, "Ey Muhammedi.. Bizi niçin topladın buraya, neyi haber vereceksin?" diye sordular.
Resûli Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delillerle dolu şu beliğ hitabeyi îrad etti:
"Ey Kureyş topluluğu!.. Benimle sizin benzeriniz, düşmanı görünce ailesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp ailesine zarar vermesinden korkarak 'Yâ Sabâhâh!' diye haykıran bir adamın benzeri gibidir.
"Ey Kureyş topluluğu!.. Size, 'Bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var; sabaha veya akşama üzerinize hücum edecekler!' desem, bana inanır mısınız?"
O âna kadar "Muhammedû'1Emin" dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatin dışında hiçbir şey duymadıkları Resûli Ekrem'e hep bir ağızdan, "Evet," ddiler, "biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalanla itham edilmiş bir insan değilsin."
Bu umumî hitabından sonra Resûli Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim! Yüce Allah, bana, 'En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut.' emrini verdi. Sizi 'Allah bir, O'ndan başka İlâh yok.' demeye davet ediyorum. Ben de O'nun kulu ve resulüyüm. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, Cennet'e gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki, siz, 'Allah bir, O'ndan başka ilâh yok.' demedikçe, size ben ne dünyada, ne de âhirette bir faide temin edemem."245
Yine Ebû Leheb...
Resûli Kibriya Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitab eden konuşması karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak, "Helak olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?" diye âdice bağırdı.
Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sâdece fısıltı hâlindeki konuşmalarıyla dağıldılar.
CEHENNEMLİK EBÛ LEHEB...
Bu hareketleriyle Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş oluyordu. Resûlullah'a olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mâl oldu. Çünkü, Cenâbı Hakk, İnzal buyurduğu Tebbet Süresiyle korkunç akıbetini şöyle haber veriyordu:
"Elleri kurusun Ebû Leheb'in!.. Zâten kurudu, mahvoldu. Ne malı fayda verdi ona, ne kazandığı!.. O, alevli bir ateşe girecek. (Peygambere eziyet ve hakarette bulunan) karısı da (Cehennem'de) odun hamalı olarak (oraya girecek); boynunda bükülmüş bir ip (zincir) olduğu hâlde..."
Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah, nurunu tamamlayacaktı. Bu sebeple de, Resûli Kibriya Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu.

239 Suâra, 214.
240 Taberî, Tarih, c. 2, s. 217: İbni Kesir, Sîre, c. 1, s. 457459.
241 Halebî, İnsanû'lUyûn, c. 1, s. 285.
242 Taberî, A.g.e., c. 2, s. 217; İbni Kesir, Sîre, c. 1. s. 459.
243 Taberî, A.g.e., c. 2, s. 217; Ibni Kesir, A.g.e., c. 1, s. 459.
245 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 199200; Buharı, Sahih, c. 3, s. 171: Müslim, Sahih, c. 1, s. 133135; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.



Efendimize ve Ashabına Hakaret ve Eziyetler
Resûli Ekrem Efendimiz, Safa Tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilân ettikten ve halkı İslâm'a davette bulunduktan sonra Kureyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat artırdılar.
Peygamber Efendimiz onları "tevhid"e çağırıyordu; onlar ise "atalarımızın dini" dedikleri putperestlikte ve şirkte direniyorlardı.
Efendimiz, onları faziletle, dünya ve âhiret saadetine davet ediyordu; onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saadetten uzak durmaya çalışıyorlardı.
Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kutsiyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu; onlar ise, insan şeref ve haysiyetini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.
Resûli Ekrem, onlar için ebedî saadet, beka, lika, Cennet istiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya davet ediyordu; onlar ise, kendilerini ebedî şekavete, Cehennem'e götürecek davranışların içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
Hz. Resûlullah, davetiyle, onları esfeli safiline düşmekten, kıymetsizlikten ve faidesizlikten kurtarıp âlâyı illiyyine, kıymete, bekaya, ulvî vazifeleri yapabilme makamına çıkarmak istiyordu; onlar ise tam tersine, kıymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfeli safilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.
Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahri Alem Efendimizin dâvetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bütün imkânlarla onu tesirsiz hâle getirmeye, sebat ve metanetini, cesaret ve gayretini kırmaya çalışacaklardı! Bunun için de, türlü türlü işkencelere, eziyetlere, hakaret ve suikastlere teşebbüs edeceklerdi!
Şüphesiz, bu durum, sâdece Peygamber Efendimize mahsus değildi. Her peygamber, kendi zamanında, gönderildiği kavmi ve ümmeti tarafından nahoş karşılanmış, hakir görülmüş, eziyet ve işkencelere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özellikleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da, bütün bu eziyet, hakaret, işkence ve suikastlere rağmen, dâvalarını anlatmaktan geri durmamaları, inançlarından asla tâviz vermemeleri, aksine eziyet ve işkencelerin artması nisbetinde memur bulundukları hakikatleri duyurmaya daha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyet ile çalışmış olmalarıdır.
Ebû Leheb Başta
Fahri Âlem Efendimize hakaret ve eziyet edenlerin başında, Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil geliyordu.
Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takib ediyor ve halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu!
Bir gün, Hz. Resûlullah, Ukaz Panayırında halkı Allah'ın birliğine îmana ve peygamberliğini tasdike davet edip, "Ey ahali!.. aNİVi Peşisıra gelen Ebû Leheb ise, halka, "Ey ahali!.. Bu, yeğenimdir; yalan söylüyor. Ondan uzak durun!"246 diye sesleniyordu.
Bu, ibret dolu bir tablodur:
Yeğen, Allah'a îmana ve saadete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı, onu dinlememeye çağırıyor!
Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu.
Bir gün, komşusu Peygamber Efendimizin kapısına pislik ve kokmuş şeyler artmıştı. O sırada Hz. Hamza, henüz îman etmemiş olmasına rağmen yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb'in başına dökmüştü.
Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sâdece, "Ey Abdi Menaf Oğulları!.. Bu nasıl komşuluk?" diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu.
Kur'ân'm, Cehennem'de cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bâzan da, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu.
Ebû Leheb 'in, Oğlunu, Peygamber Efendimize İşkence Etsin Diye Göndermesi!
Ebû Leheb, Resûli Kibriya'ya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemiyordu.
Bir gün, oğlu Uteybe'ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Uteybe, Peygamberimizin yanına vardı. O sırada Efendimiz, Vennecm Sûresini okuyordu. Bunu duyan Uteybe, "Necmin Rabbine andolsun ki, ben senin peygamberliğini inkâr ediyorum!" dedi ve küstahça Kâinatın Efendisine doğru tükürdü.
Resûli Ekrem, bu çirkin harekete sâdece şu bedduayla cevap verdi:
"Yâ Rab!.. Ona bir itini musallat et!"
Resûli Ekrem Efendimizin ne duası ne de bedduası Allah tarafından karşılıksız bırakılmıyordu. Uteybe'ye yaptığı bu beddua da bir müddet sonra gerçekleşti: Yemen tarafında Havran denilen yerde babası ve arkadaşları arasında uyurken, bir arslan gelip kendisini parçaladı!
Dualarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mucizelerinin bir bölümünü teşkil eder.
CEHENNEM ODUNCUSU
Ümmü Cemil, İslâm dâvasının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Leheb'in karısı idi. Kur'ân tabiriyle "Cehennem oduncusu" bu kadın, İslâm daveti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki, Nebîyyi Muhterem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve âdeta bu davranışından zevk alıyordu!
Ümmü Cemil'le ilgili bir hâdise ise şöyledir:
Resûli Ekrem (s.a.v.), Safa Tepesinde ilk olarak, Kureyş'e açıktan İlâhî davette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Peygamberimize çıkışmış, hattâ hakaret etmiş, "Helak olasıca!.. Bizi bunun için mi buraya çağırdın?" demek küstahlığında bulunmuş ve Efendimize doğru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Cenâbı Hakk, Tebbet Sûresini inzal buyurmuştu. Sûre, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve akıbetlerini mevzu ediyordu.
Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescidi Haram'a geldi. Peygamber Efendimiz, sâdık dostu Hz. Ebû Bekir'le orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hz. Ebû Bekir'i gördü, fakat yanında oturan Kâinatın Efendisini farkedemedi ve, "Ey Ebû Bekir!.. Arkadaşın nerede? Ben işittim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım!" dedi.
Ebû Bekir'i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dönüyordu.247
Elbette göremezdi! Allah'ın hıfz ve inayeti altında bulunan Sultanı Levlak'ı görmek, bir Cehennem oduncusunun haddine mi düşmüştü?
Ebû Cehil'in Elleri Yukarıda Kaldı
Buna benzer bir hâdise de Ebû Cehil'in başına gelir. Bir gün, kabilesine şöyle söz verdi:
"Vallahi, secdede Muhammed'i görürsem, başını bu taşla ezeceğim!"
Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûli Ekrem secdedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi; tâ Kâinatın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar... Namaz bitince Ebû Cehil'in de eli çözüldü;248 çünkü, artık ihtiyaç kalmamıştı!
Ebû Cehil'in Bir Teşebbüsü Daha...
Her şeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, "Vallahi, Muhammed'i secdede görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürteceğim!" diye yemin etti.
Tam o sırada Resûli Kibriya Efendimiz çıkageldi. İbni Abbas, durumu kendilerine arzedince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi beklemeden, aceleyle duvardan aşıp Mescidi Haram'in içine girdi. Alak Sûresini sonuna kadar okudu ve secdeye vardı.
Etrafta bulunanlar Ebû Cehil'e, "Ey Ebû Cehil!.. İşte, Muhammedi. ." diye seslendiler.
Ebû Cehil'in Resûli Ekrem'e doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu. Seyredenler şaşkınlık içinde, "Ne oldu? Neden döndün?" diye sordular.
Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir eda içinde, "Benim gördüğümü siz görmüyor musunuz?" diye cevap verdi ve arkasından ilâve etti: "Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı!"249
Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve suikast teşebbüsleri karşısında, Cenâbı Hakk da, Sevgili Resulünü işte böylesine koruyor ve himaye ediyordu!
Peygamberimiz, Kureyş 'i Cenâbı Hakk 'a Havale Ediyor!
Kureyş müşriklerinin Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve suikastleri çeşitli suretlerde oluyordu.
Resûli Ekrem, bir gün Kabe'de huşu içinde namazını eda etmekte idi. Müşriklerden bir grub da Kabe civarında toplanmış, konuşuyorlardı. İçlerinde, Ebû Cehil de vardı. Ortaya fırlayarak, topluluğa, "Hanginiz gidip filancalarda bugün boğazlanan devenin işkembesini ve döl eşini olduğu gibi kanlı kanlı getirip, secdede iken onun üzerine koyar?" diye seslendi.
Gözü dönmüşlerden biri olan Ukbe bin Ebû Muayt, ortaya atıldı. "Ben yaparım!" dedi ve oradan ayrıldı. Az sonra, ruhu kararmış bu adam, elinde deve işkembesiyle Peygamber Efendimizin yanında göründü.
Resûli Ekrem, her şeyden habersiz, Cenâbı Hakk'ın huzurunda secdeye varmıştı.
Gözü dönmüş Ukbe, getirdiği deve işkembesini iki küreği arasına koydu.
Ruh ve vicdanları şirkin karanlıklarına gömülü müşrikler, manzarayı kahkahalarla seyrediyorlardı.
Muhterem babasının, müşriklerin bu âdice hareketine mâruz kaldığını duyan Hz. Fâtırna, koşa koşa geldi. İşkembeyi tuttuğu gibi, suratlarına çarparcasına müşrik güruhuna doğru fırlattı.
Namazını bitiren Hz. Resûlullah'ın mübarek dudaklarından, "Allah'ım, Kureyş'i Sana havale ediyorum!" cümlesi döküldü.
Bu cümlesini üç kere tekrarladı. Sonra da müşrik elebaşlarının isimlerini teker teker zikrederek, onları da Sonsuz Kudret Sahibi Cenâbı Hakk'a havale etti.250
Abdullah b. Amr Anlatıyor
Resûli Ekrem Efendimize müşriklerin yaptığı bir başka eziyet ve hakaret hâdisesini, Abdullah b. Amr Hazretleri şöyle anlatır:
"Bir gün, Kureyş'in ileri gelenleri, Hıcır denilen yerde toplanmışlardı. Ben de orada bulunuyordum. Kureyşliler, Allah Resulü hakkında konuşarak şöyle diyorlardı:
'"Biz, bu adamın işinde sabrettiğimiz kadar hiçbir şeye karşı sabır göstermedik. Bu adam, bizi akılsızlıkla ittiham etti. Babalarımıza, dedelerimize hakaret etti. Dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu, putlarımıza dil uzattı. Onun yaptığı bunca şeylere biz sabrettik.'
"Kureyş, bunu konuşup dururken, birdenbire Allah Resulü görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerû'lEsved'i öptü. Sonra Kabe'yi tavaf etmek üzere yanlarından yürüyüp geçti. Bu sırada Kureyşliler, kendilerine lâf attılar. Allah Resulü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire değişen yüzünün renginden farkettim.
"Allah Resulü, tavafına devam etti. İkinci defa Kureyş topluluğunun yanından geçerken, yine onların sözlü sataşmalarına mâruz kaldı. Yine fazlasıyla üzüldü. Üzüldüğünü, yine yüzünden farkettim.
"Allah Resulü, üçüncü defa Kureyşlilerin yanından geçerken yine aynı şekilde kendisine lâfla sataştılar.
"Bunun üzerine Allah Resulü, durdu ve onlara dönüp şöyle konuştu:
'"Ey Kureyşliler!.. Sözlerimi duyuyor musunuz? Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, başınıza felâket gelecektir!"
Nebîyyi Ekrem'in bu hitabı, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana getirdi. Hiçbiri yerinden kımıldamadı. Sonunda, daha önce onun hakkında en çok aleyhte konuşup arkadaşlarını kışkırtanlar (başta Ebû Cehil) bile, en iyi sözlerle gönlünü almaya çalışarak şöyle dediler:
'"Yâ Ebe'lKasım, haydi selâmetle git. Vallahi, sen câhillerden, kendini bilmezlerden değilsin!'
"Allah Resulü de yanlarından uzaklaşıp gitti.
"Ertesi gün, Kureyşliler, yine Hıcır denilen yerde toplandılar. Ben yine aralarında idim. Aynı şekilde Allah Resulü hakkında ileri geri konuşuyorlar ve şöyle diyorlardı:
'"Muhammed'in size yaptıklarını ve onun hakkında size verilen haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip karşınıza dikilerek, yüzünüze karşı kötü(!) şeyler söylediği zaman ona dokunmuyor ve serbest bırakıyorsunuz!'
"Onlar böyle konuşup dururlarken yine Resûlullah çıkageldi.
"Kureyşliler hemen oturdukları yerden fırlayarak etrafını sardılar. Onun kendi taptıkları ve dinleri hakkında söyledikleri sözleri zikrederek, 'Hakkımızda şu şu sözleri söyleyen, sen misin?' dediler.
"Nebîyyi Ekrem, cevaben, 'Evet, bunları söyleyen benim!" dedi.
"Bunun üzerine hep birden Resûlullah'ın üzerine atıldılar. Biri onun yakasına yapıştı. Bu sırada biri koşarak Hz. Ebû Bekir'e durumu haber verdi. Hz. Ebû Bekir, hemen Mescidi Haram'a girdi. Gözyaşları arasında müşriklere, 'Allah belânızı versin! 'Rabbim Allah'tır.' diyen bir zâtı öldürmek mi istiyorsunuz?' diye seslendi.
"Bunu duyan Nebîyyi Ekrem, 'Bırak onları ya Ebû Bekir!.. Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben onların hepsinin hakkından geleceğim!' dedi.
"Bu sözü işiten Kureyşliler korktular ve Resûlullah'ı bırakarak dağıldılar."251
"Rabbim Allah'tır." dediği ve halkı bu ulvî hakikate çağırdığı için Resûli Kibriya Efendimize reva görülen çirkin hareketler bunlarla da kalmıyordu.
Yine bir gün, Kabe yanında namaz kılıyordu. Alnını Yüce Yaratıcısının huzurunda yere koyar koymaz, serseri Ukbe b. Ebî Muayt, ridâsıni topladı ve boynuna doladı; olanca gücüyle sıktı. Maksadı, onu boğmaktı.
O arada Hz. Ebû Bekir yetişip Peygamber Efendimizi bu serserinin elinden kurtardı. Sonra da âdeta kâinata işittirmek istiyormuşçasına, "Siz, bir adamı, 'Rabbim Allah'tır.' diyor diye öldürür müsünüz? Hâlbuki, o, size Rabbinizden apaçık mucizelerle gelmiştir. Buna rağmen o, zannettiğiniz gibi bir yalancı ise(!) yalanının günahı kendisine aittir; fakat, dâvasında doğru ise, elbette sizi korkuttuğu azabların bir kısmı olsun gelir, dokunur. Muhakkak Allah, haddi aşan dâvasında yalancı olan bir kimseyi hidâyete erdirmez."252 mealindeki âyeti kerîmeyi okudu.
ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS
İçlerinde Ebû Cehil ve Velid b. Muğire'nin de bulunduğu Mahzum Oğullarından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi, Velid b. Muğire yerine getirecekti.
Resûli Ekrem, namazda Kur'ân okumaya başladığı bir sırada, Velid yanına kadar sokuldu. Fakat o da ne? Öldürmeye gittiği zâtın sesi var, okuduğu Kur'ân şirk kiriyle paslanmış kulağına geliyor, fakat gözü onu bir türlü göremiyordu.
Velid şaşkınlaştı. Telâşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat, yine Efendimizi görmeye muvaffak olamadılar. Çünkü, ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.
PEYGAMBERİMİZE EN AĞIR GELEN GÜN
Kâinatın Efendisi, bir gün, evinden çıkmış, gidiyordu. Kureyş'ten köle olsun, hür olsun kime uğradıysa, âdeta birbirleriyle söz birliği etmişçesine onu yalanladılar, sözle eziyet ve hakarette bulundular. O gün, eziyetli ve sıkıntılı günlerinin en ağırlarından biriydi.
Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz, müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısına gidermek için örtüsüne büründü ve yattı.
PEYGAMBERİMİZ VE MÜSLÜMANLAR DÂRÛ'LERKAM'DA
Efendimizin peygamberliğinin 5. senesi... Milâdî 615...
Kureyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibâdetlerini rahat ve serbest bir şekilde îfa edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.
İslâm ve îmanın tâlimi, Allah'a ibâdet ve taatin serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resulü, bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit etti: Safa Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkam b. Ebî'lErkam b. Esed'in evi... Bu ev, giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emin bir yerdi.
Artık, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muallim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dâhilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârû'lErkam'ı, Nebîyyi Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk tslâm Üniversitesi saymak mümkündür!
Hz. Ömer'in İslâm'la şereflenmesine kadar, Resûli Ekrem, İslâm'ı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hz. Ömer olmak üzere birçok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.
Dârû'lErkam'ı Erkam b. Ebî'lErkam Hazretleri, hiç satılmamak ve tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.
İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kabe karşısında, "Dârû'lHayzuran" adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.253
YÂSİR AİLESİNİN BAŞINA GELENLER
Yâsir, Mekke'ye Yetnen'den gelmişti.
Burada, Mahzum Oğullarından Ebû Huzeyfe b. Muğire'nin himayesine girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe, onu, cariyesi Sümeyye'yle evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah...
Bütün ferdleriyle saadet dairesine giren bu aileye, başta Mahzum Oğullan olmak üzere bütün müşrikler, çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzum Oğulları, îman ve İslâm'dan vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.
Peygamberimiz, Sabır Tavsiye Ediyor!
Yine bir gün Yâsir Ailesi, işkence altında zâlim müşrikler tarafından inletilirken, Resûli Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında, "Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sizin mükâfatınız Cennet'tir. Sabredin ey Yâsir Ailesi!.." diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.
İşkence altında kıvranan Yâsir, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?"
Resûli Kibriya Efendimiz, bu suale, "Allah'ım, Yâsir ailesinden rahmet ve mağfiretini esirgeme." duasıyla karşılık verdi.
Bu hâdiseden bir müddet sonra Hz. Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece, "Müslüman erkeklerden ilk şehid" şerefi kendisinin oldu.
Oldukça yaşlanmış, zaîf ve nahif bir kadın olan, Yâsir'in hanımı Sümeyye de, işkence etsin diye Ebû Cehil'e havale edilmişti.
Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zaîf ve kimsesiz kadına küstahça ve âdice, "Sen, güzelliğine âşık olduğun için, Muhammed'e îman ettin!" diyordu.
Bu âdice ithama, îman âbidesi kesilmiş Hz. Sümeyye, bir müşrike söylenebilecek en ağır lâflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki mızrağı saplayarak şehid etti. Hz. Sümeyye de böylece, "kadınlardan ilk şehid" oldu.
AMMAR'IN BAŞINA GELENLER
Ammar'ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebîyyi Ekrem'in yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu. "Azabın her türlüsünü tattık yâ Resûlallah!.." diyerek hâlini arzediyordu. Resûli Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle dua ediyordu:
"Allah'ım, Ammar Ailesinden hiç kimseye Cehennem azabını tattırma!"
Hz. Ammar'a reva görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rastgeldi. Mübarek elleriyle Ammar'ın başını sığayarak ateşe, "Ey ateş!.. İbrahim'e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi Ammar'a da öyle ol!" diye dua etti. Sonra da Ammar'a, şu haberi verdi:
"Ey Ammar!.. Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün, azgın bir topluluğun eliyle olacaktır."254
"Kalbimde îman Ferahlığı Var!"
Yine bir gün Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsâli Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi; sonra da, "Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tutar da sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul." dedi.
Bu, hayatını zâlim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar'a bir müsaade idi!
Bu müsaadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu:
"Muhammed'e küfretmedikçe, Lat ve Uzza'ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe, sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!"
Zavallı Ammar'in dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar, Ammar'ı serbest bıraktılar.
İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar, doğruca Resûli Ekrem'in huzuruna vardı. Efendimiz, kendisine, "Kurtulduğun, yüzünden belli!" deyince, cevabı şu oldu:
"Hayır, vallahi kurtulmadım!"
"Hz. Ammar, daha sonra Sıffîn Harbinde katledildi. Hz. Ali, onu, Muaviye'nin taraftarlarının bâğî [azgın] olduklarına hüccet gösterdi. Fakat, Muaviye te'vil etti. Amr b. As dedi: Bâğî, yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.'" (Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 110). 254 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 248.
Peygamber Efendimiz, "Niçin?" diye sorunca da Ammar, "Ben, senden vazgeçirildim. Lat ve Uzza'nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler!" karşılığını verdi.
Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya başına yıkılacakmış gibi, heyecan ve korku içinde Resûli Kibriya'nın huzurunda dikilmiş, duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişti!
Resûli Ekrem, "Müşriklerin dediklerini söylerken kalbini nasıl buldun?" diye sordu.
Ammar'in kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:
"Kalbimi îman ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da demirden daha sağlam buldum!"
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, "Sana vebal yok ey Ammar!.. Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul!"255 diyerek Ammar'in hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sürura garketti.
Bu hâdise üzerine, Yüce Allah, şu mealdeki âyetini inzal buyurdu:
"Kalbi îmanla karar bulmuş olduğu hâlde (küfür kelimesini söylemeye) zorlananlar (ve böylece yalnız dilleriyle söyleyenler) müstesna, kim Allah'a küfrederse, onlara şiddetli bir azab var; fakat, küfre bağrını açanlar üzerine, Allah'tan bir gazab ve kendilerine çok büyük bir azab vardır."256
Şu hâlde, kalbi îmanla karar bulmuş bir mü'mine burada bir ruhsat tanınmaktadır: O da, düşman tarafından canının veya herhangi bir azasının yok edilme tehlikesi bahis mevzu olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi caizdir. Ancak bunun, kalbin îmanla mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için helak olmayı göze alıp küfür kelimesinin lisanla dahi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsatla değil de, azimetle amel etmek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.257
HZ. EBÛ BEKİR'İN İŞKENCEYE MÂRUZ KALIŞI
Resûlullah Efendimiz, bir gün Dârû'lErkam'da ilk Müslümanlardan birçoğuyla oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde, "tevhid dâvasını müşriklere karşı açıklamak" arzusu, bir iştiyak hâlini almıştı. Bunu gerçekleştirmesi için Resûli Kibriya Efendimizden ricada bulundular. Fakat, Hz. Resûlullah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vardı. "Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz!" diye konuştu.
Fakat, îmanın taptaze heyecan ve şevkini tertemiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde âdeta duramaz hâle gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahri Âlem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescidi Haram'a gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.
Allah ve Resulüne îman aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Ebû Bekir, kalbinin derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah'a îmanın ulviyet ve kutsiyetini, buna karşılık puta tapmanın pespayeliğini ve onlara hürmet etmenin sefaletini haykırdı.
Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müşrikler, Hz. Sıddık'a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teym Oğullarından birkaçının araya girmesiyle kurtulabildi.
Demirli ayakkabıların darbelerine mâruz kalan Hz. Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir hâlde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşamüzeri kendine gelebildi.
Sanki, onca darbelere mâruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gözü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümleler şunlar oldu:
"Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmişlerdi!"
Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle, Hz. Resûlullah'a olan sadâkatinin şaheser bir örneğini veriyordu. Kan revan içindeki hâline bakmadan, yara berelerinin acısına sızısına aldırmadan, Nebîyyi Zîşan'ın durumunu öğrenmek istiyordu; hem de o Nebîyyi Muhterem'e şiddetle muhalefet edenler arasında...
Kendisine yemek teklifinde bulundular; "Aç kaldın, susuz kaldın! Bir şeyler yiyip içmez misin?" dediler.
O ise hep, "Resûlullah ne hâldedir, ne yapıyor?" diye soruyordu.
Annesinin, Resûli Ekrem'in dâvasından haberi yoktu. Henüz îman etmeyenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resulünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine, "Git," dedi, "Hattab'ın kızı Ümmü Cemil'e sor. Resûlullah hakkında bana haber getir!"
Ümmü Cemil, îman etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat, Resûli Ekrem'den aldığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.
Ebû Bekir'in annesi Ümmü Hayr, ona, "Ebû Bekir, senden, Abdullah'ın oğlu Muharnmed'i soruyor." deyince; "Ben, onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen, beraber oğlunun yanına gidelim." diye cevap verdi.
Ashnda, Ümmü Cemil'in Resûlullah'tan haberi vardı. Ancak, bir tertip ve tuzakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermişti.
Hz. Ebû Bekir'i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil'in içi burkuldu ve kendisini zabtedemeyerek, "Sana bunları reva gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sapkındır! Allah'tan dileğim, onlardan intikamını almasıdır!" diye haykırdı.
Ümmü Cemil'den Resûli Ekrem'in selâmette olduğunu öğrenmesine rağmen Hz Ebû Bekir'in içi, yine de rahat etmiyordu. Annesine, "Vallahi, gidip Resûlullah'ı görmedikçe ne yer, ne de içerim!" dedi.
Onu, Resûli Ekrem'e götürmekten başka çâre yoktu. Fakat bu haliyle nasıl gidebilirdi? Dârû'lErkam'a kadar nasıl yürüyebilirdi?
Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil'e yaslanarak sendeleye sendeleye Resülullah'ın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş candan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûli Ekrem'in durumunu gözleriyle gördükten sonra, "Annem babam sana feda olsun Yâ Resûlallah!.. O azgın, sapkın adamın (Utbe b. Rabia) yüzümü yerlere sürtüp bilinmez hâle getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok!"258 diye konuştu.
O anda bile Hz. Ebû Bekir'in gönlü îman ve İslâm'a hizmet aşkıyla alev alev yanıyordu.
Peygamber Efendimize annesini göstererek, "Bu, annem Selma'dır." dedi, "Onun hakkında Allah'a duada bulunmanızı arzu ediyorum. Umulur ki Allah, onu Cehennem ateşinden hatırın için kurtarır!"259
Bu samimî arzu, samimî duayla birleşti ve o anda orada Ümmü'1Hayr Selma Hâtûn, "bahtiyar mü'mineler" safına katıldı.
BÜTÜN BUNLAR İMTİHANDI!
İlk Müslümanların mâruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler, Allah tarafından aynı zamanda birer imtihandı. Mesele sâdece "îman ettim." demekle bitmiyordu; îmandaki sadâkat, samimîyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu!
Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki, gerçekten îman etme arzusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan îman edecekler; bu arzuyu ciddî olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, hâlis mü'minlerden ayrılacaklardı.
Nitekim, şu âyeti kerîme de bu hususa işaret eder:
"Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik. Allah (imtihan suretiyle îmanında) sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da elbette bilecek."260
Demek ki, îmanında samimîyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı güçlükler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.
Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah'a îmanın ve Resulüne tâbi olmanın gerçek şuuruna eren hakikî Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidâyet dairesinde sebat etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mâni olamıyordu. İşkenceler, eziyet ve hakaretler, âdeta İslâm ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe, İslâm dâvası da bir başka hızla gelişiyor,yayılıyor, ruh ve gönüller üzerindeki nurdan saltanatını devam ettiriyordu.
Şurası muhakkaktır ki, zor ve tahakküm hiçbir zaman, hiçbir devirde devamlı olarak hak ve hakikati yenememiş, boğamamış ve kendine esir edememiştir; aksine, hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zulmeti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.
Asrı Saadet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve hârika metanet, cidden insaf ve basîret sahiplerinin gözlerini yaşartacak bir ulvîyete sahiptir ve günümüz Müslümanları için de birçok ibreti hâvidir.
Öyle ki, İtalyan Muharrir Tarihçi Leone Kaitano gibi azılı bir İslâm düşmanı bile, şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:
"Hayret, hayrettir ki, aralarında bir tane bile dönek yoktur!"
Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn, İslâm'a gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam etmesi, âdeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır!

246 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 287.
847 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 381382; Kaadı lyaz, eşŞifa, c. 1, s. 684. 248 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 319320; Kaadı iyaz, A.g.e., c. 1, s. 688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 164.
250 Müslim, Sahih, c. 5, s. 180.
251 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 309310; Taberî, Tarih, c. 2, s. 223.
252 Mü'min, 28.
253 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 267; Ebû'lVelid elEzrakî, Kabe ve Mekke Tarihi, Tere, s. 426; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, islâm Peygamberi, c. 1, s. 80.
255 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 249. 256Nahl, 106.
257 Hazin, Tefsir, c. 3, s. 136; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, c. 4, s. 3132.
258 Halebî, Insanû'lUyûn, c. 1. s. 275.
259 Halebî, İnsanû'lUyûn, c. 1. s. 276.
260 Sebe, 3.



Müşriklerin Ebu Talib'e Şikayetleri ve Yeni İstekleri
MÜŞRİKLERİN EBÛ TÂLİB'E ŞİKÂYETLERİ
Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri, Resûli Ekrem Efendimizi İslâm'ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Tâlib de, yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilâkis onu koruyordu.
Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden 10 kişi, Ebû Tâlib'e gelerek, "Ey Ebû Tâlib!.." dediler, "Yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi; akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil"261
Ebû Tâlib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimî sevgisi!.. Hangisini tercih edecekti?
Sonunda, yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.262
Ebû Tâlib 'e İkinci Şikâyet
İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Tâlib'e tekrar başvurdular: "Ey Ebû Tâlib!.. Sen, bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik; fakat, sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz! Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız!"263
Ebû Tâlib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı: Kavmi tarafından terkedilmek istemezdi; ama, yeğeni Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi! O hâlde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Resûli Ekrem'i (s.a.v.) yanına çağırarak, yalvarırcasına, "Kardeşimin oğlu!.. Kavminin ileri gelenleri bana başvurarak, senin onlara dediklerini bana arzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme! Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç!"264 dedi.
Durum, oldukça nâzikti. Bir bakıma, o güne kadar kavmi içinde kendisine yegâne hâmilik eden, Ebû Tâlib'ti. O da mı himayeden vazgeçecekti?
Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebîyyi Ekrem Efendimiz, bir müddet mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakikî muhafızının Cenâbı Hakk olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde, amcasına cevabı, kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: "Bunu bilesin ki, ey amca!.. Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm!"265
Öz amcasının kendisini terkedeceği endişesini duyan Peygamber Efendimiz, bu cevabını verirken gözyaşlarını tutamamıştı. Mübarek gözyaşları, sanki amcasının gönlüne damlıyordu! Bu hâlini gören amcası, onu nasıl yalnız başına bırakabilirdi? Zâtına karşı böylesine muhabbet beslediği yeğenini nasıl terkedebilirdi?
Yıkılmayan bir iradeye sâhib Resûli Kibriya'nın dâvasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Tâlib, "Yeğenim benim!.." diyerek boynuna sarıldı ve, "İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim!"266 diye konuştu.
Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Tâlib'in yeğinini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar.
Ebû Tâlib 'e Başka Bir Teklif
Gözleri önünde birçok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Tâlib'e başvurarak şu teklifte bulundular:
"Ey Ebû Tâlib!.. Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umare b. Velid'i verelim; kendine evlâd edin. Aklından, yardımından istifade edersin. Buna karşılık sen de bize, kaddeşinin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte, sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin?"
Ebû Tâlib, bu mantıksız teklife, "Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm; ancak sonra onu size verebilirim!" diye cevap verdi.
Bu tekilfi müşrikler tepkiyle karşıladılar. "Bizim çocuklarımız," dediler, "onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!.."
Ebû Tâlib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, "Vallahi, o, sizin çocuklarınızdan çok çok daha hayırlıdır.Siz bana çok çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız! Buna asla müsaade edemem!"267 diye konuştu.
Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böyle sâdece Resûlullah ve Müslümanlara değil, Ebû Tâlib'e de yönelmiş oluyordu!
Kaderin garib tecellîsine bakınız ki, müşriklerin Ebû Tâlib'e karşı menfî tavır takınmaları, Haşîm Oğullarının, Resûli Ekrem'i himayelerine almalarına vesile oldu. Himayeden sâdece biri kaçındı: Ebû LehebL.
Bu arada, Ebû Tâlib, Haşîm Oğullarını topladı ve Resûli Ekrem'in korunması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.
Ebû Tâlib'in bu tarz vaziyet alışı, Kureyş müşriklerini şu kesin karara şevketti:
Allah Resulünün hayatına son vermek!..
Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescidi Haram'a toplandılar. Bunu duyan Ebû Tâlib, Haşîm Oğulları gençlerini bir araya topladı ve derhâl onlarla Kabe'ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi. "Vallahi," dedi, "yeğenim Muhammed'i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiç kimse sağ kalmaz! Biz de, siz de bu yolda helak oluncaya kadar peşinizi bırakmayız!"
Ebû Tâlib'in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan dağıldılar.
Ebû Tâlib, konuşmasının sonunda, Kâinatın Efendisi hakkında şöyle diyordu:
"Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sâhibidir ki, yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Haşîm Oğulları Ailesinin yoksulları ona sığınırlar. Haşîm Oğulları, onun sayesinde nimetlere erişmişlerdir.
"Ey Kureyş topluluğu!.. Beytullah'a yemin ederim ki, siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayâllere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki suikastiniz ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça gerçekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, çoluk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaa etmedikçe size bırakmayız!"268
MÜŞRİKLERİN YENİ TERTİPLERİ
Bütün bu olup bitenlerden sonra, Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimizin baskılarla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine boyun eğmeyeceğini anlamışlardı.
Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnad ve iftiralar uydurmayı tasarladılar. Hedef, Resûli Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini (hâşâ) nazarlarda küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel olmaktı!
Bu maksatla, hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid b. Muğire etrafında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saadet bahşeden îman, İslâm dâvası ve onun temsilcisi olan Resûli Kibriya Efendimiz hakkında konuşmaya başladılar.
Fikir babalarından biıri olan Velid b. Muğire, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, "Ey Kureyşliler!.." dedi, "İşte, hacc mevsimi de gelip çattı. Arab kabîleleri yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak, onlar, şu adamımız Muhammed'in meselesini de duymuşlardır. Size birtakım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir; tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim."
Bu, kurnazca bir teklifti: Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri, elbette onları inanılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı; dolayısıyla, gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.
Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler. "Sen," dediler, "bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirini de söyle; biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim!"
Fakat, Velid, önce onların kanaat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu!
Kureyş müşikleri fikirlerini beyan ettiler: "'Kâhindir.' deriz."
Velid bu fikirlerine katılmadı. "Hayır..." dedi, "Vallahi, o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da... Amma, biz Muhammed'in hiçbir yalanını görmedik ki!.."
Müşrikler, "O hâlde 'Mecnun [deli].' diyelim!" dediler.
Velid, bu görüşe de itiraz etti. "Hayır..." dedi, "O, mecnun da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hâli, bir delininkirıe asla benzemiyor!"
Topluluktan üçüncü teklif geldi: "Öyle ise 'Şâirdir.' deriz!"
Velid, bu görüşü de doğru bulmadı. "Hayır... O, şâir de değildir. Biz, şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu, bunların hiçbirine benzemez!"
"O hâlde 'Sihirbaz [büyücü].' deriz!"
Bu fikir de Velid tarafından makbul sayılmadı. "Hayır, hayır!.. O, sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları..." diye konuştu.
Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid'e havale ettiler. "O hâlde, ey Abdûşşems'in babası, ne diyeceğimizi sen söyle!" dediler.
Velid'in konuşması şaşırtıcı oldu. "Vallahi," dedi, "onun sözlerinde apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz! O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağacıdır o!.."
Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar: Yoksa, akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele, kendilerini terkedip evine dönmesi, telâş ve endişelerini bütün bütün artırdı. Öyle ki, "Velid, dininden döndü!" diye söylenmeye bile başladılar.
Ancak, Velid'in dininden döndüğü filân yoktu. Hangi itham ve iftiranın daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti! Kararını verdikten sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:
"Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı, ona 'Sihirbaz.' demenizdir; çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evlâdla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor!"269
Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber Efendimize (hâşâ) "Sihirbaz." diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!
Cenâbı Hakk, indirdiği âyeti kerîmelerde, Velid b. Muğire'nin bu kurnazca tedbir ve plânından, "Kahrolası, ne biçim (söz) uydurdu!" buyurarak bahsediyor ve akıbetini de şöyle ilân ediyordu:
"Ben de muhakkak onu [Velid b. Muğire'yi] Cehennem'e sokacağım!"270
Kâinatın Efendisi, müşriklerin iddia ettiği gibi, bir kâhin değildi; çünkü, kâhinin sözleri karışık ve tahminidir. Hâlbuki, onun söyledikleri, hak ve hakikat idi; her selim akim tasdik ettiği gerçeklerdi; karışıklıktan, tahminden uzak, kesinlik ifade eden sözlerdi.
O, iddia edildiği gibi, bir mecnun da değildi; çünkü, yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile, yeri geldikçe, aklının mükemmelliyetine şehâdet ediyorlardı.
Serveri Kâinat, iddia ettikleri gibi, bir şâir de değildi; çünkü, onun bahsettiği parlak, nurlu hakikatler, şiirin hayâllerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi!
Cenâbı Hakk, müşriklerin bütün bu iftira, isnad ve tertiplerinden sonra indirdiği vahiyle Resulüne şöyle hitab etti:
"O hâlde ey Resulüm!.. Sen, öğüt ve nasihate devam et! Çünkü, sen, Rabbinin (nübüvvet ve İslâm) nimeti sayesinde ne kâhinsin, ne de mecnun..."271
MÜŞRİKLERİN YENİ TEKLİFLERİ
Hidâyet dairesi gittikçe genişliyor, îman ve Kur'ân nuru bütün haşmet ve parlaklığı ile ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.
Kureyş müşriklerinin telâş ve endişeleri ise had safhadaydı. Hele, parmakla gösterilen kahramanlarından biri olan Hz. Hamza'nın inananlar tarafında beklenmedik bir zamanda yer alması, kendilerini bütün bütün şaşırttı. Şirk kalesinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin açılması, onları değişik plânlar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye şevketti.
Bir gün, Kureyş Kabilesi ileri gelenlerinden Utbe b. Rebia, bir grup müşrike, "Ey Kureyşliler!.. Muhammed'in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam nasıl olur? Umulur ki, o, bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz; böylece, kendisi de, bize karşı yaptıklarından belki vazgeçer!" diye teklif etti.
Topluluk tarafından teklif kabul edildi.
Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haram'da bulunan Nebîyy-i Zîşan Efendimizin yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:
"Ey kardeşimin oğlu!.. Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak, sen, kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin; tanrılarını ve dinlerini kötüledin; onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!"
Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Söyle, ey Velid'in babası, seni dinliyorum!" deyince, Utbe, tekliflerini sıralamaya başladı: "Sen ortaya attığın bu meseleyle şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın! Eğer bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım! Yok, eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım!"
Utbe, tekliflerini yapmış ve susmuş idi. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe'ye, "Ey Velid'in babası!.. Söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu.
Utbe'den, "Evet..." cevabı gelince, Resûl-i Ekrem, "O hâlde, şimdi sen beni dinle." dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki âyetleri kemâl-i vakar ve heybet içinde
okumaya başladı: "Ha Mîm... Bu Kur'ân, Rahman, Rahîm (olan Allah) tarafından indirilmedir. Bir kitaptır ki, âyetleri Arapça bir Kur'ân olmak üzere anlayacak olan bir kavme açıklanmıştır; hem Cennet'i müjdeleyici, hem (ateşten) korkutucu olarak... Fakat, onların (Mekke kâfirlerinin) çoğu (Kur1-ân'dan) yüz çevirdiler. Artık onlar, dinleyip Hakk'ı kabul etmezler."
Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe'ye döndü ve, "Ey Velid'in babası!.. Okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!" dedi.
Kur'ân'm nazmındaki i'caz, mânâsındaki tatlılık Utbe'nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler farkettiler. Birbirlerine söylendiler: "Vallahi, Ebû'l-Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!"
Yanlarına gelince, "Ne getirdin? Anlat bakalım!" dediler.
Utbe, "Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim! Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Ey Kureyş topluluğu!.. Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın! Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınızda kalan Arab taifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Arablara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun sayesinde insanların en mes'ud ve bahtiyarı olursunuz."
Utbe'nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi. Tepki göstererek, "Ey Velid'in babası!.. Gene o, seni diliyle büyülemiş!" dediler.
Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, "O hâlde, istediğinizi yapın!" diyerek yanlarından uzaklaştı.276
Böylece, müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz karşısında mağlûbiyet üzerine mağlûbiyete uğruyorlardı. İslâm dâvasına karşı tedbir ve çâreleri bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân geri tepiyor, hattâ aleyhlerine tecellî ediyordu!
Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben nurumu tamamlayacağım; kâfirler, müşrikler istemeseler bile..." diye va'di vardı. Resulüne emri şuydu:"Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü, Ben, seni insanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım."277
Bunun için de, Allah Resulü (s.a.v.), îman ve İslâmiyete davet vazifesine bıkmadan usanmadan, korkmadan çekinmeden devam ediyor, bütün gayretiyle gönüller üzerinde tevhid bayrağını dalgalandırmaya çalışıyordu. Bunun neticesi olarak da, inananların safi gittikçe hem daha sıklaşıyor, hem de güçlenip kuvvetleniyordu.
MÜŞRİKLERİN, SAFA TEPESİNİN "ALTIN"A ÇEVRİLMESİNİ İSTEMELERİ!
Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin, ne de mevki makam, mal mülk tekliflerinin, Peygamber Efendimizi bir an bile dâvasında tereddüde düşürmediğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple, karşısına değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.
Bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimize, "Rabbine dua et! Eğer Safa Tepesini bizim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana îman ederiz!" dediler.
Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin üstünde bir işti; ama Allah'ın kuvvet ve kudreti yanında basit bir hâdiseydi.
Müşrikler, böylesine, herhangi bir insanın yapamayacağı şeyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle, âdeta kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı: "Bakın, işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse neden îman edelim?" demek istiyorlardı.
Diğer istek ve tekliflerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep, bunları yapmanın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah'ın isteğiyle, kuvvet ve kudretiyle meydana gelebileceğini ifade etmesine karşılık, bu tekliflerine aynı cevapla karşılık vermeden, "Teklifiniz yerine gelirse, bu dediğinizi gerçekten yapar mısınız?" diye sordu.
Hep birden, "Evet, yaparız!" dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak kudreti sonsuz Rabb-i Rahîmine yalvarmaya başladı.
Elbette, Sultan-ı Levlâk'ın niyazı cevapsız kalamazdı. Ânında Cebrail (a.s.) gelerek, "Allah Teâlâ, seni selâmlıyor ve 'İstersen, onlara Safa Tepesini altın yapayım. Ancak, bundan sonra da onlardan kim inkâra kalkışırsa, varlıklarımdan hiçbirine yapmadığım bir azabla onları azablandırırım! Yok istersen, onlara tevbe ve rahmet kapılarımı açık bırakayım.' diyor." dedi.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, iki teklif arasında serbest bırakılmıştı. Cenâb-ı Hakk, istediğini yapacaktı. Buna rağmen o, kendisini böylesine rahatsız edip sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve Rabbinden dileği şu oldu:
"Hayır Allah'ım!.. Onların isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet ve tevbe kapılarını açık bırak!"278
Evet, Peygamber Efendimiz, "âlemlere rahmet" olarak gönderilmişti. Kalb ve vicdanı, merhamet ve şefkatin menbaı idi. Kendisine zulmedenlere, kendisine eziyet ve hakarette bulunanlara bile yeri geldikçe acıyor, onları affediyordu. Hiçbir zaman şahsı için intikam olma yoluna gitmiyordu. Kendisine zulmedenlere dahi îman saadeti ve İslâm hidâyeti diliyordu.
O, bu engin şefkat ve merhamet, bu derin af ve müsamaha ile, gönülleri fethetmiş, kalb ve ruhları nuru etrafında pervane gibi döndürmüştür.
MÜŞRİKLERİN DEĞİŞİK BİR TEKLİFLERİ
Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı.
İleri gelenleri, bir gün Resûl-i Ekrem'e, "Sana, içimizde en zengin adam olacak şekilde mal verelim, istediğin kadınla evlendirelim! Yeter ki sen, ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç!" dediler. Sonra da şöyle konuştular:
"Eğer bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan, sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir teklif!.."
Resûl-i Ekrem, "Nedir, o hayırlı teklif?.." diye sordu.
Kureyş ileri gelenleri, "Sen bizim tanrılarımız olan Lat ve Uzza'ya bir yıl tap; biz de senin ilâhına bir yıl tapalım!"279 dediler.
Bu, Kureyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi. Akıllarınca, Resûl-i Ekrem'i böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı. Fakat, hayatının gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi, elbette bu tuzağa düşmeyecekti. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, bu hâdisenin hemen sonrasında Kâfırûn Sûresini indirdi:
"(Ey Resulüm!..) de ki:'"Ey Kâfirler!.. Ben, sizin ibâdet etmekte olduklarınıza (putlarınıza) tapmam; siz de benim ibâdet etmekte olduğuma ibâdet ediciler değilsiniz. Zâten, ben hiçbir vakit sizin tapmış olduklarınıza tapıcı olmadım; siz de (hiçbir zaman) benim ibâdet etmekte olduğum (Allah'a) ibâdet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz (bâtıl itikadınız) size, benim dinim de bana!..'"
Peygamber Efendimiz, inen bu sûreyi kendilerine okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anladılar ve bu yoldaki ümitlerini de yitirdiler!
MÜŞRİKLERİN ÜÇ SORUSU
Hz. Resûlullah'ın dâvası karşısında çaresizlikler içinde kıvranan Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden, Peygamberimiz hakkında bir şeyler öğrenmek!..
Bu maksatla Medine'ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler; sonra da, "Siz, elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk!" dediler.
Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:
"O kimseye, 'Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zâtın kıssası ne idi? 'Ruh'un mahiyeti nedir?' sorularını sorun. Eğer bu sualleri cevaplandırırsa, bilin ki o, Allah'ın peygamberidir; siz de ona tâbi olun. Yok, eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir; kendisine istediğinizi yapabilirsiniz!"280
Temsilciler, Mekke'ye dönerek durumu müşriklere anlattılar.
Müşrikler, ümit ve sevinç içinde Peygamber Efendimize koşarak, bu sorulan sordular.
Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için mühlet istedi. "Size yarın bildireyim!" dedi.
Bunu derken, o sırada "İnşallah... [Allah dilerse..]" demeyi unutmuştu. Bu sebeple, bir görüşe göre, üç, diğer bir rivayete göre ise 15 gün bu konuda hiçbir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sıkıntıdan duramaz hâle gelmişti. Hele, müşriklerin, "Muhammed bizden bir gün mühlet istedi; bunca zaman geçti, bize hâlâ bir şey bildirmiş değil!" diyerek dedikodulara başlamaları, bu sıkıntılarını daha da artırdı. Öyle ki, kimseyle konuşamaz hâle gelmişti.
Nebîyy-i Ekrem'in, bu sıkıntıları fazla sürmedi; sonunda vahiy indi. Müşriklerin sorularına şöyle cevap verildi:
"Yoksa (Ey Resulüm!..) uzun zaman mağarada uykuda kalan Kehf ve Rakîm ashabı, Bizim mucizelerimizden şaşılacak bir şey oldular mı sandın? Hatırla ki, o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle dediler: "Ey Rabbimiz!.. Bize tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde bize bir muvaffakiyet hazırla."281
Bu âyet-i kerîmelerde, müşriklerin birinci soruları cevaplandırılıyordu ve adı geçen gençlerin Ashab-ı Kehf olduğu bildiriliyordu. Sonraki âyetlerde ise Ashab-ı Kehf in maceraları anlatılıyordu.282
Müşriklerin ikinci sorularına ise, şu âyetler cevap veriyordu:
"Ey Resulüm!.. (Müşrikler, seni imtihan etmek için) bir de Zülkarneyn'den (haber) soruyorlar. Sen de ki: 'Size, onlardan bir haber anlatacağım.""283
Sûrenin devam eden âyetlerinde ise, Cenâb-ı Hakk'ın Zül-karneyn'i iktidar sahibi yaptığı, ona vasıta ihsan ettiği ve bununla batıya doğru yol aldığı, yolculuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve onları iyi işleri yapmaya davet ettiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru yol tuttuğu, burada da bir kavimle karşılaştığı ve onları da hayırlı işlerde bulunmaya çağırdığı beyan ediliyordu.284
Müşriklerin üçüncü suallerine ise, şu âyet-i kerîmeyle cevap veriliyordu:
"(Ey Resulüm!..) bir de sana ruhtan (ruhun hakikatinden) soruyorlar. De ki: 'Ruh, Rabbimin bildiği bildiği bir iştir; ve size, ilimden ancak az bir şey verilmiştir.'"285
Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap almışlardı!
Buna rağmen, Peygamber Efendimizin dâvasını doğrulayıp, ona uymaktan uzak durdular; şirkin inadı içinde hayatlarına devam ettiler.
Ancak, onların bu hak ve hakikatten yüz çevirmeleri, kendilerini felâkete sürüklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar direndikçe, îman ve Kur'ân dâvası daha bir haşmet ve azametle gönüller üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.
Cenâb-ı Hakk, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı sûrede şöyle îkaz ediyordu:
"Hiçbir şey hakkında 'inşallah...' demeden 'Ben bunu herhalde yarın yaparım.' deme! Unuttuğun zaman Rabbini an, 'İnşallah...' de, 'Umulur ki Rabbim, beni daha yakın bir hayra ve muvaffakiyete erdirir.' de!"286
Peygamber Efendimiz, bu îkazdan sonra, yapacağı bir şey hakkında "İnşallah..." demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.

261 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 283284; ibni Kesir, Sîre, c. 1, s. 473.
262 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; ibni Kesir,A.g.e., c. 1, s. 473.
263 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; İbni Kesir, A.g.e.,c. 1, s. 474.
264 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, 284; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 220.
265 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 285; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 220; İbni Kesir,A.g.e., c. 1, s. 474.
266 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 285; Taberî, Tarih, c. 2, s. 220; İbni Kesir, Sîre, c. 2, s. 475.
267 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 285; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 202; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 220; ibni Kesir, A.g.e., c. 1, s. 475.
268 ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 295.
269 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 288289; Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 512513.
270 Müddessir, 1926.
271 Tur, 29.
276 Ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 313-314; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
277 Mâide, 67.
278 ibn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 35-36.
279 Ibn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 368; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225-226.
280 ibn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 321-322.
281 Kehf, 9-10.
282 Kehf, 9-26.
283 Kehf, 83.
284 Kehf, 84-98.
285 Isrâ, 85.
286 Kehf, 23-24.



Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in İslam'a Girmeleri
HZ. HAMZA, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
(Bi 'setin 6. senesi)
İslâm ve îman sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalblere manevî serinlik veren bu îmanî havanın teessüsü, müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve plânların hiçbiri, coşkun akan bu îman şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıvranıp duruyorlardı.
Kahraman Hz. Hamza'nın saadet dairesine dâhil olmasıyla, manevî sancıları kat kat artmış oldu.
Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin, haksızlığa asla tahammülü olmayan bir kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.
İlâhî hidâyetin tecellîsi bu!.. Kimin nerede ve nasıl îman nîmetine kavuşacağı belli olmaz. Hz. Hamza da, beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.
Bir gün, çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safa Tepesinden Kabe'ye doğru giderken karşısına Abdullah b. Cuda'nın âzadlık cariyesi çıktı ve, "Ey Umare'nin babası!.." dedi, "Kardeşimin oğlu Muhammed'e, Ebû'lHakem b. Hişam [Ebû Cehil] ile arkadaşları tarafından yapılanları görmüş olsaydın asla dayanamazdın!"
Hz. Hamza, heybetli bakışlarını cariyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra, "Ebû'lHâkem b. Hişam, ona ne yaptı?" diye sordu.
"Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti; sonra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi!"
Hz. Hamza, "Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?" dedi.
Câriye, "Evet, gördüm!" diye cevap verdi.
Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleri ile, doğruca, Kabe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil'in başına, hiçbir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fena hâlde yardı. Sonra da, "Sen misin ona sövüp sayan?.. İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediğini söylüyorum! Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap, göreyim!" diye konuştu.
Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti. "Ama o bizi akılsız saydı!" dedi, "Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu."
Hz. Hamza'dan kararlı ve sert bir cevap geldi: "Siz ki, Allah'tan başkasına İlâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed, Allah'ın Resulüdür!"275
Hz. Hamza'nın bu kararlılığı karşısında, ne Ebû Cehil, ne de etrafındaki lerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hattâ, Ebû Cehil, "Doğrusu ben, kardeşinin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım; buna müstahak oldum." diyerek suçluluğunu da itiraf etti.
Seytan'ın Vesvesesi
Ânî ve beklenmedik bir kararla saadet dairesine dâhil olan Hz. Hamza, evine dönünce, zihninde Şeytan'ın birtakım vesvese ve şüpheleriyle karşı karşıya kaldı: "Sen Kureyş'in hatırı sayılır birisi idin. Şu, dininden dönen Muhammed'e uydun. Hiç de iyi etmedin!"
Kalb ve zihninin, Şeytan'ın bu tarz telkinlerine mâruz kaldığını hisseden Hz. Hamza, doğruca Kabe'ye vardı ve, "Allah'ım!.. Bu tuttuğum yol doğru ise, kalbime de onu tasdik ettir; bana bu hususta bir çıkar yol göster!" diye dua etti.
Aradan bir gün geçtikten sonra, Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı.
Resûli Ekrem, kendilerine va'z ve nasihatte bulundu.
Kalbi îman ve itminan bulun Hz. Hamza, Peygamber Efendimize, "Senin doğruluğuna şehâdet ederim, ey kardeşimin oğlu!.. Artık dinini bana açıkla." dedi.
Hz. Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı, Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûli Ekrem'e pervasızca reva gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terketmek zorunda kaldılar!
KIRKINCI MÜSLÜMAN: HZ. ÖMER
(Bi'setin 6. senesi Zilhicce ayı / Milâdî 616)
Emsalsiz kahramanlardan biri olan Hz. Hamza'nın Müslümanlar safına katılması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan'a hicretleri, Kureyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedirginlik ve endişe hâkim bulunuyordu.
Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi:
"Mutlaka, şu Ebû Tâlib'in yetimi Muhammed'in işi, bir an önce halledilmelidir!"
Bu konuyu görüşmek üzere, Dârû'nNedve'de toplanan Kureyş'in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil'in teklifi kabul edildi: "Muhammed'in vücudu ortadan kaldırılacaktır!"
Bu korkunç cinayeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Haşîm Oğullarının böyle bir hâl vukuunda kan dâvası gütmeleri de söz konusu idi.
Bu iş için bazıları büyük vaadlerde de bulunuyordu. Meselâ, Ebû Cehil, "Muhammed'i öldürecek kimseye, benden 100 kızıl ve siyah deve, şu kadar altın, şu kadar gümüş v.s." diyordu.
Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun eğmez, gözünü daldan budaktan sakınmaz, gözüpek biri... Ortaya atıldı. "Bunu ben yaparım!" dedi.
Bir anda bütün gözler, ortaya atılan bu cesur adamın üzerine çevrildi. Baktılar, Hattab Oğlu Ömer'di bu... Ömer'in bu işi yapabileceğinden emin olan Kureyşliler, hep bir ağızdan, "Evet, bunu ancak sen yapabilirsin! Görelim seni!.." dediler.
Ömer, artık hedefini tesbit etmişti: Doğruca "Dârû'1Erkam"a giderek, orada Peygamber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.
Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli bakışlar savurduktan sonra, doğruca Kabe'ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, düşmanlık dolu sert adımlarla Safa Tepesinin yolunu tutup, Dârû'l Erkam'a doğru yollandı.
Gidişinde bir mânâ vardı; bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yolda, Müslüman olmuş, fakat îmanını gizleyen akrabasından Nuaym b. Abdullah Hazretlerine rastladı. Hz. Nuaym, Ömer'in bu değişik tavrı karşısında sormadan edemedi: "Nereye gidiyorsun ey Ömer?.."
"Şu, dinini bırakan, Kureyş'in arasına ayrılık düşüren Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!" cevabında bulunarak, maksadını gizlemeye bile lüzum görmedi.
Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hz. Nuaym, onu bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve, "Vallahi, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed'in ashabı, onun başı ucundan bir an dahi olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki, bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki, Abdi Menaf Oğulları, senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsaade eder?" diye konuştu.
Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer, "Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?.." diye sordu.
Fakat, beklenmedik bir cevapla karşılaştı: "Yâ Ömer!.. Sen beni bırak, önce ev halkına, aile etrafında dön. Enişten ve amca oğlun Sid b. Zeud ile eşi, kız kardeşin Fâtıma, Müslüman olup, Muhammed'in dinine tâbi olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!"
Ömer'de bir şaşkınlık, bir tereddüt... Duyduklarına önce inanmak istemedi; hattâ, araştırma ihtiyacını bile duymaz görünerek yoluna devam etti. Ancak, içine düşen şüpheyi yenemedi ve yarı yolda fikrini değiştirerek kız kardeşinin evine doğru döndü.
Bu sırada, fedakâr sahabî Habbab b. Eret, Hz. Said ile ailesi Hz. Fâtıma'ya, yeni nazil olan Tâha Sûresini okumakta idi.
Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli bir iki defa çaldı. Açılmadığını görünce, omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.
Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış ve Kur'ân sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz. Habbab da bir köşeye saklanıvermişti.
Ömer, öfke dolu sesiyle, "Okuduğunuz ne idi?" diye sordu.
Eniştesi telâş ve heyecan dolu ifadelerle, "Bir şey yok; sâdece sâdece aramızda konuşuyorduk." cevabını verince, Ömer'in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Masum masum duran eniştesinin yakasına yapıştı ve, "Demek, duyduklarım doğru imiş! Siz de Muhammed'in dinine girdiniz, öyle mi?" diyerek onu yere çarptı. Hz. Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu. Müslümanlığını gizlemenin artık bir mânâ ifade etmeyeceğini anlayan Hz. Fâtıma, ayağa kalktı ve, "Elinden geleni yap ey Ömer!.. Ben ve kocam artık Müslümanız; Allah ve Resulüne îman ettik!" diye haykırdı. Bu sözlerini, getirdiği "Kelimei Şehâdet" takib etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı.
Manzara ibretli ve içler acısı idi. Bir insan, kız kardeşini "Rabbim Allah." dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu hâline rağmen dâvasını haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalb yumuşamaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?
Ömer, şaşırdı birden!.. Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta durmadı ve yere oturdu. Derin derin düşündükten sonra, "Hele getirin şu okuduklarınızı; getirin de, Muhammed'e gelen şey ne imiş, göreyim!" dedi.
Hz. Fâtıma, önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübarek Kur'ân sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, "Korkmayın." diyerek, onun bu endişesini yok etti.
Kur'ân sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Hâlbuki Ömer, henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da manen temiz sayılmıyordu.
Bunun için Hz. Fâtıma, "Kardeşim!.." dedi, "Sen, Allah'a şerik koşulan bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Hâlbuki, O'na ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk, önce bir yıkan!"
Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden Kur'ân sahifesini hürmetle alıp ona verdi.
Hz. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından okumaya başladı:
"Tâha!.. (Ey Resulüm!..) Biz, sana Kur'ân'ı eziyet çekesin diye indirmedik. Ancak, Allah'tan korkan kimseye bir öğüt için... Arzı ve yüce gökleri yaratandan, yavaş yavaş bir indirişle onu (Kur'ân'ı) indirdik."287
Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu. Kur'ân'in ebedî ve edebî belagatı karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamber Efendimizin vücudun ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi! Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden... Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık
saçıyordu; yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Sûrenin, LH ^Jl
aÜI "Gerçekten Ben, Allah'ım; Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl!"288 âyetini okuyunca haykırdı: "Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!"
Bu ifadeler, Ömer'in kalbinin hidâyet nuruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi.
Hz. Ömer'in bu sözlerini işiten Kur'ân hocası Hz. Habbab, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve, "Müjde ey Ömer!.." dedi, "Dilerim ki, Resûlullah'ın yaptığı dua, senin hakkında gerçekleşsin! Dün gece o, 'Allah'ım, İslâmiyeti ya Ebû'lHakem b. Hişam'la [Ebû Cehil] ya da Ömer b. Hattab'la kuvvetlendir.' diyerek dua etmişti!"
Ömer b. Hattab ve Ebû'lHakem Amr b. Hişam, yâni Ebû Cehil... Biri Serveri Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslâm dâvasının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer!..
Artık, Ömer'in Resûlullah ve İslâmiyet aleyhindeki düşünceleri tamamıyla aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahri Âlem Efendimizin huzuruna varıp, hidâyet nuruyla kucaklaşmak istiyordu. Hemen, "Resûlullah şimdi nerededir?" diye sordu.
Resûli Ekrem Efendimizin, ashabından bazılarıyla Safa Tepesi eteğindeki Dârû'lErkam'da bulunduğunu öğrenince, Hz. Habbab'la derhâl yola koyuldu.
Gözcü, Ömer'in silâh belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyecan havası sardı. Sâdece biri müstesna: Hz. Hamza... Bu büyük İslâm kahramanı, elini kılıcının kabzasına atarak, "Bırakın, gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız; eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallediriz!" diye konuştu.
Manzarayı seyreden Fahri Alem'in yüzünde tebessümler belirdi. Ömer'in gönlünün hidâyet nuruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiçbir telâşa ve endişeye kapılmadan, oturduğu yerden, "Telâş edilecek bir şey yok, bırakın gelsin! Eğer Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir." diye emir buyurdu.
Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görünüşü ve silâhı ile içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikati aramanın aydınlığı içindeydi. Resûli Ekrem'le bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin manevî heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebîyyi Ekrem'in nurânî bakışları, kalb ve ruhunu tesiri altına almış, âdeta avuçlamıştı.
Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra, Resûli Ekrem Efendimiz, sessizliği, heyecan ve telâş havasını, "Neye geldin ey Hattab'm oğlu Ömer?.." sorusuyla dağıttı; sonra da elini uzatıp, kılıcının bağından tuttu ve, "Allah'ım, bu, Hattab Oğlu Ömer'dir. Allah'ım, İslâm dinini Hattab Oğlu Ömer'le kuvvetlendir!" diye dua etti.
Hz. Ömer, ruhunu hidâyet güneşinin cazibesine kaptırmıştı artık... Resûlullah Efendimizin sorusuna, "Allah ve Resulüne ve O'nun Allah'tan getirdiklerine îman etmek için geldim."diye cevap verdi ve arkasından da, Müslüman oldu.
Nebîyyi Ekrem Efendimiz ile Ashabı Kiram'in sevinçleri son haddine varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: "Allahü ekber, Allahü ekber!"
Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri, ufukları çınlattı, oradan göklere doğru nurânî dalgalar hâlinde yükseldi!
Artık Hz. Ömer, Müslümandı; kırkıncı Müslüman... Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslâm dini uğrunda kullanacaktı. Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Serveri Kâinat'ın vücudunu ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine îmanın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hz. Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşin fıtrat, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli "Âdil Ömer" unvanıyla geçecektir.
SAF HÂLİNDE MESCİDİ HARAM'A GİDİŞ
Cesaretin gerçek kaynağı olan îmanı kalbine yerleştiren Hz. Ömer, artık yerinde duramaz olmuştu. Resûli Ekrem'e, "Yâ Resûlallah!.. Biz ölsek de yaşasak da hak din üzere değil miyiz?" diye sordu. Resüli Zîşan, "Evet, varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz kalsanız da, ölseniz de hak din üzeresiniz." diye cevap verince, "Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?" dedi, "Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslâmiyeti açıklayacağım!"
Bunun üzerine Resûlii Kibriya Efendimiz önde, sağında Hz. Ömer, solunda Hz. Hamza, diğer sahabîler arkalarında Dârû'lErkâm'dan çıkarak Kabe'ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescidi Haram'a girdiler.
Hz. Resûlullah'ın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hz. Ömer'e, bir Hz. Hamza'ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, "Ey Ömer!.. Arkanda ne var, neyle geldin?" diye sordular.
Hz. Ömer, "Lâ ilahe İllallah, Muhammedü'rResûlullah ile geldim." dedi ve ilâve etti: "Kimse yerinden kımıldamasın; yoksa boynunu vururum!"
Müşriklerin sesi sedası kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.
Resûli Kibriya Efendimiz, serbestçe Kabe'yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.
Hz. Ömer der ki:
"İşte, o zaman Allah Resulü, 'Hak ile bâtıl olanın arasını ayırdı.' diye bana 'Faruk' adını taktı."290
Önce Hz. Hamza'nın, arkasından Hz. Ömer'in Müslüman olması, İslâm'ın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibâdetlerini şerbetçe îfa etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bilhassa Hz. Ömer'in mü'minler safında yer almasının, İslâm tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashabtan Abdullah b. Mes'ud Hazretleri, "Ömer'in Müslüman olması, İslâmiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine'ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu. Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kabe avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk."291 diyerek ifade etmiştir.

275 ibni Hişam, Sîre, c. 1. s. 311; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 912; İbni Abdi'lBerr, ellstiab, c. 1,s. 270.
287 Tâha, 14.
288Tâha, 14.
289 Ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 366371; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 267269; Süheylî, Ravdû'lÜnf, c. 1, s. 216219.
290 İbni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 270.
291 ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 270; Süheylî, Ravdû'lÜnf. c. 1. s. 219.



Habeşistan'a Hicret
(Bi 'setin 5. senesi Receb ayı / Milâdî 615)
Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini artıran eziyet, hakaret ve işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir hâline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dinî ibâdetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkânını ellerinden almıştı!
Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Resûli Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara, "Siz, bari yeryüzüne dağılın! Allah Teâla sizi yine bir araya getirir." dedi.
Sahabîler, "Yâ Resûlallah! Nereye gidelim?" diye sorunca da, eliyle Habeşistan'ın bulunduğu tarafı işaret ederek, "Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur! Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki, Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur." buyurdu.
Resûli Kibriya'nın bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10'u erkek 5'i kadın 15 kişilik bir Müslüman kafilesi, "dinlerini ve inançlarını korumak" mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve babalarını, akraba ve komşularını terkederek, yabancı bir diyara doğru gizlece yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan'a varan ve Habeş Necâşîsi tarafından gayet müsbet karşılanan, İslâm'da ilk hicret kafilesini şu zâtlar teşkil ediyordu:
Hz. Osman ve hanımı Hz. Rukiyye, Zübeyr b. Avvam,
Ebû Huzeyfe b. Utbe ve hanımı Sehle,
Mus'ab b. Umeyr,
Abdurrahmân b. Avf,
Ebû Seleme ve ailesi Ümmü Seleme,
Osman b. Maz'un (kafile reisi),
Amir b. Rabia ve ailesi Leylâ,
Süheyl b. Beydâ,
Ebû Sebre b. Ebî Rühm ve hanımı Ümmü Külsüm.272
Hz. Osman, zevcesi Hz. Rukiyye'yi yanına alıp herkesten önce yola çıkmıştı. Bunu haber alan Efendimiz, "Lût Peygamber'den sonra ailesini yanına alıp Allah yolunda hicret eden ilk insan, Osman'dır."273 buyurdu.
Nebîyyi Ekrem Efendimizin Habeşistan'ı tercih edişi, birkaç sebebe dayanıyordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yerdi. Zîra, bu ülkeyle eskiden beri ticarî münâsebetleri vardı. Habeş Necâşîsinin âdil bir hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necâşî, elbette bu mazlum zümreye haksızlık etmeyecekti. Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının Ehli Kitap oluşları, Hıristiyan dinine mensup bulunmaları olarak zikredilebilir. Ehli Kitap oluşları sebebiyle, şüphesiz, Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehli İslâm'a karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!
Nitekim, Mekke'yi sessiz sedasız terkeden adı geçen sahabîler, Habeş Necâşîsi ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya yerleştikten sonra da, ibâdetlerini îfa, dinî inançlarını yaşama hususunda herhangi bir engel ve zorluk ile karşılaşmadılar. Bu hususu, bizzat hicret eden Müslümanlar, "Biz burada hayırlı bir komşuluk, dinimize dokunulmazlık gördük. İnciltilmedik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık. Huzur içinde Rabbimize ibâdet ettik."274 diyerek ifade etmişlerdir.
Gerçekten, Resûli Ekrem Efendimiz tarafından bir başka ülkenin değil de, Habeşistan'ın hicret ülkesi olarak seçilişi, dikkat çekicidir. Bir müşrik ve putperest ile bir Müslümanın hiçbir zaman ruhen kaynaşması mümkün değildir; ama ikisi de Ehli Kitap olan bir Müslüman ile bir Hıristiyanın—hiç olmazsa "İnanç" noktasında bazı müşterekleri bulunduğundan— anlaşmaları mümkün olabilir. Nitekim, Habeşistan halkının Müslümanlara karşı nâzik tavrı ve dinî vazifelerini yerine getirmede gayet müsamahalı davranmaları, bu gerçeği doğrular!
Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hâdisesi, çok daha mühim bazı müsbet neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede, İslâmiyet, etraftan da duyuldu. Hicret hâdisesinin arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır ki, müşrikler, göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan'a sığınmalarından endişe duydular ve telâşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.
İKİNCİ MÜSLÜMAN KAFİLESİ HABEŞİSTAN'A HİCRET EDİYOR!
(Bi'setin 7. senesi/Milâdî616)
Habeşistan'a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibâdetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde îfa edebilme imkânına kavuşmuşlardı.
Bu durumu haber alan Resûli Ekrem Efendimiz, Mekke'de kalan Müslümanlara da Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.
Resûli Ekrem'in amcası Ebû Tâlib'in oğlu Hz. Cafer'in başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabalıktı. Onu kadın 92 kişilik bu topluluk da sağ salim, sırf dinlerini emniyet altına almak, ibâdetlerini huzuru kalb ile îfa edebilmek gayesiyle Mekke'den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.
Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Mekke'den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye devam etti. Cenâbı Hakk'ın hıfz ve inayeti altında kutsî ve ulvî hizmetini sürdürdü.292
KUREYŞÜLER, MUHACİRLERİN PEŞİNDE!
Kureyş müşrikleri, Müslümanların ard arda Habeş ülkesine hicret etmelerinden telâşa kapıldılar! Gurbet diyarında da garib Müslümanların peşini bırakmak niyetinde değillerdi. İslâmiyetin bu gibi ülkelerde de yayılması ve artık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet hâline gelmesi endişesini taşıyorlardı. Zîra, Müslümanlar, Habeş Hükümdarından himaye gördükleri takdirde Arabistan'ın İslâm sinesine koşması daha da kolaylaşabilirdi! Böylece, İslâm'ın önüne çekmek istedikleri sedleri de yerle bir olacaktı!
Bu duruma tahammül edemeyen Kureyşli müşrikler aralarında konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş Hükümdarından geri istemeye karar verdiler.293
Elçi olarak Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rabia'yı vazifelendirdiler. Plânları şu idi:
Başta Necâşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin hepsine kıymetli hediyeler götürülecek. Önce hükümet adamlarına hediyeleri verilecek ve arzuları arzedilecek. Sonra da hükümdara hediyesi takdim edilecek.
Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi:
Devlet erkânının kendilerini desteklemeleri, Habeş Necâşîsinin mülteci Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden arzularını yerine getirmelerini kolayca sağlamaları.
Habeş ülkesine varan elçiler, aynı plânı tatbik ettiler.
Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece arzettiler:
"Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda hükümdarınıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere kavmimiz tarafından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: 'Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler.'"
Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.
Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile getirdiler:
"Ey Hükümdar!.. Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan bu adamlar, şimdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta îkaz etmeye geldik. Bunlar Meyrem oğlu İsa'yı ilâh tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize iade et, biz onların hakkından geliriz."294
Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifade ediyorlardı. Hükümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da kendisini kazanmak istiyor ve "Onlar, Meryem oğlu İsa'yı ilâh olarak tanımazlar." diyerek mülteci Müslümanlar hakkında hiddete gelmesini istiyorlardı.
Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler. "Ey Hükümdar!.." dediler, "Bunlar doğru söylüyorlar. Elbette onları başkalarından daha iyi bilir ve tanırlar; hangi kusurlarının olduğunu da daha iyi görürler. Onları kendilerine teslim edelim! Yurtlarına, kavimlerine geri götürsünler."
Elçiler, isteklerine "evet" denileceğini ümitle beklerken, Necâşî hiddetli hiddetli, "Vallahi, hayır." dedi, "Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem! Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman kararımı vermem! Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş bunun aksi olursa, kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim."29S
Daha sonra Necâşî, Müslümanların yanına gelmesi için dâvetçi gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Cafer'i kendilerine temsilci seçtiler ve hep beraber saraya gittiler.
İçeride Kureyş elçileriyle birlikte Necâşînin çağırttığı râhibler de vardı.
Hz. Cafer, Necâşî'nin huzuruna girince, selâm verdi, fakat secde etmedi.
Saray adamları, Hz. Cafer'e, "Sen ne diye hükümdara secde etmedin?" diye sorunca şu cevabı verdi:
"Biz ancak Allah'a secde ederiz!" Tekrar, "Niçin?" diye sordular.
"Çünkü," dedi, "Allah bize resulünü gönderdi. O da Allah'tan başkasına secde etmemizi men'etti."
Bunun üzerine elçiler, "Ey Hükümdar!.. Biz, bunların hâlini sana bildirmemiş miydik?" dediler.
Necâşî, Müslümanlara, "Siz ülkeme niçin geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir istediğiniz de yok. O hâlde, bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana söyleyiniz: Ne diye, memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdikleri gibi selâm vermiyorsunuz?" diye sordu.
Hz. Cafer, bu soruları cevaplandırmaya geçmeden, "Ey Hükümdar!.." dedi, "Ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söylersem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın! İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden) sâdece biri konuşsun, öbürü sussun!"
Elçilerden Amr b. As, konuşacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Cafer, Necâşîye hitaben, "Söyle şu adama:" dedi, "Biz, tutulup efendilerimize iade edilecek köleler miyiz?"
Necâşî, "Ey Amr!.." dedi, "Onlar köle midirler?" Amr, "Hayır..." dedi, "Onlar şerefli ve hürdürler!"
Bu sefer Hz. Cafer, Necâşîye, "Sor şu adama:" dedi, "Biz, haksız yere birinin kanını mı döktük ki kanı dökülenlere geri verileceğiz?"
Necâşî, "Ey Amr!.." dedi, "Bunlar haksız yere har hangi birinizin kanını mı döktüler?"
Amr, "Hayır..." dedi, "Onlar, bir damla kan bile dökmediler."
"Hz. Cafer, yine Necâşîye, "Sor şu adama:" dedi, "Halkın mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz mallar mı var?"
Necâşî, "Ey Amr!.." dedi, "Eğer şu adamcağızların, ödeyecekleri bir kantar altın borçlan varsa, onu ben ödeyeceğim."
Amr, "Hayır!.." dedi, "Onların bir kırat borçları bile yok!"
Bunun üzerine Necâşî, "O hâlde, siz bu adamlardan ne istiyorsunuz?" dedi.
Amr, "Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi bıraktılar. Muhammed'e ve dinine tâbi oldular!" diye cevap verdi.
Bu sefer, Necâşî, Hz. Cafer'e döndü ve, "Siz sâlik bulunduğunuz şeyi ne diye bırakıp başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden ayrıldığınıza, ne benim dinimde ne de şu milletlerden herhangi birisinin dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?" diye sordu.
Hz. Cafer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını düşünerek, "Ey Hükümdar!.." dedi, "Biz Câhiliyyet üzere olan bir millet idik. Putlara tapar, İaşeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zaîfleri ezerdik. Bizler bu hâl üzere iken, Allah, içimizden birini bize peygaber gönderdi. Nesebini, asaletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir peygamber!.. O, bizi Allah'ın varlık ve birliğine inanmaya, O'na ibâdete bizim ve atalarımızın Allah'tan başka tapınageldiğimiz putları ve taşları terketmeye davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi menetti. Biz de ona îman ettik ve dâvasını tasdik ettik. Onun Allah'tan getirip bildirdiği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah'a ibâdetten alıkoyup putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Biz de bütün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terkederek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit etmekteyiz."296
Hz. Cafer, hükümdarın selâm verme ve secde etmeme hususundaki sorusuna da şöyle cevap verdi:
"Selâm verme meselesine gelince... Biz, seni, Resûlullah'ın selâmıyla selâmladık. Biz birbirimizi hep böyle selâmlarız. Cennet'e gireceklerin selamlaşmalarının da bu şekilde olacağını Peygamberimizden öğrendik. Bu yüzden seni böyle selâmladık. Secde etme hususuna gelince... Biz, Allah'tan başkasına secde etmekten yine Allah'a sığınırız!"297
Hz. Cafer'in bu sözleri, Necâşînin üzerinde derin tesir icra etti. Müşrikler ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.
Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Cafer'e, "Yanında bu bahsettiklerinden bir şey var mı?" diye sordu.
Hz. Cafer, "Evet, var." dedi ve Meryem Sûresinin baş taraflarını okudu: "Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd... Bu, sana okuyacağımız âyetler, Rabbinin, kulu Zekeriyya'ya olan rahmetini bir zikirdir. O, Rabbine gizli yalvardığı zaman, şöyle demişti: 'Ey Rabbim!.. Doğrusu ben (öyle bir kimseyim ki), kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu. Sana dua emekle ey Rabbirn, hiçbir zaman mahrum olmadım."298
Sonraki âyetlerde, Hz. Meryem'in İsa'ya (a.s.) nasıl hâmile kaldığı, Hz. İsa'nın dünyaya nasıl geldiği, bir mucize olarak beşikte nasıl konuştuğu ve sonra da Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği anlatılıyordu.
Okunan âyetler, Neeâşînin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak kadar tesir etti; hattâ, akan yaşlar sakalını bile ıslattı. Hazır bulunan râhibler de gözyaşlarını tutamadılar.
Kur'ânı Kerîm'in manevî cazibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin olduktan sonra Necâşî, "Vallahi," dedi, "bu, aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musa da, İsa da onunla gelmişti!"2"
Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, "Vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünürüm!"100 dedi.
Necâşînin bu beklenmedik kararı karşısında, elçilerin, boyunlarını bükerek sarayı terketmelerinden başka çâreleri kalmadı.
Buna rağmen elçiler, bilhassa Arablann siyaset dâhisi kabul ettikleri Amr b. As, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya karar verdi.Ertesi gün tekrar Necâşînin huzuruna çıkarak, Müslümanların Hz. İsa hakkında çok garib şeyler söylediklerini anlattı.
Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hz. Cafer'e, "Hz. İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu.
Hz. Cafer şu cevabı verdi:
"Biz, Hz. İsa hakkında, Peygamberimizin bize Allah'tan getirip bildirdiğini söyleriz: 'O, Allah'ın kulu, Resulü ve Allah'ın (şâir ruhlar gibi yarattığı ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Meryem'e ilka edilmiş olan Allah'ın bir kelimesidir (Yâni, Cenâbı Hakk'ın [Kün] emriyle babasız dünyaya gelmiştir).' Meryem oğlu İsa'nın hâli ve sânı bundan ibarettir."301
Müslümanların Hz. İsa hakkındaki bu kanaatleri Necâşîyi oldukça sevindirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çizgi çizerek, "Bizimle sizin aranızda bu hususta şu çizgi kadarcık bir fark var. Zâten biz de, onu, sizin söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz." dedi.302
Elçiler, Necâşînin himayeden vazgeçmesini beklerken bu himayesini daha da güçlendirdiğini görünce, bir kere daha hayâl kırıklığına uğradılar!
Necâşî, Müslümanlara da, "Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim ki, o, Allah'ın Resulüdür. Zâten biz, onun vasıflarını kitabımız olan İncil'de okumuştuk. O peygamberi, Meryem oğlu İsa da insanlığa müjdelemişti. Allah'a yemin olsun ki, eğer o, ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım!"303 dedi.Hak ve hakikati görüp idrak eden Necâşî, Peygamberimizin risâletini tasdik eden sözlerinden sonra, bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifade etti:
"Gidiniz; ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helak olur! (Bu sözlerini üç kere tekrarladı.) Ben sizden herhangi birinizi üzüp de bir dağ kadar altına sahip olacağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem!"304
Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisin geri Mekke'ye dönmekten başka bir şey kalmamıştı. Hattâ, Necâşî, kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iade etti.
Bu haberi duyan Kureyş müşrikleri, büyük bir sarsıntı geçirdiler. Korktukları, başlarına gelmiş sayılırdı!
Habeşistan'a hicret eden Müslümanlar, her ne kadar müşriklerin eziyet ve hakaretlerinden kurtulmuşlar ve dinî vazifelerini rahatlıkla yerine getirme imkânını elde etmişlerse de doğup büyüdükleri ana baba vatanından uzakta gurbet hayatı yaşıyorlardı. Bu durum haliyle kendilerini üzüyordu.
Son kafilenin hicretinden üç ay gibi kısa bir zaman sonra, Kureyş ileri gelenlerinden birkaçının Müslüman olduğu yolunda haberler aldılar. İleri gelenlerinin Müslüman olması demek, müşriklerin toptan İslâm'a teslim olması demekti.
Bu haberler üzerine, "Mekke'nin artık kendileri için bir eziyet ve hakaret diyarı olmaktan çıkmış bulunduğu" zannıyla altısı kadın 39 kişilik bir kafile, anayurtlarına dönmek üzere yola çıktılar. Ancak, Mekke'ye yaklaştıklarında bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Ne var ki artık geri dönmek bir hayli zordu.
Mekke'ye girebilmek içinse, ya müşrik olan akraba ve dostlarının himayesine sığınmaları veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu. Şehre serbestçe girmeye kalkmaları, kendilerini düşmanın insafsız ellerine teslim etmek olurdu. Bu bakımdan, muvakkat da olsa bir kısmı müşrik akraba ve dostlarının himayesine sığınmayı tercih ettiler; bir kısmı ise, himayeye lüzum görmeden, gizlice şehre girdiler.
Bu arada, Habeş ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar, Müslümanların Medine'ye hicretlerine kadar orada kaldılar. Sonra bir kısmı Hicret'in hemen akabinde Medine'ye gelip Müslümanlara katıldılar; bir kısmı ise, uzun müddet Habeşistan'da ikamet ettiler.
Mekke'ye yerleşenler, Medine'ye hicrete kadar buradan ayrılmadılar. Müşriklerin her türlü eziyet ve işkencelerine imanlı göğüslerini siper ederek îmanküfür mücadelesinde azimle sebat ettiler.305

272 Ibni Hişam, Sîre, c. 1. s. 344345; Ibni Sa'd, Tabakat. c. 1, s. 203204;Taberî, Tarih, c. 2. s. 222.
273 İbni Sa'd, A.g.e., c. 1. s. 203.
274 ibni Sa'd, A.g.e., c. 1, s. 204; Taberî, A.g.e., c. 2, s. 222.
292 Ibni Hîşam, Sîre, c. 1, s. 345346; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 207; Taberî, Tarih, c. 2, s. 222.
296 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 359360; ibni Kesir, Sîre, c. 2, s. 2021.
297 ibni Kesir, A.g.e., c. 2, s. 19.
298 Meryem, 14.
299 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 360; Ibni Kesir, Sîre, c. 2, s. 21.
300 İbni Hişam, A.g.e., c. 1, 360; ibni Kesir, A.g.e., c. 2, s. 21.
301 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 261.
302 Ibni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 261.
303 Isfahanî, Delâil, s. 207; İnsanû'lUyûn, c. 1, s. 341.
304 Ibni Kesir, A.g.e., c. 2, s. 22.
305 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 3; Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 207.



Şakkı Kamer Mucizesi
ŞAKKI KAMER MUCİZESİ
Kureyşli müşrikler, Resûli Ekrem Efendimizin dâvasını tasdik eden birçok mucizeye şâhid oldukları hâlde, yine de inat ve inkârlarından vazgeçip ona sadâkat ellerini uzatmıyorlardı. Gördükleri her mucizeye bir kulp takarak nazarlarda küçük ve basit bir hâdiseymiş gibi göstermek isteyerek, hem kendilerini, hem de halkı aldatma yoluna gidiyorlardı. Zaman zaman da akıllarınca Resûli Ekrem'i güç durumda bırakmak niyetiyle kendilerince meydana gelmesini mümkün görmedikleri isteklerde bulunuyorlardı. "Eğer, gerçekten Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, şunu şunu yap, şunu şunu göster de görelim!" diyorlardı.
Bu istelerde bulunurken maksatları îman etmek değildi; bilâkis, Kâinatın Efendisini güç durumda bırakmaktı. Fakat, Cenâbı Hakk, müşriklere karşı Sevgili Resulünü hiçbir zaman güç durumda bırakmıyor ve hiçbir zaman muavenet ve muhafazasını üzerinden eksik etmiyordu!
Yine bir gün, ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid b. Muğire gibilerin de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimize gelerek, "Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, bize Ay'ı ikiye ayır; öyle ki, yarısı Ebû Kubeys Dağı, diğer yarısı Kuaykıan Dağı üzerinde görülsün!" dediler.
Resûli Ekrem Efendimiz, "Şayet bunu yaparsam îman eder misiniz?" diye sordu.
Onlar, "Evet, îman ederiz." dediler.
Dâvasında haklı ve doğıru olduğunu göstermek için mucizeyi istemek, peygamberin vazifesidir; istenilen mucizeyi yaratan ise Cenâbı Hakk'tır.
Ay'ın bedir hâliydi; yâni en güzel göründüğü 14. gecesiydi.
Kâinatın Efendisi, Allah'ın emir ve iradesi dairesinde hareket eden Ay'a şehâdet parmağıyla işaret etti.
Bu işareti Nebevî kâfi geldi ve Ay ikiye ayrıldı; öyle ki, yarısı müşriklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys Dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan Dağı üstünde iki parça hâlinde göründü!
Resûli Kibriya Efendimiz, orada bulunan halka, "Şâhid olunuz! Şâhid olunuz!"306 diye seslendi.
Bu apaçık mucize karşısında da müşrikler, inat ve inkârlarından vazgeçmediler; üstelik, "Bu da Ebû Kebşe'nin oğlunun bir sihridir."307 diyerek asılsız bir te'vilde bulunup kendi kendilerini aldatma ve teselli etme yoluna saptılar. Gözleri önünde cereyan eden hâdiseyi elbette inkâr edemezlerdi. İnkâr edemedikleri için de, çıkar yol olarak "Sihirdir." demek zorunda kalıyorlardı!
Etraftan Gelenlerin Aynı Hâdiseyi Haber Vermeleri
Sırf Resûli Ekrem Efendimizin dâvasını tasdik etmemek için bu apaçık mucizeye "Sihirdir." diyen müşrikler, aralarında şöyle konuşmadan da edemediler:
"Şayet Muhammed büyü yaptıysa, bu büyüsü bütün yeryüzünü kaplayamaz ya!.. Etraftan gelecek olan yolculara soralım; bakalım onlar da gördüklerimizi görmüşler mi?"308
Etraftan gelen yolculara sordular. Onlar da, aynısını gördüklerini itiraf ettiler.
Bütün bunlara rağmen, ruhen ve kalben tefessüh etmiş, şirkle gönüllerini kirletmiş müşrikler, "îman ederziz." va'dinde bulundukları hâlde, inanmadılar, ebedî sâadetin kaynağına koşmadılar; üstelik, arkasından da şöyle dediler:
"Yetimi Ebû Tâlib'in sihri semâya da tesir etti!"309
Müşriklerin, Peygamber Efendimizin bu parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Cenâbı Hakk, inzal buyurduğu şu âyeti kerîmelerle hâdisenin vuku bulduğunu bildirip, onlarınsa îmansızlıkta, yalanda diretip durduklarını beyan etti:
"Kıyamet yaklaştı. Kamer [Ay] ikiye bölündü. Hâlâ bir mucize görseler, yüz çevirip şöyle derler:
'"Bu, devam edegelen bir sihirdir!'
"Kıyameti ve mucizeyi inkâr ettiler, nevalarına uydular. Hâlbuki, (Allah'ın va'dettiği) her iş için bir hakikat vardır."310
HZ. EBU BEKİR'İN, ÜBEY B. HALEF'LE BAHSE GİRİŞMESİ
Resûli Kibriya Efendimiz, peygamber olarak gönderildiği sırada Doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük devleti idiler.
Bi'setin 5., yâni Milâdî 613 senelerinde bu iki komşu ve rakib devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında İkinci Hüsrev, Rum İmparatorluğunda ise Hirakl bulunuyordu.
İran orduları, Rum kuvvetlerini denize dökünceye kadar takib etmiş, Suriye'deki bütün mukaddes şehirleri ele geçirmiş, Milâdî 614 senesinde bütün Filistin'i ve Kudüsü Şerifi istilâ etmişti. Bu istilâ esnasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dinî binalar tahrip ve telvis edilmişti. İranlılara katılan 26 bin kadar Yahudî, 60 binden fazla Hıristiyanı kılıçtan geçirmişti. İran Kisrâsının sarayı 30 bin ölünün kafatasıyla donatılmıştı!
Bu istilâ tufanı burada da durmamıştı. Mısır'ı da basmış, Milâd'ın 616. senesinde İranlılar, bir taraftan Nil Vadisini işgal ederek İskenderiye'ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu istilâ ederek İstanbul'un sahillerine kadar gelmişler, Doğu Roma İmparatorluğunun başşehri olan Kostantiniyye [İstanbul] şehri karşısında görünmüşlerdi. Böylece Irak, Suriye, Filistin Mısır ve Anadolu'yu saltanatları altına almışlardı.
Hülâsa, çarpışma 616 senesinde Doğu Roma İmparatorluğunun tarumar edilmesi ve bir daha kımıldamayacak şekilde yere serilmesiyle son bulmuştu!
Rumlar, Ehli Kitap'tı, Hıristiyan idiler; İranlılar ise, kitapsız, âhirete inanmaz, ateşperest idiler.
Romalıların bu mağlûbiyet haberi Mekke'ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, şımarmışlar, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi!
Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve, "Siz ve Hıristiyanlar, Ehli Kitap'sınız; biz ve İranlılar ise, ümmîyiz! İranlı kardeşlerimiz, sizin Rum kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlûb ederiz!" diyerek şamataya başladılar.
Bunun üzerine Resûli Kibriya Efendimizin bir mucizesi olmak üzere Cenâbı Hakk, Rûm Sûresini indirip mü'minlerin üzüntüsünü giderdi: "Rumlar, mağlûb oldu. Arzın size en yakın yerinde... Bununla beraber, onlar bu mağlûbiyetlerinin arkasından birkaç sene içinde muhakkak galebe edecekler. Önünde de sonunda da emir, Allah'ındır! O gün mü'minler, Allah'ın nusretiyle ferahlanacaklar! O, kimi dilerse muzaffer kılar. Çünkü O, Azîz'dir [kudretiyle her şeye üstün gelendir], Rahîm'dir [son derece merhametlidir]. Allah'ın vaadi bu!.. Allah va'dinde hulfetmez [dönmez]; lâkin, insanların çoğu bunu bilmezler."311
Bu âyetler nazil olduğu zaman, Rum İmparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, dahilî isyanlarla devlet inhilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, İmparator Hirakl, İstanbul'u terkederek Kartaca'ya kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların galib kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu sulhu teklif etmişlerdi:
İmparator, İranlılar tarafından istenen her şeyi verecektir! Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir!
Rum İmparatorluğu da bütün bu ağır ve zillet taşır şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde anlaşmayı imzalayarak murahhaslar göndermişlerdi. Bu murahhaslar İranlıların yanma vardığı zaman, İran Kisrâsı Hüsrev, "Bu yetmez! Bizzat İmparator Hirakl karşıma zincirler içinde gelerek, ilâhına bedel ateş ve Güneş'e tapmalıdır." diyecek kadar mağrurane ifadede bulunmuştu.
Böylesine büyük bir hezimetten sonra, Romalıların birkaç sene zarfında canlanıp yeniden galib geleceklerine kat'iyyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile âdeta akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.
İşte, böyle bir hengâmede Cenâbı Hakk, yukarıdaki âyeti kerîmelerle, Resulüne, Rumların kısa bir zaman sonra galib geleceklerini mûcizane haber veriyordu!
HZ. EBÛ BEKİR VE ÜBEY B. HALEF
Hz. Ebû Bekir, bu âyetleri Resûli Kibriya Efendimizden dinler dinlemez, onları, Mekke'nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, "Rumlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklar." dedi.
Müşrikler şaşırdılar. Bahsettiğimiz gibi, büyük bir hizemete uğramış, âdeta yerle bir olmuş bir imparatorluk, bir daha nasıl canlanacak ve İranlılara galebe çalacaktı!
Bu durumu havsalalarına sığdıramadıklarından, içlerinden Übey b. Halef, "Yalan söylüyorsun!" dedi, "Haydi, aramızda bir müddet tâyin et, seninle bahse girelim!"
Hz. Ebû Bekir kabul etti. On deve üzerinde bahse girip üç sene müddet tâyin ettiler.*
Hz. Ebû Bekir, gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûli Kibriya, "Âyetteki 'bid'den (yâni birkaç seneden) maksat, üçten dokuza kadar olan seneler demektir. Develerin sayısını artır, müddeti de uzat." buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir çıktı. Übey'e rastgelince, "Galiba pişman oldun!" dedi.
O zaman henüz kumarı yasaklayıcı İlâhî hüküm, Peygamber Efendimize gelmiş değildi.
Hz. Ebû Bekir, "Hayır..." dedi, "Gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım. Haydi, dokuz seneye kadar 100 deve yapalım."
Übey de, "Haydi, yapalım." diyerek kabul etti.
Hz. Ebû Bekir, Mekke 'den Ayrılacağı Sırada
Hz. Ebû Bekir, Mekke'den ayrılacağı sıralarda, Übey b. Halef, boğazına sarıldı ve, "Sen Mekke'den ayrılırsan, bahiste kazanacağım develeri ödemeyeceğinden endişe ediyorum! Bana bir kefil göster!" dedi.
Hz. Ebû Bekir de, oğlu Abdurrahmân'ı kefil gösterdi.
Übey b. Halef de Uhud Harbine çıkmak istediği zaman, Abdurrahmân, gidip onun boğazına sarıldı ve, "Vallahi, bana bir kefil göstermedikçe seni bırakmam!" dedi.
Übey b. Halef de kefil gösterdikten sonra Uhud Harbi için yola çıktı.
Ubey b. Halef, Uhud Harbinde Resûli Kibriya Efendimizin kılıcından aldığı bir yaradan dolayı öldü.
Mağlûbiyetlerinden dokuz yıl sonra, Rumlar, birdenbire canlanarak, hiç beklenmedik ve umulmadık bir saldırışla İranlıları dehşetli bir bozguna uğrattılar.
Buna da Müslümanlar çok sevindiler, müşrikler ise son derece üzüldüler.
Hz. Ebû Bekir, 100 deveyi Übey b. Halefin kefilinden ve mirasçılarından alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûli Kibriya Efendimiz, "Onları sadaka olarak dağıt." buyurdu.
Kur'ânı Azîmüşşan'ın istikbâlden haber veren ve Resûli Kibriya Efendimizin bir mucizesi sayılan bu haberinin ortaya çıkması üzerine Mekkeli müşriklerden bazıları Müslüman oldular.312
RÜKÂNE'YE GÖSTERİLEN İKİ MUCİZE
Rükâne b. Abdi Yezid, müşriklerin sırtı yere getirilemeyen emsalsiz pehlivanlarından biri idi. Önüne geleni yere çalan Rükâne, ne yazık ki, Allah Resulüne karşı beslediği şiddetli kin ve düşmanlığını yenip, hakikî pehlivan olma şerefine ermeyi bir türlü istemiyordu.
Bu meşhur pehlivan, günün birinde Hz. Resûlullah'la Mekke'nin bir vadisinde karşılaştı. Gözleri husumet kıvılcımları saçıyordu. Allah Resulü, "Ey Rükâne!.." dedi, "Sen, kendisine îmana davet ettiğim Allah'tan korkmaz mısın?"
Rükâne, "Eğer sözünün gerçek olduğuna kanaat getirseydim sana tâbi olurdum!" cevabını verdi.
Resûli Ekrem, "Eğer seni yere vurursam, söylediklerimin hak olduğuna inanır mısın?" diye sordu.
Rükâne, "Yâ Muhammed!.." dedi, "Eğer beni yıkacak olursan, sana îman ederim!"
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Kalk, haydi güreşelim!" dedi.
Güreşmek için kalktılar. Mağrur Rükâne, daha ilk tutuşta kendini yerde buldu. Neye uğradığının farkına varamadı; şaşkındı. Derhâl ayağa kalktı ve Resûlullah Hazretlerine bir daha güreş teklif etti. Allah Resulü kabul etti ve Rükâne ikinci defa kendisini yerde buldu.
Hayret ve şaşkınlığı biraz daha artan Rükâne, üçüncü defa Resûlullah'a güreş teklifinde bulundu. Efendimiz yine kabul etti ve onu tuttuğu gibi yere vurdu.
"Beni yıkarsan söylediğinin hak olduğuna inanırım." diye Resûlullah'a söz veren Rükâne, üç sefer sırtı yere geldiği hâlde yine şirkte inat etti ve, "Yâ Muhammedi.." dedi, "Şüphesiz, sen bir sihirbazsın! Benimle yaptığın bu güreşe, doğrusu, şaştım kaldım!"
Böylece, Resûlullah'tan gördüğü mucizeyi, "sihir" ithamıyla perdelemeye çalıştı.
Bir Başka Mucize...
Küfürde direnen Rükâne, bu sefer Allah Resulünün bir başka mucizesine şâhid oldu.
"Doğrusu ben, seninle yaptığım bu güreşe şaştım kaldım." deyince, Allah Resulü, "Bundan daha çok şaşılacak olanı da var; istersen sana onu da göstereyim de Allah'tan kork, davetime tâbi ol!" dedi.
Rükâne, "Nedir, o şaşılacak şey?.." dedi.
Allah Resulü, "Şu sernure ağacını çağırayım. Bana geldiğini gör." dedi.
Rükâne, "Haydi, çağır da gelsin." dedi.
Allah Resulü, azılı müşrikin gözü önünde semure ağacına emretti: "Allah'ın izniyle bana gel!"
Ağaç emre uyarak, yeri yara yara gelip Fahri Kâinat'ın karşısında durdu.
Gözleri faltaşı gibi açılan Rükâne'nin kalb gözü hâlâ kapalı duruyordu. Bu açık mucizeler karşısında yine küfürde inat etti ve, "Doğrusu, ben bugünkü gibi büyük bir sihir hayatımda görmedim!" dedi; sonra da, ağacın tekrar yerine gitmesi için emir vermesini, Peygamber Efendimizden istedi.
Allah Resulü, ağaca, "Allah'ın izniyle yerine dön." diye emretti. Ağaç, derhâl yerine döndü.
Bundan sonra Resûlullah Efendimiz, Rükâne'yi tekrar Müslüman olmaya davet etti. Ancak, o, küfürde inat etti ve davete icabet etmedi. Bunun üzerine Resûlullah'ın kendisine son sözleri şunlar oldu:
"Yazıklar olsun sana!.."
Hayret ve şaşkınlık içinde kavminin yanına dönen Rükâne, başından geçenleri ve gördüklerini anlattıktan sonra, "Ey Abdi Menaf Oğulları!.." dedi, "Adamınızla bütün dünyayı sihirleyebilirsiniz! Vallahi, şimdiye kadar ondan daha maharetli bir sihirbaz görmedim!"323
Hak ve hakikati kabul etmemekte her şeye rağmen inat edenler, bu inatlarında kendilerini tesellî edebilmek için her zaman çeşitli iftira ve ithamlarla İslâm dâvasını küçük düşürmek istemişlerdir; ama, her seferinde küçülenler yine kendileri olmuştur.
Bir rivayete göre, Rükâne, Mekke'nin fethine yakın Müslüman olmuştur.324
Evet, misâlde görüldüğü gibi, ağaçlar da Resûli Kibriya'yı tanıyor, risâletini tasdik edip emirlerini dinliyorlar.
Acaba, buna karşılık, kendilerine "insan" adını veren bir kısım kimseler, o Resûlü Zîşan'ı tanımazsa, ona îman etmezse, kuru ağaçtan daha edna, odun parçasından daha ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olarak Cehennem'in ateşine lâyık olmazlar mı?

306 Müslim, Sahih, c. 8, s. 1032; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 397; Ahmed Ibni Hanbel, Müsned, c. 1, s. 447.
307 Ibni Kesir, Tefsir, c. 4, s. 262.
308 Tirmizî, A.g.e., c. 5, s. 398; Kaadı lyaz, Şifa, c. 1, s. 238; Ibni Kesir, Tefsir,c. 4, s. 262.
309 Kaadı iyaz, A.g.e., c. 1, s. 238.
310 Kamer, 13.
311 Rum, 16.
312 Tirmizî, Sünen, c. 12, s. 6671; Taberî, Tarih, c. 2, s. 141142; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, c. 5, s. 37953800.
323 İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 31; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 155; Ibni Hacer, elisabe, c. 1, s. 506.
324 ibni Abdi'lBerr, Istiab, c. 1, s. 515.

Hiç yorum yok:


İ’lem Eyyühel-Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur. Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelîn makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mu'cizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâniine îmân etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.

Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı
Salih Suruç